Yekta Kopan: “Bir edebiyatçı olarak hayatla ‘didişmeyi’ seviyorum.”

Ocak 18, 2017

Yekta Kopan: “Bir edebiyatçı olarak hayatla ‘didişmeyi’ seviyorum.”

YEKTA KOPANSöyleşi: Sibel Gögen

Yekta Kopan ile Kasım 2016’da Can Yayınları tarafından yayımlanan ve birbirinden çarpıcı on iki öyküden oluşan “Sakın Oraya Gitme” adlı son kitabı, gündem, edebiyat ve öyküler üzerine söyleştik:

Kitaplarınızın okuyucuyu gizemli bir dünyaya davet eden, okumak için kışkırtıp baştan çıkartan adları var. Sakın Oraya Gitme, adının tam aksine “Korkma, hadi artık oraya git!” cesaretini verip adeta baştan çıkartarak tekinsiz bir diyara doğru yolculuğa çıkartıyor okurları. “Sakın Oraya Gitme” adıyla başlayalım isterseniz. Bu ismin okurda nasıl bir etki bırakmasını istediniz?

Dediğiniz gibiyse, yani okura “Gitmekten korkma” demeyi başarıyorsa, mutlu olurum. Çünkü kitabıma bu adı verirken, gitmekten korkmayanları düşünmüştüm. “Gitme” diyenlere, parmak sallayanlara direnenleri düşünmüştüm. “Sakın oraya gitme” son yıllarda sıklıkla duyduğumuz, günlük yaşamımızın parçası haline gelmiş bir cümle. Hep bir tedirginlik var üstümüzde. Hep tekinsiz yollarda yürümek zorunda bırakılıyoruz. Son yıllarda en çok duyduğumuz sözlerden birinin bu olması üstüne düşünmemiz gerekiyor. “Bütün gençliğim bu tedirgin ruh haliyle geçti,” demişti bir öğrencim. Tedirginlik, umutsuzluk, karamsarlık ve gittikçe artan bir öfke… Yaşamımızın bütün bunlara yenik düşmesinin nedeni üstünde düşünmeliyiz. Hem de bütün o siyaset cümlelerini, cepheleşmeleri falan bir kenara bırakıp. Sadece ve sadece “insan” olarak. Sadece ve sadece bu dünyanın diğer bütün canlılarla eşit bir parçası olarak. Biz ne zaman bu kadar kötüleştik? Yoksa hep mi kötüydük? Kötülük zaman zaman salgın bir hastalık gibi bütün dünyayı mı kaplıyor? Bunun tedavisi yok mudur? Kitaba bu adı verirken içimde bir umut vardı. Gitmekten korkmayanların, bizi bu salgından kurtaracağına dair bir umut.

Felaketlerin bile hafızaların ihanetine uğrayıp kolayca unutulduğu günümüzde, kitabınız tam da yaşadığımız bireysel ve toplumsal hafıza kaybını adeta yüzümüze vuran “Samodey” adlı çarpıcı öyküyle başlıyor. Öykünüzde Samodey=Uykukaçıran demişsiniz. Sizin uykularınızı neler kaçırıyor? Neleri kendinize dert edip öykülerin, edebiyatın dünyasına taşıyorsunuz?

sakin oraya gitme_kapak“Dertler listesi” yapamam. Sadece dünyaya dair her şey diyebilirim. Bir edebiyatçı olarak, başka bir işle uğraşanlardan farklı değildir dertlerim diye düşünürüm. En azından böyle olması gerektiğine inanırım. Dünyaya dair bütün dertler, o dünyanın bir parçası olan hepimizin ortak dertleri değil midir? Herkesin yaklaşımı, algılaması, bir bakış açısı geliştirmesi farklı olabilir ama sonuçta dertler hepimize aittir. Bir edebiyatçı olarak hayatla “didişmeyi” seviyorum. Hayatın benimle didişmesine de ses çıkarmıyorum. Sürtüşmeli bir ilişkimiz var anlayacağınız. Aramızdaki o gerilimi seviyorum. Yüzleşme ve hesaplaşmanın merkezinde o gerilim var belki de.

İktidar hırslarını, zamansız ölümleri, şiddeti, işkenceleri, tutsaklıkları, sansürü, kısacası içinde bulunduğumuz siyasal ve toplumsal rahatsızlıkları, korkuları ve tekinsiz ortamları öykülerin dünyasından aktarıyorsunuz bizlere. Hemen her öyküye “özgürlük” arayışı sızıyor. Bir yazar olarak tünelin ucunda ışık görüyor musunuz?  Gün gelecek Vişne Ormanı’nın o cesur geyikleri olabilecek miyiz dersiniz?

Olacağız. Olmalıyız. O “özgürlük” olmadan varlığımızı sürdürmemiz olanaksız. Bu, dünyadaki bütün canlılar için böyle. Üstelik sözünü ettiğim “özgürlük”, egemenlerin tanımladığı, sınırlarını muktedirlerin çizdiği bir özgürlük değil. Şu söylediğiniz meselelerin her biriyle hesaplaşırken, bütün o korkuların üstüne gitmeye çalışırken içimde hep bir “umut” vardı açıkçası. Kitaptaki en karanlık görünen öyküyü yazarken bile, o umudu terk etmemeye çalıştım. Çok zorlandığım anlar oldu. Bazı günlerde çalışma masasının başına geçmeden hemen önce öyle haberler okuyordum ki, devam edemeyeceğimi düşünüyordum. Bir yandan etkilenmemeye çalışıyor, bir yandan da o etki olmazsa gerçek bir hesaplaşma olamayacağını düşünüyordum. Hep şunu söyledim kendime; “Kötülüğün dünyayı yiyip bitirmesine seyirci kalamayız, umudumuzu elden bırakmamalıyız.” Avcıların bütün tehditlerine, öldürme arzularına, silahlarına ve güçlerine direnecek kadar güçlü, kimsenin sınırlayamayacağı kadar özgür geyikler olacağız.

Öykülerinizde sıkça Raymond Carver’ı anıp, selam gönderiyorsunuz. Sizi ve öykücülüğünüzü derinden etkileyen başka yazarlar var mı? Kimleri, neleri okumayı seversiniz?

Aslında sadece Carver değil. Neredeyse bütün kitaplarımda sevdiğim, okuduğum yazarlara ve kitaplara ufak saygı duruşlarım vardır. Bu kitapta da Carver’dan Camus’ye, Kafka’dan Bukowski’ye uzanan bir selam listesi var. Selamların öykülerimde karşılığını en çok bulduğu kitabım “Karbon Kopya” olmuştu. Yalnız şunu da söyleyeyim. Doğrudan bir yazar adı vermek değildir tercihim. Çünkü bazen o yazarın bütün eserleri değil, sadece bir cümlesi bile beni derinden etkileyebilir. Yazarlar değil metinlerdir beni etkileyen.

Sizi yazar, seslendirme sanatçısı, gazeteci, televizyoncu ve eğitmen kimliklerinizle çok yönlü bir sanatçı olarak tanıyoruz. Öykücülüğünüz, anlatı diliniz ve üslubunuz size özgü oldukça farklı bir yerde duruyor. Öyküyü diğerlerinin arasında daha farklı bir yere koyuyor musunuz? Ya da birbirlerini nasıl etkiliyorlar?

yekta foto yakın planYaptığım işleri birbirleriyle yarıştırmam, kıyaslamam. Yaptıklarıma farklı çekmecelere koyduğum bir dolabım yok. Sadece ülkemizde değil, dünyada da farklı farklı işler yazarlar vardır. Şunu da söyleyeyim, birçoğuna işiyle yazarlığı arasındaki ilişki sorulmaz bile. Bir yazar mimar olabilir, doktor olabilir, reklamcı olabilir, memur olabilir, aklınıza gelebilecek her mesleği yapabilir. Ama eğer yaptığınız iş biraz olsun “görünürlüğü” olan bir işse, aralarındaki ilişki merak edilir hale geliyor. Çok anlaşılır bir durum. Ama dediğim gibi, ben hiçbir zaman bu çerçevede düşünmüyorum. Yaptığım her şeyin toplamından oluşuyorum. Doğrusuyla yanlışıyla. Elbette yaptığım işler birbirini etkiliyordur ama bunu benim tanımlamam mümkün değil. Asla üstünde düşündüğüm bir konu değil çünkü.

Planlama, kurgulama ve yazma süreçlerinizden bahseder misiniz bizlere? Yekta Kopan’ı neler, kimler etkiler, nasıl planlar, nasıl yazar? Yeni bir kitap fikrinin ortaya çıkışı ve tamamlanması süreci çetrefilli ve dikenli bir yol mudur? Kitabınızı bitirince neler hissedersiniz?

Bu sorunun sadece son bölümüne cevap verebileceğim sanırım. Çünkü yazma sürecinin kesin bir tanımı yok. Elimden geldiğince düzenli çalışıyorum. Her gün otururum defterin başına. Kimi zaman verimli olur bu süreç, kimi zaman bir kelimenin çevresinde dönüp dururum. Eskiden sadece geceleri çalışabiliyordum. Zamanla bu değişti. Günün her saatinde yazabiliyorum artık. Hatta sabahın çok erken saatlerini, gün doğumundan hemen önceki süreyi çok seviyorum. Yolculuk elbette zorludur ama zaten biraz da o zorluğu sevdiği için yola koyulur yazan kişi. Birçok yolculukta olduğu gibi, varılacak yer değil, yolculuğun ta kendisidir çekici olan. İşte “kitabı bitirince” kısmını o yüzden rahatlıkla cevaplayabilirim dedim. Çünkü yolculuk bitip gidilecek yere varınca, yani kitap tamamlanınca birden omuzlarım düşüverir. Çalışırken “Bu kitap hiç bitmeyecek, ölene kadar bunu yazacağım herhalde,” diye düşünmeye başlarım. Bir süre sonra bu düşünceden zevk alırım. Kitabı bitirdiğim anda yapayalnız kalırım. Bir anda. Üstelik o kitap yayınlanınca tümüyle benden çıkar ve okurun olur. O zaman daha da yalnızlaşırım. Yeni bir yolculuğa kadar o duygu terk etmez.

Öykülerinizde edebiyat ve yazarların dünyalarına da sıkça yer veriyorsunuz. Osman’ın geç kalmış, okunmamış öyküsünü anlatan “Bisiklet”, bir öykü atölyesini ve alkole yenik düşen bir yazarı konu alan “Herkes Kadar Mutsuz” adlı öykülerinizi büyük bir ilgiyle okudum. Öykü ve romancılık atölyelerde öğrenilebilir mi sizce? Genç ve yeni yazarlar, yazmak isteyenler, yazıp da engelleri aşamayanlar, kitaplarını bastıramayanlar için önerileriniz nelerdir?  Sizce nasıl bir yol izlemeliler?

Atölyeler teknik bir bilgi verebilir. Çalışma konusunda bir disiplin yaratabilir. Farklı okuma biçimlerini, yorumlamayı öğretebilir. Değişik görüşlerin buluşmasını ve nitelikli bir tartışma ortamını yaratabilir. Kısacası yazmak isteyenlere ya da farklı bir algıyla okumak isteyenlere katkısı vardır. Zaten kimse böyle bir atölyeye “Bitecek ve ben de yazar olacağım,” diye katılmıyor. Bu atölyeleri yerin dibine batırmaya da göklere yükseltmeye de gerek yok. Diğer sorunuza gelince… Bu soru, günümüzün “hız” arzusunun sonucu olarak çokça sorulur oldu. Herkes bir an önce yayınlatmak ve hatta kitap sahibi olmak istiyor. Bunda bir sorun yok. Herkes önünde engeller olduğunu düşünüyor. Bu da kısmen doğru olabilir. Ve herkes bu durumun çözümünü bir başkasının cümlesinde arıyor. İşte bu anlaşılmaz. Benim ne diyeceğimin önemi yok. Geçen gün başka bir söyleşide söylediğim sözü tekrarlayayım: “Sabredeceksiniz ve çalışacaksınız. Işığınızın sızacağı çatlağı mutlaka bulursunuz.”

Sibel Gögen – edebiyathaber.net (18 Ocak 2017)

Yorum yapın