
Bir zamanlar adı Gün Batımı’ydı. Şimdi sadece Ada Cafe. Hala aynı deniz, aynı ufuk. Ama etrafındaki her şey değişmiş; bir zamanlar boş olan sahil, bugün masa başına savaşan kalabalıklarla dolmuş. Gün Batımı’nın o nostaljik dinginliği, Ada Cafe’nin içindeki seslere karışmış. Kalabalık, hoparlörden yankılanan sıra numaraları, kedilerin gölgelere sığınması… Her şey yeni, ama deniz hâlâ aynı.
Uzakta bir balıkçı teknesi, sessizce ilerliyor. Dalgalara, martıların kanatlarına, denizin sonsuzluğuna karşı süzülen bu tekne, sanki bir an havalanıp gökyüzüne karışacakmış gibi ama hep denize bağlı kalıyor; ne gider ne de değişir. Tıpkı denizin sesi gibi. Hep aynı, ama biz farklı duyuyoruz.
Kenarda oltasını atan bir adam var. Gözleri sabit, tekneye odaklanmış. Belki bir şey yakalamaktan çok, bir şey anlamaya çalışıyor. Gözlerinde, denizin zamanla yenilediği yalnızlık var. O, denizin ardında kaybolan zamanı arıyor. Zaman… Hızla geçiyor.
Bir anons yankılanıyor: “56 numara!” Kalabalık harekete geçiyor, bir masa doluyor, bir başka masa boşalıyor. Hızla kaybolan boşluklar, anlık bir huzur arayışına dönüşüyor. Bir sandalye altına sıkışmış bir kedi, masadan düşen kırıntıya doğru hızla koşuyor. Kedilerin ince bedenleri, kalabalığın içinde kaybolan sessizliğe açılan pencereler gibi. Gölgenin serinliği, kediler için tek bir sığınak.
Bir dalga, hiç bitmeyen yolculuğuna devam ediyor, ama deniz yine aynı şarkıyı söylüyor. Dalgaların ritmi, rüzgarın dansı ve denizin derin sükûneti… Zamanla değişiyor mu? Belki, ama insanlar fark etmiyor. Güneş batar, tekne kaybolur, martılar susar. Ama deniz hep anlatır, hep söyler. Günü, zamanı, mekanları… Hiç durmadan.
Ada Cafe’nin adı değişmiştir. Gün Batımı’yla vedalaşmışızdır. Ama o eski manzara kalmıştır. İnsanlar, kalabalık artmıştır. Ama tekne ve deniz hep oradadır. Adlar değişebilir, ama manzaralar kalır.
Her şey kalsın. Kalkıp balıkçı teknelerinin olduğu yere doğru ilerliyorum. Çocukken, yaz tatillerinde her gelişimde, burası hep aynıydı. Deniz aynı, ama evler çoğalmış. Denizin kenarına adım atacak yer kalmamış. Zamanla, belki buralara kadar yerleşmiş insanlar olacak. Ama her adımda, deniz kıyısında, iyot kokulu parkurda ilerlerken kum, deniz, güneş, hava… Hava, yaşanacak hava.
Bir taş, denize bırakılıyor. Gözlerim, bu küçük dalganın ardında kaybolan her şeyi takip ediyor. Kaybolanlar asla kaybolmaz; sadece bir başka biçimde denize karışır. Bir gölge, denizle birleşip kayboluyor, zamanın ruhunu taşıyan bu taş, bir başka iz bırakır. Hepsi, her zaman birbirine bağlıdır, her zaman unutulmaz.
Bir kuş, uzaklarda uçuyor, denizin derinliklerinden yükselen bir masal gibi. Rüzgârla dans ediyor, dalgaların ritmine uyum sağlıyor. Kanatları denizin tuzlu havasını hissediyor, tüyleri denizin serinliğine sarılıyor. Ve ben, bu denizin içinde kaybolmuşken, eski huzurun her dalgasında kaybolan bir parçamı buluyorum. Her şeyin arasında, deniz ve rüzgârla birlikte bir bütün oluyoruz; bir zamanın, bir anın, bir şarkının içinde kaybolan her şeyin sesiyle.
Sadece ben, büyüdükçe, o şarkıyı başka bir şekilde duyuyorum. O eski melodinin içinde kaybolduğum anı değil; şimdi, başka bir tınıyla, farklı bir anlayışla duyuyorum. Aynı denizin sesine karışan yeni bir anlam gibi. Her şeyin, zamanın içinde şekil alması gibi, ben de artık başka bir biçimde hissediyorum. O şarkı, değişen benliğimin içindeki yankısını buluyor.
edebiyathaber.net (25 Ocak 2025)