
İlçenin girişindeki köprü üç otobüs uzunluğunda. Terminalde on kadar peron var. Sokaklar ne kadar dar. Zaman durmuş burada, durmadan önce her şeyi boşaltmış, büküp, sıkıp, küçültmüş. Kim bilir nereden gelmiş bir er, askeriyenin duvarı önünde nöbette. Başımızla selamlaşıyoruz. Fazla ciddi. Taşıması gereken tüfeği cüssesine göre ağır, üniforması hava için kalın. Yine de mağrur ve metanetli.
Buradan gönderildiğimde bu çocuktan birkaç yaş küçüktüm. Güçlü görünüyor muydum acaba ben de diğerlerine? Annem kaçırmıştı gözünü gidişime. Lojmanının bahçesindeki salıncak boş. Sokaklar da öyle. Sadece asker ve ben; herkes gidince biz gelmişiz gibi. Her şeyi bırakıp sallansana, demek istiyorum. Gözünü çoktan ufka dönmüş bakmıyor bile. Belki kaybettiklerini başka yerde arıyor. Benim gibi. Bavulun tekerleği gürültücü, mahallenin her taşına uğruyor. Şu köşedeki ev Aylinlerindi. Ne zaman çocukluğumu görsem rüyamda, bu ev ve Aylin bir parçası olurdu. Sadece zaman değil, rüyalarım da bükmüş olabilir gerçekliği.
Sıradan bir mahalleydik aslında. Herkesin evinde, bahçesinde teklifsizce oynardık. Aylinlere bayramdan bayrama uğrardık. Babası Rıfat, Almanya’da çalışıyordu o sıralar. Ramazan bayramlarında son moda arabasıyla gelir, hiç bilmediğimiz çeşit çeşit oyuncak, biblo, çikolata ve kıyafet getirirdi. Annesinin cakasından geçilmezdi. Ben, babamın diktiği bayramlığı giyer, aynanın karşısında dikilir, kendimi uzun uzun seyreder, bu kez Aylin’den bile güzel göründüğüme ikna olmadan başından ayrılmazdım. Erkenden yatağa girerdim ama heyecandan bir türlü uyuyamazdım. Mahallenin tüm çocukları, kahvaltımızı eder etmez şeker toplamak için buluşurduk. Aylin’i görünce bütün havam sönerdi. Babasının getirdiği kıyafetleriyle televizyonda hayranlıkla izlediğim çocuk yıldızlara benzerdi. Yine de uğramayı en sevdiğim ev onlarınkiydi. Annesi, gelen bütün çocuklara minik çiçek işlemeli, ütülü beyaz mendil, mendilin içine sıkıştırılmış para ve yanında da çikolata verirdi. Ben en çok çikolataya bayılırdım, hemen yemezdim. Bazı çocuklar daha bahçeden çıkmadan bitiriverirdi. Ben saklardım. Bazen bayram bitmiş olurdu yediğimde.
O İşaret değil mi? “İşaret, pişt İşaret, gel pisi pisi.” O da bakmıyor iyi mi?
“Saadet,” diyor annem, “Sen misin?”
“Anne,” diyorum. Saçları ağarmış, kamburu çıkmış, biraz daha zayıflamış ama yine de o annem, biliyorum. Kaçırmıyor gözlerini beni gönderirken yaptığı gibi. Sarılıyor bana, ellerini yumruk yapmış. Sırtıma pat pat vuruyor arada. Duygularını elleriyle toplayıp yutmuş sanki bunca zaman. Annem artık bir kara delik. Bunca yıl biriktirdiği yalnızlığını, öfkesini, özlemini kusmamak için kendini sıkıyor da sıkıyor. Kollarıyla beni tutuyor, yumruğunda kendini. İçindeki tutsak duygular bildik kovuklarına -midesine, kalbinin ortasına, boğazına ve şakaklarına- yeniden yerleşince, annem de elini gevşetiyor. Çekmezse kolumdan, girmem diye evin içine sürüklüyor beni. Uçağa bindiğimde, hatta çantamı hazırlarken daha girdim ben bu evden içeri.
Annem yemek koymuş önüme. O yeni yemiş, beni seyrediyor. Çatalın kenarıyla dolmayı kesiyorum. “Almanya’da böyle minik dolmalık biber yok,” diyorum. Şaşırıyor. Gözünü bir dakika ayırmıyor üzerimden. Gözüyle tutuyor beni, bırakmıyor. Gözüyle yediriyor bana. Ellerim gözlerinin komutasında. Bir tek saçıma bakmıyor, daha doğrusu saçkıranıma. Sanki oraya bakarsa tüm yaralarıma bakmak zorunda. Bakışları yaralarımı sarmaya yetmez diye korkuyor. O korkunca ben pusuyorum. “Yatıp dinleneyim biraz.” O da bunu bekler gibi, “Tabii tabii, sen biraz dinlen. Akşama uyandırırım,” diyor, rahatlayarak. Odama giderken sesleniyor annem, “Saadet.” Saadet, bu isim, bu kavruk ses. Kulaklarımı kapatıyorum ellerimle. Gerçekten kapatıyor muyum? Bilmiyorum.
“Hişt, kız, Saadet! Ne yapıyorsun orada?” diyor, beni ağacımın altında görünce bir başına. Elimde kaç gündür yemeye kıyamadığım çikolata. Utanıyorum biraz hâlâ yemediğime. Yanıma oturuyor. Eli bir bacağımda bir saçımda, kulağıma eğilip “Çok mu seviyorsun bu çikolatayı?” diyor. Nefesinin değdiği yüzüm kasılıyor. Bir acı duyuyorum, kedim İşaret o anda bacağımdan doğuyor. “Bugün dönüyorum Almanya’ya. Sana söz, bir sonraki sefer daha çok çikolata.” Ben gözümü İşaret’ten ayıramıyorum. Yüzümde şaşkın bir gülümseme olmalı o da bana sırıttığına göre. “Nereye bakıyorsun sen öyle?” diyor. Parmakları sırtımdan aşağı kayarken kendimi öne itiyorum. Eli toprağa düşüyor, çikolatam yere. Apar topar kalkıp, pis eliyle üzerine bulaşan tozu silkip, koşar adım uzaklaşıyor. O gidince ağacımın dibine gömüyorum çikolatayı.
“Saadet, kara kuzum.”
Elinde havlu, yün lif, bir kalıp sabun.
“Yoldan geldin, uyumadan bir banyo yap,” diyor annem.
Bir şey söylemeden elindekileri alıyorum. Banyonun tahta kapısı açık. Kapı kolunun yanındaki kıymık hâlâ orada. Usulca sürtünüp geçiyorum. Fayans soğuk, yere parmaklarımın ucuyla basıyorum alışana kadar. Suyu açıyorum, hemen ısınmıyor. Elimle yokluyorum. Birazdan kaynar. Ilıtmak için ayağımla rengi atmış mavi kovayı musluğun altına tam zamanında itiyorum. Önce soğuk sonra sıcak su doluyor kovanın içine. Birazdan boşalacak, kafama, omuzlarıma, bacaklarıma. Değdiği an ısıtır gibi yapıp üzerimden süzüldüğü vakit üşütecek. Tabureye oturup lifi bacaklarıma seriyorum. Hacı Şakir’le köpürtüyorum tastan azar azar su akıtıp. Kokusu doluyor burnuma. Nefesimi kesiyor. Ağacımın altından kalkıp eve yürürken de yıkanmak istemiştim. Aylinlerden dönünce de. “Akşam akşam ne yıkanması,” deyince annem, sabaha kadar uyumamıştım.
“Baban gitsin gelirim Aylin.”
Rıfat evdeyse Aylin’in her davetinde tekrarladığım şu cümle: Baban gitsin. Gelirim. Her zaman sorgusuzca kabul eden Aylin, o gün annemin yanında kontrol edemediğim bir ısrara düşüyor. “Bugün benim için çok önemli Saadet. Doğum günüm. Lütfen, lütfen.” Şeker toplamıyoruz, büyüdük artık, demek istiyorum. “Babamla ne ilgisi var, biz odamda oturacağız,” diyor anneme bakarak. Gözleri İşaret’inkiler gibi. Kısık, sevimli ama tehditkâr. Aylin’in ısrarı bana sökmüyor, çay alma bahanesiyle içeri gittiğimde annem, “Üzme arkadaşını git kızım,” diye arkamdan sesleniyor. Annemin elinde ilmekler, bir ters iki düz. Hayatımı ördüğü gibi. Beni karabasanıma gönderiyor.
Odasına girer girmez boynuma atlıyor Aylin. Mutluyken daha güzel.
“Saadet, sen olmasan ne yaparım?”
“Çok geç kalma ama tamam mı? Bak korkuyorum yakalanacağız diye.”
“Tamam, tamam. Sadece bir saatçik, arabayla biraz gezip geleceğim. Bana bir sürprizi varmış Saadet. Acaba ne ki?”
Kanatlanıp uçacak heyecanından.
Aylin gider gitmez Rıfat doluyor odaya. Her yerini işgal ediyor odanın. Kokusu siniyor üstüme başıma, odaya, mahalleye, İşaret’e, benden annemin gözlerine. Bir kalıp sabun yetmeyecek, biliyorum.
Su kovadan taşıyor. Kapatıyorum. Kovadaki fazlalık kararsızlıkla dalgalanıyor. Taşmak için yer arıyor. Ayaklarıma dökülüyor. Avucumla yardım ediyorum yolunu bulmasına. Tası kovanın içine daldırıyorum, su bir kez daha taşıyor. Saydam, kokusuz, şekilsiz su, köpükleri siliyor.
Yanaklarımdan öpüyor önce, sonra burnumdan. Her seferinde yoklama. “Bir saat,” diyorum kendime, “bir saate burada olur Aylin. Dayan.” Karşıma İşaret geçiyor. Gözlerini kısıp açıyor. Gözünü bir dakika ayırmıyor üzerimden. Gözüyle tutuyor beni, bırakmıyor. Sen benim kedimsin artık İşaret. Yanıma gel. Gel bak, sadece seveceğim seni. Hem bir ağırlık var bugün üzerimde. Sana ihtiyacım var İşaret. Kolumun altına girip bana sarılırsan kurtulurum belki. “İşaret,” diye bağırıyorum kısık sesimle. Bir el ağzımı kapatıp yanaklarıma kenetleniyor, sözcüklerim kilitleniyor. Kedimle ben artık çok sessiziz. El evini bulana kadar sadece bakışlarımızla anlaşıyoruz. Bana gün içinde yaptığı yaramazlıkları anlatacak İşaret, anlıyorum, yaklaşıyor ama temas edemiyor. Devirdiği süt kâsesini, oynadığı yumakların renklerini, dallara konan kuşları anlatacak. Sonra, “Rıfat kesin dönüş yapmış,” diyecek. “O zaman bir daha gelmem ben Aylinlere,” diyeceğim. El iyice çökecek üstüme. “Beni görmüyor musun?” diye ilk defa miyavlıyor şimdi. “Artık sen benim kedimsin. Görürüm bir gün herhalde,” diyorum gözlerimle. İşaret’i seviyor muyum, emin değilim ama alışıyorum ona. El kovuğunu buluyor, İşaret gitmeye yelteniyor. Aylin, odasının penceresine uzanan ağacın gövdesinden atlıyor içeriye, İşaret çıktıktan hemen sonra. Bir şeyler anlatıyor, sevgilisinin yaptığı sürprizi herhalde. Dinlemiyorum. Eve dönüyorum.
Annem sanki banyo kapısında beklemiyormuş, benim farkımda değilmiş gibi mutfağa doğru yönleniyor. Odama geçiyorum. Kıyafetlerimi yatağın üzerine sermiş. Saç kurutma makinesini komodine koymuş. Bavulla oyalanır da üşürüm diye yapmıştır. Islak saçlarımla yatıyorum. Kapıda adım sesleri. Saçlarımı kurutmamı istiyor, eminim ama kapıyı çalmaya da çekiniyor.
Eve dönüş yolunda İşaret’i arıyorum ama gelmez, biliyorum. Kapıdan girer girmez uyuyorum. Derin, ağır, kabuslarımla. Sabah bir kalıp sabunu boca ettikten sonra elime saç kurutma makinesini sıkıştırırken soruyor, “Aylin, sabah erkenden yine seni sordu. O nasıl uyumak? Seslendik, yanına geldik uyanmadın. Söz vermişsin bir de kahvaltıya gelirim diye. Niye gitmiyorsun kızın yanına?”
Kurutma makinesini kirli sepetinin üstüne koyup saçımı taramaya devam ediyorum.
“Bak kime diyorum? Saadet?”
Gözlerimi aynadaki bana dikiyorum. Aksim ağlıyor.
“Kara kuzum, ne oldu? De annene, niye ağlıyorsun?”
Aynadaki annem sabırsız, kaygılı.
“Küstünüz mü yoksa? Arkadaşlıkta küslük olur muymuş hiç?”
Aksim konuşuyor artık: “Anne, Rıfat bana fena şeyler yaptı.”
Aynadaki annemin rengi sapsarı. Kekelemeye başlıyor. Kelimeleri nefesine kaçmış. Babam saçlarımdan sürüklerken saçlarım kuruyor.
Horozun sesine uyanıyorum eski günlerdeki gibi. Hiç rüya görmedim. İşaret mi dolandı durdu odanın içinde tüm gece? Emin olamıyorum. Ayırmıştık yollarımızı oysa. Yıllar önce. Ben giderken. Gönül koydu belki bana. Annem, “Akşam kıyamadım uyandırmaya,” diyor. Kahvaltıyı hazırlamış bile.
“Çikolata getirmedim, anne.”
Yine o yaş kaçırdığı bakışlarında.
“Yemedim de zaten bir daha.”
Annem hüngür hüngür ağlamaya başlıyor. Teselli etmek istiyorum onu.
“Tamam, geçti, geçti. Şişşt, sorun yok.”
Sarılıyorum. Hâlâ ağlıyor. Sussun istiyorum artık. Bak ben ağlıyor muyum? Yanakları ıslak, ellerini yumruk yapmış yine.
“Aç şu ellerini.”
Annem korkuyor benden. Ellerini açıyor. Ağlıyor. Çığlık çığlığa ağlıyor. Annem artık susmuyor. Doğru görmüşüm, sabah odama gelmiş İşaret. Şimdi masamıza doğru yürüyor. Ona bakıyorum, kocaman olmuş gözleri, anneme dikmiş bu defa, dehşete düşmüş inceliyor annemi.
“Artık istemiyorum seni, İşaret, bakma öyle,” diyorum.
Sesim anneme çıktığı kadar yüksek değil. Nankörlük yapmak istemiyorum İşaret’e. Kara delik, toz bulutuna; annem, ilçe girişindeki köprünün korkuluğuna konmuş kuşa dönüşüyor. “Anne tamam, unut, gitme,” diyorum, annem uçup yere konuyor. İşaret, yerde avını bekliyor.
“İşaret, hayır,” dememe kalmıyor. İşaret, annemi yiyor.
edebiyathaber.net (19 Haziran 2025)