İşçi sınıfı hikâyesine içeriden bir bakış | Can Öktemer

Şubat 24, 2022

İşçi sınıfı hikâyesine içeriden bir bakış | Can Öktemer

Richard Hoggart’ın kült eseri Okuryazarlığın Kullanımları İşçi Sınıfı Yaşamanın Vehçeleri kitabı geçtiğimiz günlerde Heretik Yayınları’ndan Mümtaz Kirik & Levent Ünsaldı çevirisiyle yayımlandı. 1954 yılında yayımlanan kitap sosyal bilim tarihinin çığır açıcı çalışmasının olmasının haricinde İngiliz Kültürel Çalışmalar ekolü için de neredeyse kurucu bir metin olarak kabul edilmekte.

1950’li yılların ortasında ortaya çıkan, Birmingham Okulu merkezli kültürel çalışmalar disiplini o dönem hızla dünyayı saran kitle kültürünü, kitle kültürünün getirisi olarak tarifi, sınırları değişen kimlik sorunsalını ve yenidünyanın ekonomik politiğine odaklanıyordu. Bu ekolün en önemi temsilcileri arasında yer alan Stuart Hall, Raymond Williams ve Richard Hoggart gibi isimler de Britanya merkezli olarak Marksist bir bakış açısıyla kimlik, ekonomi ve kültüre dair derinlikli çalışmalar yapmışlardı.

Hoggart’ın Okuryazarlığın Kullanımları çalışmasının hem sosyal bilim hem de kültürel çalışmalar tarihinde açtığı ayrıksı patikanın nedeni, yazarın kendine dert edindiği hususa yönelik metodolojik yaklaşım olsa gerek. Okuryazarlığın Kullanımları, işçi sınıfının gündelik hayat pratiklerine ve kültürel tüketimlerine odaklanan bir çalışma. Bu başlık altında hareket eden bir çalışmanın gideceği yollar ve elde edeceği neticeler, esasen araştırmacı için tahmin edilebilir. Netice itibariyle işçi sınıfına odaklanan bir araştırmacı elinin altındaki verilerle kendi araştırmasına yönelik haritası belirli bir güzergâh belirleyebilir. Hoggart’ın yaklaşımında ise ayak izlerini takip edeceği bir patika değil tam aksine içerisine kendi hikâyesini katacağı yeni bir yol kurmak olmuş. İşçi sınıfı bir aileden gelen Hoggart bu yolu, kendi hikâyesinden yola çıkarak oluşturmuş. Dolayısıyla Okuryazarlığın Kullanımları, işçi sınıfına dair derinlikli bir araştırma olduğu kadar otobiyografik de bir hikâye olarak tanımlanabilir.  

Araştırması için sahaya çıkan bir antropolog veya sosyolog için, esas mesele edindiği konuya ve görüşmecilere dair mesafeyi iyi ayarlaması, araştırmanın ön koşullarından biridir. Netice itibariyle araştırmacı ait olmadığı bir dünyaya dair gözlemlerde bulunmakta ve “yabancı” bir gözle o dünyayı betimlemektedir. Rol mesafesinin kaybı, araştırmanın nesnelliğine ve doğruluğuna dair bir gölge düşürebilir. İşçi sınıfına dair içeriden, tanıdık bir bakış ortaya koyan Hoggart bu mesafeyi başarılı bir şekilde ortaya koyduğu söylenebilir. Yani, Hoggart aşina olduğu dünyaya ne çok yaklaşmış ne de aşırı uzaklaşmış. Bu mesafe dengesi de yazarın işçi sınıfı anlatısına dair düşebileceği türlü klişelerden, ezber yaklaşımlardan uzaklaştırabilmiş. Bununla beraber yazar sahaya dair gözlemlerinde kurduğu mesafeyi, metodolojik yaklaşımda da sürdürmüş; sosyal bilimler tarihinde işçi sınıfına dair araştırmalarda, büyük anlatıya odaklanan, istatistik verilerin öne çıktığı ve daha çok ekonomi temelli yaklaşımlar göze çarpmaktadır. Lakin, sadece ekonomi ve istatistik veri odaklı bir araştırma hiç kuşku yok ki, hikayenin sadece bir parçasını ortaya koyacaktır. Ulus Baker, örneğin yoksulluğa dair yapılan ekonomi temelli sosyolojik bir araştırmanın eksik olabileceğini ama yoksulluk hallerine dair gösterilecek bir imgenin, insanların yaşadığı zorlu hayat koşullarına yönelik daha çarpıcı bir araştırma sonucu elde edilebileceği inancıydı.

Hoggart ise, bu noktada tüm bu verileri birer yan araç olarak kullanıp, işçi sınıfına dair içeriden bir gözle gerçekçi bir gözlem ve betimlemeyle bir anlatı kurmaya çalışmış. Bununla beraber aynı zamanda edebiyat eleştirmeni ve kuramcısı olan İngiliz yazar tüm bunlara ek olarak işçi sınıfını konu edinen roman ve öykülerle de paslaşarak çalışmasını derinleştirmiş. Özellikle, işçi sınıfına ait ön bilgilerimizin, ezberlerimizin ana kaynağı edebiyat ve sinema olduğu ve hakim imgelerin bir şekilde kendisini bu alanda üretildiği düşünülürse Hoggart’ın farklı disiplinlerden metinlerle sürekli hasbihal halde olan oldukça zengin ve yeni tartışmalara zemin aranılacağı bir başyapıt çıkmış.

Peki, Hoggart’ın bu kitaptaki derdi ne? Hoggart, tüm hikâyesini kültürel tüketim ve aslında bu işçi sınıfı dediğimiz insanlar, gruplar kimdir? Sorusu üzerine kurmuş. Bu soruya da mutlak bir yanıt aramak yerine, her daim yeni soruların peşinden düşmüş.

Gerçek bir işçi sınıfı hikâyesi

İşçi sınıfını konu alan filmlerine dair bazı tanıtım bültenlerinde “Gerçek bir işçi sınıfı hikâyesi” alt başlığı görülür zaman zaman. Bu ibarenin vurgulanmasının en önemli sebeplerinden biri edebiyat, sinema hatta akademi dünyasında temsil edilen işçi sınıfın imgesinin gerçek hayatla uyumsuzluğu olsa gerek. Bir tarafta romantizme edilen, omuzlarına ağır politik bir yük ve ideal yüklenen fedakâr işçi imgesi vardır diğer tarafta ise suça eğilimli, sınıf atlamaya çalışan, kötü politik tercihleri olan başka anlatı vardır. Hoggart, kitabında tüm bu anlatıları taca çıkaran bir yaklaşım ortaya koymuş. Yani kitap boyunca bizlere sıklıkla hatırlattığı gibi işçi sınıfına dair ne romantik bir bakışı var ne de “seçkinci” bir tavırla onlara tepeden bakmakta. Hoggart, içerisinden geldiği ve iyi bildiği bir dünyayı olduğu gibi resmetmeye çalışmış. Yazar, bize anlatmak istediği bu hikâyeyi işci sınıfının gündelik hayatına dair imgelerle, yaşam pratikleriyle vinyetlemelerle sunması. İşçi sınıfının hayatından manzaralarına dair etnografik gözlemlerle çarpıcı ve gerçekçi betimlerde bulunmuş yazar özetle. Yani az buçuk herkesin hem fikir olduğu ve tahmin edilebilir bir yaşam pratiğinin parçalara bölüp birleştirerek bir anlatı tercih etmiş.

İşçi sınıfı yaşamına dair kurgu eserlerdeki anlatımlarda kasvet, zorlu yaşam pratikleri, asık suratlar ve çaresizlik öne çıkmaktadır. Bu imge işçi sınıfına ait olmayan hemen herkes için bir ezberi de kodlar aynı zamanda. Hoggart’ın çalışması işçi sınıfının gündelik yaşam pratiğine dair anlatı parçalı bir etnografik imgelerle kurulduğundan ötürü sadece istatistik veri üzerinden ilerleyen çalışmaların veyahut kurgu eserlere sinmiş yoksulluk, mağlubiyet ve kadercilik gibi kalıp yargılarda taca çıkıyor.

Çünkü Hoggart’ın yine kitap boyunca bizlere sıklıkla hatırlattığı gibi, zorlu yaşam koşullarına dair işçi sınıfının verdiği en büyük yanıt “anı yaşamak” ve temaşa oluyor. Hoggart, aynı zamanda hayatın zorlu, statik ve durağan olduğu kadar eğlenceli ve yaşam dolu da olabileceğini bir kez daha net bir şekilde ortaya koyuyor bir bakıma. Hayatta olduğun sürece, ondan keyif almana da bakarsın çünkü. Bir süredir Türkiyeli emekçilerin eğlenceli tik-tok videolarının bu denli dikkat çekmesi de Hoggart’ın önermesini doğruluyor. Örnek: https://www.theguardian.com/…/tiktok-gives-voice-turkey…

Bununla beraber Hoggart, çalışmasında savaş sonrası Britanya’nın hızla yükselen refahı, alım gücünün artmasıyla beraber işçi sınıfının ekonomik koşulların görece iyileştiğini ve bu iyileşmenin de hayatı bir nebze olsun kolaylaştırdığını hatırlatıyor. Ekonomik iyileşmenin bir  başka olumlu tarafı da ailelerin genç kuşakları arasında artan eğitim imkanı olmuş. İşçi sınıfının ekonomik ve eğitim koşullarının iyileşmesi diğer taraftan da 1950 sonrası kitle kültürünün her haneye davetsiz bir şekilde girmesi yerleşik kültürün kaygan zemine oturmasına neden olmuştu. Bu son derece karmaşık husus, Hoggart’ın çalışmasının en önemli saç ayaklarından biri.

Kültürel ikilemler

Adorno gibi Frankfurt Okulu ekolü temsilcileri, popüler kültür ürünlerine dair derin bir mesafeleri vardır. Onlara göre bu ürünler, baya, düşük ve toplumu asla ileri götürmeyecek sabun köpüğü işlerdi. Frankfurt Okulu, kültürün hızla metalaşmasını, standart bir kalıp haline gelerek toplumu uyuşturduğu inancıydı. Birmingham Kültürel Çalışmalar ekolü ise, hem işçi sınıfını daha yakından tarif etmek hem de giderek tüm dünyayı etkisi almaya başlayan kitle kültürünü daha iyi anlayabilmek için çalışmalarını doğrundan kültür, kimlik ve ekonomi eksenli kurmaya çalışmalardı.  Özellikle 1960’lı yıllarda ivme kazanan rock müzik, polisiye romanlar, sinema ve televizyon popüler kültür tanımını da yeni baştan yazılmasına neden olmuştu.

Hoggart’ın işçi sınıfı ve kültüre dair tuttuğu projeksiyon ise yine en başta işçi sınıfına dair ezber kalıpların dışına çıkmak oluyor. Burada Hoggart’ın bize hatırlattığı en önemli husus, işçi sınıfının edilgen yani kitle kültürüne dair gördükleri, izledikleri her şeyi olduğu gibi alımlamadıkları oluyor. Tıpkı yukarıda aktarmaya çalıştığımız gibi, işçi sınıfı yaşamın sert koşullarına nasıl temaşadan vazgeçmeyerek, hayatta kalarak bir yanıt veriyorsa, kitle kültürü yağışına karşı da bir mesafeyi koruyarak “bizler”, “onlar” ikiliği yaratarak bir kültürel direnişe geçiyorlar. Burada da en önemli husus, kitle kültürü ürünlerinin yapaylığının bilincinde olmak, “gerçek hayatta” bu türden şeylerin yaşanamayacağını bilmek, bu ürünlerin en fazla kafa dağıtmalık yapımlar olduğunu bilerek izlemek… Hoggart bu bilince ek olarak evin, dış dünyaya karşı koruma kalkanı görevini gördüğünü ve aile-cemaat-sınıf arasındaki sıkı kültürel aktarımların da işçi sınıfı kültürünün devamlılığı, otantikliği ve biricikliği açısından çok önemli olduğunu belirtiyor. Yazar, bunun özellikle kuşaklar arası diyaloğun sürmesine ve işçi sınıfına has kültürün korunmasını sağladığı görüşünde. Hoggart her ne kadar, işçi sınıfın kültürünü ve yaşam pratiğini dış dünyaya karşı korumaya, modern müphemlik fırtınasına direnmeye çalışsa da, kitle kültürünün her yerden sızmasının kaçınılmaz olarak kuşaklar arası aktarımın kopmasına neden olabileceğini inancında. Yazar, işçi sınıfının küçük mahallerde farklı jenarasyonlar arası süre giden kültürel aktarımın, kentin büyümesi ve soylulaştırılması ve  kitle iletişim araçlarının yaygınlaşmasıyla yerleşik kültürün biricikliğinin ortan kalkması tehlikesi yaşayabileceği inancında.

Hoggart, kültürel anlamda aynılık aynı zamanda başta edebi eserlerdeki nitelik kaybıyla, daha vahim bir tabloyla karşı karşıya olduğumuzu işaret ediyor. İşçi sınıfında, eğitim, okuma ve yazma oranın artması, tüketilen eserlerdeki niteliği arttıramadığı tam aksine kültür endüstrisinin manipülasyonu nedeniyle ucuz ve okunduktan kısa bir süre sonra unutulacak, hayatla doğrudan temas etmeyen sabun köpüğü eserler tarafından etraflarının sarıldığını işaret ediyor. Yazar, kitle kültürünün herkesi ortak bir yaşam ideali etrafında kümelendirdiğini, tüketim pratiklerini aynı standartlara tabii tuttuğunu bunun sonucunda da hızla sınıfsız  bir topluma yöneldiğimizi belirtiyor

Kitabın 1950’li yıllarda yazıldığını düşünürsek ve 1990’lı yılların tarihin sonu tezlerinin kabul gördüğünü de tanık ettiğimiz düşünülürse Hoggart’ın karamsarlığının gerçekleştiğini düşünülebilir.  Hoggart’ın işçi sınıfı kültürün buharlaşmasına dair itirazı ve endişesinin esas kaynağı, onların savaş, sağlık sorunları, siyasi belirsizlikler ve ekonomik darboğaza karşı geliştirdikleri bir anlamda hayatta kalma dürtüsü olarak da tarif edilebilecek kültürel yanıtın ortadan kalmasıdır. En nihayetinde küçük mahallelerde, semtlerde, evlerde kuşaklar arası yaratılmış kültürün yerini haz ve maddi odaklı bir yaşam pratiği almaktadır. Bu da en başta politik mücadelenin önüne geçecek bir tehlikedir. Ayrıca Hoggart’ın dikkatini çektiği bir başka husus, kitle kültürünün seçim sansı bırakmayan dayatmacı anlayışıdır. Burada da özgürlük ve seçim meselesi de ayrı bir tartışma noktası olarak duruyor. Çünkü yazar göre işçi sınıfının rızasının alınmadığı bir kültürel dönüşümle karşımızda dikilmektedir. “Kendinden fazlasıyla emin bir özgürlük anlayışı, kendi seçimlerimizden, kararlarımızdan ve neticede de kaderimizden sorumlu olduğumuz fikrine çok şey borçludur”.

Okuryazarlığın Kullanımları’nda Hoggart’ın işçi sınıfına dair araştırmasında önünde hali hazırda bulunan tüm alet çantalarını bir kenara bırakarak, farklı alet, edevat ve güzergahla ilerlemesi, hiç kuşku yok ki meseleye dair çok sayıda yeni söz söyleme olanağı sağlamış. Buradaki sözün de klasik bir araştırmanın nihayete erdirdiği bir tartışma değil tam aksine yeni kanaatlerin ortaya çıkmasına imkan veren bir virgül olmuş. Hoggart, cevaplar yerine hep yeni sorular sormuş, çünkü 1950 sonrası hızla ilerleyen ve değişen dünyada toplumun aynı kalmasının o kadar da kolay olmadığını bilincinde hareket etmiş. Heretik Yayınları bu zorlu ekonomik koşullara rağmen kitabı yayınlatarak büyük iş yaptı. Sadece sosyal bilimle uğraşanların değil, bu meseleye ilgi duyan herkesin okuması gereken gerçek bir başyapıt.

edebiyathaber.net (24 Şubat 2022)

Yorum yapın