Bu dünyada bir çıkış yolu var mı? | Havanur Taflan

Mart 25, 2024

Bu dünyada bir çıkış yolu var mı? | Havanur Taflan

İnsan, varoluşunun temel sorunu olarak görür yaşamının anlamını… Yaşamı anlamsızlaştığında sorgular hep. Nedenler etrafında dönüp durur. Beyhude bir çaba olsa da bu… İnsanın kendisini ve dünyayı tanımlayabilecek herhangi bir nesnel gerçekliği yoktur çünkü Cioran’a göre. İnsan, sadece kendi bilincinin içinde yaşar ve bu bilinç de sürekli değişir. Ne olduğunu veya ne olması gerektiğini bilemez bu yüzden. Ve yaptığı her şey… Bu anlamsızlıktan kaçmak için bir çabadan ibarettir. Ona göre bu çaba da boşunadır. Çünkü hiçbir şey insanı tatmin ve mutlu edemez.

Ölümün sıradanlığının farkında olup batıl inançların evreninde savrulur insan. Evrenin sallanıp çöktüğünü hissettikçe inatçı bir umutsuzlukla da çöküşün hızlanmasına yardım eder. İşte bu insanların hikâyesini anlatır Jean-Baptiste Del Amo, Hayvan Hükümranlığı’nda. Pis kokuların etrafa yayıldığı; insanların kötülüğü kuşaklara nasıl aktardığının hikâyesidir anlatı… Fransa’nın kırsalında bir köyde geçen hikâye kuşaklar arası sıçramayla insanın o değişmeyen yüzünü tüm çıplaklığıyla gözlerimizin önüne serer Del Amo. İnsanın doğaya, hayvanlara olan zulmünü… Yoksulluğun girdabında hayatta kalma mücadelesi gibi gözükse de bu insanlardaki direngenlik… Aslında kötülüğün çirkin yüzüdür. İnsanların ve hayvanların doğup, yaşam mücadelesi verip sonra öldüğü o yaşam döngüsü içindeki değişmeyen kötülüğün sesini kulaklarımıza fısıldar anlatı boyunca. Oysa yaşamak hayatı olduğu gibi kucaklamak değil midir? Doğumları, ölümleri, mutsuzlukları… Yaşamın tüm kaidelerini bilmelerine rağmen ona düzen vermekten neden acizdir insanlar?

İnsan, hayvanlar gibi olmak için doğdu, diyor Cioran. Yaşadığımız her şey dâhiyane bir hayvan olma isteğimizin sonucu… O iflah olmaz sonsuz ilerleme arzumuzla dünyayı yeniden inşa ederken kendimizi yıkıyoruz aslında. Ama hiç farkında değiliz bunun. Uygarlık, ilgimizi uyandırmak için ödüller verse de bize; güvensizliğimizi ve zıvanadan çıkışımızı artırmaktan başka bir şey yapmıyor aslında. Tarih boyunca icatlar yapıp iktidar olmaya çalıştık çalışmasına da… Sonuç kocaman bir hüsran… “İktidarı hedefleyen ve ona erişenler hiçbir zaman kuvvetliler olmaz; hile ve sayıklamayı birleştiren zayıflar olurlar.”

Anlatının ilk bölümünde, isimsiz bir kadın ve erkek karşılar bizleri. Bir de tıpkı hayvanlar gibi çoğalma içgüdüsüyle sahip oldukları kızları Elenore… Çocukluktan ergenliğe geçişte annenin ona ‘lekelenmişsin’ diye bağırması… Tüm hikâyenin içindeki insanların nasıl kötülüğün girdabında savrulduklarının işareti gibidir. Annenin kızını katlanılmaz bir yalnızlığa ve karanlığın içine hapsederken insanın varoluşundaki anlam eksikliğinin hurafelerle çevrili dünyası da bizi sarmalar. ”Havva’nın yılanın onu baştan çıkarmasına nasıl izin verdiğini hatırla. Neden bu dünyada olduğumuzu unutma, onun hatası yüzünden. Tanrı ona çocuk doğururken çok acı çektireceğim, ağrı çekerek doğum yapacaksın, kocana istek duyacaksın, seni o yönetecek demedi mi?”

1914 yılına sıçrayan anlatı, savaşın korkunç yüzünü köye çevirir. Savaşa alınacak tüm erkekler öldürmek zorunda kalacaklarını bilirler. “Savaşta öldürmek gerekir, yoksa ne anlamı var savaşın?” Bu bir gerçeklik, belki de bir nedendir onlar için. Oysa hiç de yabancı değiller buna. Domuzların boynuna, tavşanların göz çukurlarına bıçak sapladılar. Geyikleri, yaban domuzlarını vurdular. Doğdukları günden bu yana cinayet izlediler. Babalarının ve annelerinin, hayvanların canlarını alışını izlemediler mi? Kanın kokusunu da tadını da biliyorlar. Ama… Ya bir Alman askeri? Nasıl öldürülür? Savaş söz konusu olsa da bu onları katil yapmaz mı? Zaten değiller mi? Erkeklerin savaşa gidişiyle her yerde hissedilen ve yeni hurafelerin doğmasına yol açan bir boşluk… Onun içinde donup kalırlar geride kalanlar. Erkeklerin yokluğunu kadınlar doldururlar hemen. Ama… Hiçbir şey eskisi gibi değildir artık. Arkaik dünya onlarla birlikte çekip gitmiştir.

Hikâyenin ikinci sıçramasında hiçbir şeye karşı kendini savunamayan ihtiyar Elenore’in torunuyla olan konuşması bekler bizi. Sonra oğlu Henri’nin erken yaşta kaybettiği karısının fotoğrafına baktığı sahne kadrajımıza takılır. Ondan kalan tek resme bakarken başka bir adam var karşımızda. Aileye sonradan katılan kadınların her tarafı sarmış kötülüğü değiştirme istekleri, dünyanın değişebileceğine olan inancımızı tazeler.

Henri’nin iç konuşmaları pişmanlığın kırıntıları gibi gözükse de yazgılarını kabul etmiş insanlar onlar. Atalarından aldıkları pis kokuların etrafında dönüp dururlar hep. Çocuklar kurtulmak isteseler de…  Babalarının öfkesinden korktukları için dile getirmezler bunu hiç. Hayvansal içgüdülerle hayata tutunma çabası her şey… İnsanın o varoluşundaki amaç… Anlamını tamamen yitirmiş burada. Dişileri döllemek için damızlıklar dışında değerli hiçbir şey yok. Bu çatıyı ayakta tutan tek şey… 

Eski bir gemiyi andıran bu evin yüzyıllık ahşap iskeletindeki o çatırdamalar… Geçmişin gelecekte bıraktığı acıların sesi gibi kulağımızı tırmalıyor. Hikâye ilerledikçe de domuz çiftliğinin o pis kokusu üzerimize siniyor. Nesiller boyunca domuzların kokusunu üreten onlar gibi kokma hüneri edinen insanların kokusu bu…

Toprağa kök salmış çürümenin kokusu her tarafa yayılırken… Catherine ise radyoda her seferinde doğru frekansı aramak gerekircesine sürekli karıştırıyor zihnini. On yedi yaşında yaşadığı bu köyü, anne babasını terk etmek isteyen bu kadın; şimdi daha kötü bir girdabın içinde kıvranıp duruyor. Pis kokulu cıyaklayan domuzlar ve erkeklerin barbarlığıyla çevrili, çökmek üzere olan bu evde delirmek üzere… Henri’nin oğlu Serge’yle evlenmek zorunda kalmasaydı…Bu evlilik de iki kardeş arasındaki kopuşun nedeni olmasaydı…

Erkeklerin ıskartaya çıkmış dişi domuzları kamyona nasıl götürdüklerini, sayısız doğum yapmaktan bağırsakları dışarıya fırlamış domuzlara neler yaptıklarını gördüğünde… Ya kocasının ‘alışırsın zamanla’ demesi…   Bu vahşet karşısında çaresiz… Oysa bir terk edebilse burayı… Ama cesaret edemiyor bir türlü. Bu ev, bu çiftlik tamamen ortadan kalksa keşke… Canavar adını verdikleri damızlığın çiftlikten kaçması ve büyükbabanın hastalanması hızlandırıyor çöküşü. Günlerdir, haftalardır uyuyan Catherine, zamanın yok olup gittiği derin bir geceden sonra, tahrip olmuş bilincinin girdaplarına yansıyan bu çıkmazdan uyanıyor. Yozlaşmış bir soyun devamını sağladığı çocuklarını bile almadan üstünü değiştirip uzaklaşıyor çiftlikten. Alın yazısının zincirini kırıp -umutsuzluğun girdabında- insanların daha iyi olduğu, olabildiği bir dünyaya doğru… Gerçekte öyle bir yer var mı ki!

Dünyayı değiştirmek değil; sorular sormak ve sordurmak için yazdığını söylüyor Del Amo. İnsanların gelenek yoluyla aktardıkları ve yalnızca içgüdülerini takip ettikleri bir dünyanın içine bırakıyor bu yüzden okuru. Yüzyıllardır değişmeyen kötülüğün tam merkezine… Edebiyatın da amacı içinde bulunduğumuz gerçekliği fark etmemizi sağlamak değil mi zaten?  Anlatının sonundaki çöküş…  Bir son, bir çıkış yolu değil… Aynı döngünün etrafında dönüp durduğumuz gerçekliği… Değişen ise sadece zaman, mekân…

Ama yine de… Canavar gibi tüm pis kokuları ardında bırakarak uzaklaşan Catherine ile küçük de olsa bir umudu serpiyor yüreğimize anlatının sonunda yazar. Catherine’in kurtulduğunu düşünüp bir yerlerde iyiliğin tohumlarının yeşerdiğini… Belki bu bir yalan… (Ama yine de inanmak istiyorum ben) Ona da tutunmazsak nasıl yaşayabiliriz ki bu dünyada! “Yaşamak, inanmak ve ümit etmek olduğu kadar kendine yalan söylemektir” demiyor muydu Cioran?

Kaynak;

E.M.Cioran, Var Olma Eğilimi, Çev. Kenan Sarıalioğlu, Metis Yayınları

Jean Baptiste Del Amo, Hayvan Hükümranlığı, çev. Şule Çiltaş, Çan Yayınları

Yorum yapın