Başak Baysallı: “Unutmak belki de en büyük yabancılaşma, en derin yalnızlık.”

Aralık 23, 2022

Başak Baysallı: “Unutmak belki de en büyük yabancılaşma, en derin yalnızlık.”

Söyleşi: Mehmet Özçataloğlu

Yakın tarihimizden beslenerek çıktığı yolda Fresko Apartmanı’ndan sonra üçlemenin ikinci kitabı olan “Sarkaç” üzerine yazarı ile söyleştik.

Şunu sorarak başlamak istiyorum. Nedir sizi bu konuya yönlendiren?

Geçmişte neler olup bittiğini, bugünlere nasıl geldiğimizi çok merak ediyorum. Yıllardır yakın tarih üzerine okuyorum, çalışıyorum. Günümüzde olan biteni idrak edebilmenin yolu geçmişi bilmek ve anlamaktan geçiyor. Bugün sorduğumuz neden sorusunun yanıtı tarihte gizli. Yıllar önce yola öyküler ve romanlar yazmak için çıkmamıştım. Tek amacım öğrenmekti. Tabii öğrendikçe, ülkemin gerçekleriyle yüzleştikçe işler değişti. Yazarak dünyayı değiştiremeyeceğimin farkındayım, ancak öğrendiklerime dair bir şeyler söylemeden durabilmek de benim için pek mümkün değildi. 

Kitabı okuyup bitirince dilime düşen şu oldu: “Yaralar kabuk bağlıyor ama iyileşmiyor!” Katılır mısınız bana?

Kitabın son cümlelerini yazdığımda benim de zihnimde sizin kurduğunuz cümleye yakın ifadeler belirmişti. Kabuk düşse dahi yaranın izi kalıyor. Hiçbir acı geçmiyor, iyileşmiyor. Toplumsal hafızada yer alan travmalarla samimi bir yüzleşme ve hesaplaşma olmadıkça da toplum olarak iyileşmemiz ve daha güzel bir gelecek kurmamız imkânsız. Kabuk bağlayanların yanında yeni yaraların açılması da kaçınılmaz. Ne yazık ki… 

Kitabın bir bölümünde “Belki de insan o yaşlarda hatıra nedir bilmezdi” diye yazmışsınız. İnsanın, hatıranın ne olduğunu bilmediği yaşlar olabilir mi? Bir de şunu sorayım, hatırasız olabilseydik yaşam daha güzel olur muydu? Yasef’in de dediği gibi “hatırlamayı unutsak!”

Çocukluk ve gençlik yıllarında geçmişle ilgilenmeyiz, hatta zaman geçsin ve bir an önce büyüyelim isteriz. Çocuklar ve gençler için aile büyüklerinin anılarını dinlemek dahi çoğunlukla sıkıcıdır. Düşünüyorum da geçmişe her ne kadar meraklı bir çocuk olsam da dedemin anlattıklarını öylesine dinlediğim günler olurdu. Onu şimdi dinleyebilseydim hiçbir şey kaçırmamak için dikkat kesilirdim. Sanırım geçmiş, biz büyüdükçe hafızadaki yerini alıyor; yaşlandıkça daha da kıymetleniyor. Yaş ilerledikçe hatıralar en güçlü dayanağa dönüşüyor. Gençlik yıllarında an önemliyken, yaşlılıkta geride bırakılan günler önem kazanıyor. İlerleyen yaşı nedeniyle çok şey görüp geçirmiş, kayıplar yaşamış insanı hatıralar oyalayabiliyor ancak. Hatırasız yaşayabileceğimizi, bu dünyaya katlanabileceğimizi düşünemiyorum. Yasef, “hatırlamayı unutsak” dese de içten içe bunun mümkün olamayacağını biliyor. Öte yandan Eleni hatırasız kalmaktan ürküyor. Unutmak belki de en büyük yabancılaşma, en derin yalnızlık.

Kitapta, çok ilginç bir ölüm tanımlamasıyla karşılaştım: “Herkes masanın üzerindeki bir çift ayakkabıya baktı. Lena İliadis’in siyah ayakkabılarına… Makras’ın elinden çıkma, bilekten bantlı, metal tokalı, alçak kalın topuklu ayakkabılara… Gördükleri, yalnızca bir çift ayakkabı değil, yokluğun izdüşümüydü. Ölüm, temmuz sıcağında, Kurtuluş Sondurak’ta, Aya Dimitri Kilisesi’nin yakınlarındaki iki göz evde masanın üzerine bırakılmış bir çift ayakkabıydı. O kadar.” Soğuk bir kavramın sıcak (iç yakan) bir tanımlaması bana göre. Neler söylersiniz bu konuda?

Ölümden sonra geride hep bir şeyler kalıyor. Ölen kişiyi bize hatırlatacak bir koku, ses, görüntü, eşyalar… Ölümün hep oralarda kol gezdiğini düşünürüm. Uzakta değil, çok yakında olduğunu… Ölüm, soyut bir kavram değil benim için. Hayatın içindeki, yanı başımızdaki görüntülerde mevcut. Kaybettiğimiz bir yakınımızın elinin değdiği işlemeli bir örtüde ya da geride bıraktığı düzenli çekmecede… Ölüm, tam da orada, baktığımız yerde. Lena’nın siyah ayakkabılarını da ölümün kendi varlığını sergilediği, görünür kıldığı bir eşya olarak metne yerleştirmek istedim. 

Cenaze ritüellerini, yılbaşı gecesini oldukça detaylı bir şekilde anlatmışsınız. Okur, bizzat yaşadığınızı bile düşünebilir, öylesine canlı anlattıklarınız. Bilgi toplama sürecinden bahseder misiniz biraz?  Geçmişe de dayalı olduğu için bu anlattıklarınız, oldukça zorlamıştır sizi.

Yazmak istediğim hikâye ana hatlarıyla belirdiğinde Sarkaç’ın bir dönem romanı olacağını hissetmiştim, tabii ki başlangıçta fikrin kendisi bile beni tedirgin etmeye yetti. Üstesinden gelebilecek miyim, diye endişelendiğim de oldu, ama kendimi bu düşüncelerden kurtarıp vakit kaybetmeden çalışmaya başladım. Yıllardır okuduklarıma, dinlediklerime, gözlemlediklerime yenilerini eklemek zorundaydım, elimdekilerin yetmeyeceği aşikardı. Yazacağım tarih aralığını belirledikten sonra araştırma ve inceleme kitaplarını, döneme ait dergi ve gazeteleri sayfa sayfa okudum. İstanbul Araştırmaları Enstitüsü ve çeşitli müzelerin, kütüphanelerin arşivlerinden fotoğraflara, resimlere, kartpostallara ulaştım. Sinema filmleri, afişleri, kitap kapakları, plaklar, dönemin restoranlarına ait menüler dahi yararlandığım kaynaklar arasındaydı. Kitapta yer vermek istediğim konularla ilgili konferanslara, söyleşilere, sözlü tarih çalışmalarına katıldım. Karşılaştığım, sohbet edebilme imkânı bulduğum herkesten bir şeyler öğrendim. Sözünü ettiğiniz cenaze töreni sahnesi mesela… O bölümü yazabilmek için kiliselerdeki cenaze törenlerine katılarak gözlem yaptım, sonrasında hem kilise görevlilerinden hem cenazeye katılanlardan bilgi aldım. Kitaptaki gibi bir yılbaşı sofrasında bulunamadım, ancak yılbaşı sofrası nasıl kurulur, o gecenin ritüelleri nelerdir, araştırmalarım sırasında tanıştığım Niko Sariyanidi ve Despina Özprodomos’tan bu konularda yardım istedim, sağ olsunlar, beni kırmadılar. Okuduklarım ve onların anlattıkları ışığında o sofrayı kurmaya çalıştım. Elbette kurgunun gerçekliği ile yaşamın gerçekliği aynı olamaz. Ben dönemin atmosferini yaratabilmek için olabildiğince gerçeklere dayanan bir roman yazmaya çalıştım, ancak kurguda yaratılan gerçeğin yeni bir gerçek olduğunun da altını çizmek isterim. Tabii ki tüm bunları olabildiğince canlı anlatabilmek için dil üzerine çok düşündüm. Anlatmak istediklerimi, karakterleri, mekânları nasıl bir üslûpla görünür kılabilirdim, bu soru da yazma süreci boyunca peşimi bırakmadı.

Kitabın sonunda bir sis perdesinin içinde kaldık. Üçlemenin son kitabında bu sis dağılacak mı? Okur neyin içinde kalacak?

Fresko Apartmanı’nı ve Sarkaç’ı yazarken üçüncü kitabın taslaklarını oluşturmaya başlamıştım, hikâyesi ve sınırları az çok belli, ancak Sarkaç’ı yazdığım süreçte çok yorulduğum için yazmaya biraz ara vermek ve dinlenmek niyetindeyim. Üçlemenin son kitabında kalanları değil de gidenleri anlatmak istiyorum, farklı şehirler ve bambaşka mekânlar üzerine çalışacağım bir süreç beni bekliyor. Yola çıktığımda ya da hikâyenin sonuna geldiğimde sis dağılır mı, bilemiyorum, sanırım buna yanıt vermek için henüz erken. 

edebiyathaber.net (23 Aralık 2022)

Yorum yapın