Ahmet Büke: “Denizcilik dili yeni bir dil öğrenmek gibiydi benim için”

Mayıs 2, 2022

Ahmet Büke: “Denizcilik dili yeni bir dil öğrenmek gibiydi benim için”

Söyleşi: Merve Koçak Kurt

Her edebiyatçının ‘şehir’ ile kurduğu bağ/ilişki diğerinden farklıdır. İçinde bulunduğu, içinden geçtiği, durduğu, durakladığı, bağ kurduğu, sevdiği, nefret ettiği, kızdığı şehir onun yaz(g)ısı mıdır aynı zamanda? Merak ettik. Edebiyat Haber olarak “Şehir Söyleşileri” yapalım dedik. Köşemizin bu ayki misafiri Ahmet Büke oldu. Büke, “Edebiyat hem kollarımızda ölüsü uzanan eski şehirlerimizi, hem onları şimdi süslü bir kefen gibi sardığımız modern kentlerimizi hem de bu işin faillerini anlamak ve anlatmak için faydalı olabilir.” diyor.                                                        

-Yolunuz hangi şehirlerden geçti? (Doğduğunuz, doyduğunuz, durduğunuz şehirlerin başlıcaları…) Geçtiğiniz yerlerden en çok hangisinde dur(akla)mak iste(r)diniz?

Gördes’te doğdum. Anne tarafım Akhisar’a yerleşmişler zamanında. Dedemlerin yanına tatillerde çok giderdim, Akhisar’ın Çınar Kitapevini hiç unutamıyorum. Genelde pek para olmazdı ama kitapları seyretmeye hemen hergün giderdim Akhisar’dayken, çok güzel vitrini olurdu. Liseyi İzmir’de okudum. Yolda karşılaşılan insanların çoğunu tanımamak çok tuhaf gelmişti başlangıçta. Sokak dediğin herkesin herkesi tanıdığı bir yerdi bana göre. Sonra bu tanımamazlık ve aldırmazlık halini epey sevdim. İnsan sadece şehirlerin kalabalığında kendi başına kalabilirdi. Taşrada herkes her şeyi bilir, az insandan kaçıp kurtulamazsın. Şehirlerim büyük, müthiş ve işe yarar boşlukları vardı. Aynı kitaplar gibi… Sonra bir süre Ankara’da üniversitede okudum. Babamla Ankara’nın merkez sokaklarında yürüdüğümüz günü hatırlıyorum. Bu kadar çok at kestanesi dikilmesine bozulmuştu. “İnsan yenecek meyve veren ağaç yetiştirir,” diye söylenmişti. Ankara’ya çabuk alıştım ve sevdim. En çok ucuz tiyatrolarını, kitapçılarını ve kütüphanelerine bayıldım. Sonra İzmir’e geri döndüm. Bir süre de İstanbul’da yaşadım. İstabul’un da en çok İzmir’e geri dönmesini sevdim. Benim mutlu olabileceğim bir yer değildi galiba.

-Büyüdüğünüz şehrin en unutamadığınız mekânları nereler? Yazarken, sizde nasıl imgeler oluşturdu buralar? Nasıl çoğalttı kelimelerinizi?

Gördes’in Havuzlu Çarşısı örneğin. Gördes çarşısının oratasında büyük bir süs havuzunun etrafında çınarlarla ve kahvelerle dolu bir yerdi. Şimdiki yerel yönetimler epey bir bozdu ama eski hali çok güzeldi. Çok öykümde geçer, hatta Deli İbram Diva’nın da bile bir ada coğrafyasını anlatmama rağmen Havuzlu Çarşı var. Akhisar Tren İstasyonu’nu da sayabiliriz. İzmir Postası’nın Adamları’ndaki istasyona Varamayan Ahmet bir türlü varamadı örneğin. Sonra İzmir Karataş ve Karantina; İkiçeşmelik ve Mezarlıkbaşı ve elbette Pasaport İskelesi ile eski rıhtım. Bu yerlere gelip yerleşti hep öykülerime.

-Bir yazar olarak, içinde bulunduğunuz şehre dair ne söylersiniz? Edebi açıdan sizi besleyen ortamlar var mı? Yoksa, o ortamları siz mi oluşturursunuz daha çok?

Kitaplardan beslendim ben daha çok. Bir de izlediğim kalabalıklardan. Çok az yazar çizer arkadaşım oldu. Dolayısıyla bir edebiyat ortamını pek tanımadım desem yeridir.

-Kadim şehir/modern kent kavramları üzerine ne dersiniz bir edebiyatçı olarak? Edebiyat, neresinde bu kavramların en çok? Bu kavramlar edebiyatın neresinde?

Artık elimizde kadim bir kent ve kadim mekanlar kalmadı. Öldürülmüş olanlarının arasında yaşıyoruz. Bugün kadim kent, büyük medeniyet, ecdat vs. diyenlerin epey bir çoğu bu sonucun öznelerinden pek bahsetmiyor. Faili saklamanın en iyi yolu bu galiba. Edebiyat hem kollarımızda ölüsü uzanan eski şehirlerimizi, hem onları şimdi süslü bir kefen gibi sardığımız modern kentlerimizi hem de bu işin faillerini anlamak ve anlatmak için faydalı olabilir.

-En iyi yazdığınız/anlattığınız ortamlar/mekânlar, içinde bulunduğunuz ortamlar mı? Hiç bilmediğiniz ortamları,  görmediğiniz yerleri, gitmediğiniz şehirleri, bulunmadığınız mekânları yazarken ilham aldığınız şeyler neler? “İnandırıcılığı” nasıl sağlıyorsunuz? Eğreti duran/durabilecek ifadelerden nasıl arındırıyorsunuz metinlerinizi?

Denizci değilim, hayatımda hiç balık avlamadım, bir tekneye çivi çakmadım, bir adada doğru düzgün yirmi dört saat geçirmedim. Hemen hiç deneyimlemediğim bir kültür. Ama Deli İbram Divanı’nı yazdım. Çok okudum, çok izledim ve çok dinledim. Çok çalışarak her meseleyi anlatabiliriz aslında.

-Öykü ile başlayan yazı serüveniniz dallanıp budaklandı sonra. Çocuk kitaplarında da gördük isminizi. Son olarak “Deli İbram Divanı” romanıyla selamladınız okuru. Romanda, Köstence ve İzmir ete kemiğe bürünmüş gibiler sanki. Bir şehri yazmak için önce neresinden başlar adımlamaya yazar? Öykü’den roman’a geçişinizin hikâyesini dinlesek kısaca sizden…

Aslında öyküden romana geçmedim. Hikâye anlatmayı sürdürüyorum. Son kitapla biraz daha uzun ve ferah anlattım sadece. Bir şehri anlatmaya neresinden başlarız sorusunun bir yanıtı yok ya da ben bilmiyorum, diyeyim. En altta yatan bir ana hikaye ve onu besleyen yan hikayecikler her defasında kendini nasıl anlatılacağını yazara gösteriyor. Hikâye yazarlığı da biraz siyaset yapmaya benziyor aslında. Aklınız bir program ve kaba yol haritası var ama sahaya ayak basınca yani işe gerçekten soyununca Hanya’yı Konya’yı anlıyorsunuz. Çoğu şey yıkılıp yeniden kuruluyor. Hatalarınızı tamir etmeye, dağılan hatlarınızı toparlamaya ve yola devam etmeye çalışıyorsunuz. Eğer doğru yığınak yapmamışsanız daha da çok hırpalanıyorsunuz. Durup yeniden okumak, araştırmak vs. gerekiyor. Riskli, hata yapmaya açık, yenilgiye yakın bir iş. Ama bunun başka bir yolu da yok. Karşıya geçmek için o akıntıya girilecek bir mutlaka!

-Diliniz, hangi (ş/n)ehirlerin yatağından beslendi/besleniyor? Deniz’in kelimelerini diğerlerinden ayıran şey nedir sizin için?

Denizcilik dili yeni bir dil öğrenmek gibiydi benim için. Hiç bilmediğiniz bir şeyi öğrenirken yaşanan bütün süreçlere şahit oldum. Başlangıçta zorlanma ama anlama başladıkça alınan büyük bir haz… Tabii öğrenilmiş, bitmiş ve ustalığa erilmiş bir süreç değil bu. Kıyısından köşesinden deneyimledim henüz.

-Eskiden “Portakal Çiçeği”, “Kediseven”, “Acıçeşme”, “Kumrular”, “Meneviş” gibi isimler verilirdi sokaklara. Şimdilerde yeni sokaklar genelde hep numaralı… Kentin belleği ya da belleksizliğine dair ne söyleyeceksiniz, içinde bulunduğunuz şehre dair? Bir de, bulunduğunuz şehrin en sevdiğiniz sokak isimlerini sorsak size…

Artık bu gerçeği kabul etsek iyi olacak bence. Bildiğimiz, büyüdüğümüz, bizi var eden, sevdiğimiz şehirlemizi ve sokaklarımız öldü. Şimdi yeni bir dünya var. Buna uyum sağlayanlar yola devam edecek.

-“Bir Kış Gecesi Eğer Bir Yolcu” olsaydınız ilk hangi yazarın/şairin kapısını çalardınız bulunduğunuz şehirde? Hangi metni/nizi okurdunuz ona?

Yazar ve şair olarak kimsenin kapısını çalmazdım ama çok iyi okur arkadaşlarım var. Çok şey öğreniyorum onlardan. Onlarla uzun uzun oturmak ve lafalamak isterdim.

-Şehirlerle ilgili/şehir kavramına dair en sevdiğiniz üç film/öykü/şiir adı… desek.

Bir şehir değil ama bir adayı ve kasabayı en güzel anlatan romanlardan Yaman Koray’ın Deniz Ağacı’nı herkese öneririm.

-Edebiyatı bir şehre benzetseydiniz hangi şehre benzetirdiniz, neden?

Düşündüm de hiç benzetemedim.

edebiyathaber.net (2 Mayıs 2022)

Yorum yapın