Yüzünde bir akşam vakti | Feridun Andaç

Mart 23, 2021

Yüzünde bir akşam vakti | Feridun Andaç

Uyandım sabahına, gecenin tozunu atan gün seninle. Çağrısı olan bir bakışın tutkusudur aramızda çağıldayan. Çıktım senin şafağından, gece eski gece değil artık. Gün her gün yeni bir zaman ışığını taşıyor; bakınca, orada gözlerin var, yaşama çınıltın, teninin alevlendiren esrimeleri bir de.

Dokunmak gözlerine, dudaklarına, omuz başlarına, ısısına ellerinin…İçe çekilen bir deniz gibi duruşun, ara sıra köpüren bir dalgaya hazırlanır gibi taşıp gelen nefesin bu uyanışın çağıltısı artık aramızda.

Geceden sonra, günden önce doğanın ilk uyanışını hatırlatıyor  saldığın ışıltı. Adlandırmaya gerek yok, hissettikçe yaşar insan. Ten, esridikçe var eder kendini; çünkü, hayat deri değiştirme zamanını kendi mevsimlerine bırakır her canlının.

Biz ki, zamanın bize üflediği her şeyi dönüştürmeyi severiz. Bazen, bekleyişlerimizin bir karşılaşma ânına yaratmasına ad bulamayız. İşte, o iki ara zamanda, tutup bizi kıyımızdan ayıran çizgide; öteye geçmemizi sağlayanın ne olduğunu anlamaya çalışırken, bir kor gibi avuçlarımıza erişen, gözlerimizi yakan, tenimizi esriten, sözcüklerimizi dirilten, arzularımızı kıvandıran aslında o değişimin esintisi biraz da. Ama bu, her  karşılaşmadan süzülüp gelendir.

Gözün İklimindeydik Seninle

O ânın tutamacındaydı söz. Dönüp baktığımda gördüm içe işleyenin ne olduğunu. Susup kalmıştım, söz ırmağı akıyordu aramızdan. Ama dönüp bakamıyordum gözlerine, bir akkor gibi oradaydın. Kıyısızdık aslında birbirimize. Yazıp edeceğin günü bekleyen bir halim vardı. Ama sözünden önce gelip değmişti bana gözlerin. Alıp taşımıştım kendi zamanıma. Arada bir hatırladıkça baktığım, özledikçe gördüğümdün.

Yitik zamana bırakmıştım her şeyi. Gittiğini de unutmak istemiştim! Ne çok unutmak vardı oysa gözlerimizde, ne çok keder, ne çok bırakılmışlık izi…

Şimdi, kendini onaran bir bakışın ışığına tutuldum. Yersiz yurtsuzken,  kendine bir yurt edinenin sevincine böldüm günümü. Ve keder gene atına binmiş beni izliyordu. İmkansıza tutunduğumu öğütleyen gözlerime sadık kalmayacaktım, çünkü çekip almıştın beni göz iklimine…

Dokununca gözlerine anlamıştım bunu.

Sizi Taşıyan Bir Günde…

Şimdi, bir sessizlik sarmış ortalığı.   Gün ve bakışlar göz göz, dünyanın uğultusu bir başka bu sabah bana. Sabahın dili ne diye düşünürken, denizin bir ucunda, sizi taşıyan dalgaların kıyısında bekleyişin  bütün renklerini bana hatırlatan bir bakışla Paul Celan’ı okumaya verdim kendimi gene. Bachmann’la yaşadıklarına uzandım. Hüznün Labirenti Liege’ in yazıldığı  zamanlara döndüm. Oradaki iki bakışın izlerinin sindiği o denemedeki zaman şimdi aramızdaki ipiltinin zamanı gibi. Burukluk demiştim yazdıklarınıza sinen en belirgin duygu için.

Sözcükleri duygulara  siper ederek anlatmak …Bir anlatıcı ancak öyle başarabilir hayatının sızıntısına dönüşen burukluğunu anlatmayı…

Gözlerinize dokunduğum ânda o taşıyıcı olanı gördüm orada. Baktıkça çoğalan ışıltıyı…Aramıza sızanın ne olduğunu hatırladım sık sık, sonra…Zaman, bizi taşıyan zamanın rengine bakıyorum şimdi şu dizelerin içinden:

“Sonbahar, avucumdan yemekte yaprağını: biz dostuz.

Badem kabuklarından soyup zamanı, ona gitmeyi

               Öğretiyoruz:

Zaman, kabuğuna dönüyor.

Celan’ın bu şiirini fısıldayarak okuyordum sabahın o ilk ışıltısında kıyıdan, denizin sizi taşıyan sularına bakarak. Kendi zamanımızın zamanına bakarak

 Yalnızca  hissedildikçe anlamına kavuşan sözcüklerin bize yansıyan yüzünde düşündüm bir de yazdıklarınızı. Belki de bugün o burukluğu konuşacağız sizinle…

Çözüntü ya da Beklerken Seni

Bakışındaki buğuyu çöz, bir dil olmaya gerek yok. Zaman, bütün sızıntılarıyla güneşe meydan okuyor. Gitmeyi seçen göz, uçurumda gezinmeyi unutmaz. Hadi, kıpırtısına ver kendini sözcüklerinin. Unutuşlar biriktirir her zaman. Geçişler, durulmalar belki bir saman alevidir ömrümüzün, gene de bilmek gerek; yüzden geri ne kalır bize; gözlerle yürür ama sözcüklerle severiz birbirimizi.

Gidişin dili vardır, saklanan her şey oradan kendini sorgular elbette. Hadi kaşların bir hilal, gözlerindeki rimel benim aşkım desem de; bakışının sıcaklığı var asıl beni kendine çeken.

Geçitler kurmaya gerek yok, biz bir eşikteyiz seninle. Burukluk bir şehla bakış diyemem, çünkü yaşayarak varıyor o iklime insan.

Gene de seviyorum uzaklarda olmanı, imkansızı anlatıyor çünkü bu bana. Ama daha ötesi, söz; söz var aramızda bizi alıp taşıyan, göçüyorum ya sana sözcüklerle; biliyorum ki oradan bakıp anlayacaksın beni. Kıyıda olmakla yanında olmak bir değil elbette; ama bizi gezindiren söz alıp taşıyor başka zamanlara bakışımızı.

Hadi, dağıt yüzündeki alevi; gözlerindeki kaygılı bekleyiş imini. Gülüşüne sakladıklarını anlıyorum; biraz keder var orada, biraz burukluk…Hep öyledir, tamamlanamayan her şeyden bir iz taşırız sevmek istediklerimize.

Madem ki yol arkadaşıyız seninle, suskunluğuna bir ad bul sen de.

Buradayım, seninle bakışım çoğalıyor; tıpkı ay doğarken görünen gümişi bir ovadaki ışıltılar gibisini içimde bu sabah…

Dönüp çaresizce Canetti’nin “Kitle ve İktidar”ını okumaya veriyorum kendimi:

“Bir ulusun hiçbir üyesinin kendisini asla yalnız hissetmediğini söyleyebiliriz. Bu insanın adı verilir verilmez ya da o insan kendi kendini adlandırır adlandırmaz, kendisini ilişkilendirdiği daha büyük bir birim, daha kapsayıcı bir şey bilincine işlenir. Bu birliğin özelliği akrabalık ilişkilerinden daha yakın olmasıdır. Ulus, insanın ülkesinin, haritada bulunduğu şekliyle, coğrafi birimi değildir yalnızca; ortalama insan buna kayıtsız kalabilir…”

Feridun Andaç – edebiyathaber.net (23 Mart 2021)

Yorum yapın