Mart 2018
Külün rengini unuttum. Hadi ağula beni. Zamansız baykuş de, içinden geçilemeyen ayaz. Rüyalarından çıkamayan derviş aklı, sanki bir berduşluk kederi var sözlerinde. Hele de gitmeye meyilli bir yâr edenmişse kendine. Tesellisi yok, nafile sözcüklerden yaratma duygularını. Ötelenen bakışın sığlığı elem verir.


Evet, gitmeli sese; öyle ki ağrısı olan zaman yıkıntıların dili. Şimdi, az önce, sayrılar yoluna çıkmıştın düşlerinde. “Neden daha önce gelmediniz,” diyen bir hariciyle söze durmuştunuz. Labirenti andırıyordu yol, buzullarla çeperlenen bir dünyaydı geçtiğiniz koridorlar…Sizi karşılayan bakışlar korkularını sindirerek lezzet taşıyordular masanıza. O ise, umursamamıştı ilkten bu karşılaşmayı.
Aklındaydı son okuduğun satırlar: “…harici olarak etiketlenen kişi de meseleye farklı bakıyor olabilir.” Evet, biliyordun ki artık bir ret eyleminin ardına takılıp gitmeyecekti gönlün. Eğer ki bu da gitmenin hanesinde zamansız rüya deyip kendini çekeceksen; hiç müdana etme, yolunu da gözünü de karart.
Bir dilin anlatanı da olsanız, o kendi göklerinin sanrısıyla yaşamayı ezber kılmıştı. Kaçışlarını sığınışın, bakışlarını hazzın kollarına bırakabiliyordu. Kendince adlandırmaları vardı.
Akl-ı zaman üryandır derler ya, aldırma; sen kendi dilinde konuştun hep. Tesellisi yok içindeki sesin. Bildiğin şeydi, hissen yoktu o duygularda. Duvarlar buz, kapılar kapalı, pencereler puslu…Yeğni tutmak niye peki gönlünün alevini. Uslandır gözlerini, bir de sesindeki tınıyı. Geceye açılan gözlerin tanır nasılsa gidenin hüznünü. Ayak seslerini hatırlama, avuçlarından su içme düşlerini sil aklından. Gecesiz düş olur mu, diye de iç geçirme. Sen ki hiçbir sözün ve akçenin tufeylisi olmadın, duygululuk teranesi sana göre değil bil bunu artık. Anlaşılmayan dil unutuluşun zamanına bırakır kendini.


Hadi yeğin tut gözlerini şimdi. Bırak elem çadırları kuranların düşlerini. Geçtin o tufanlardan, sınandı ellerinin izi; gitme, gözlerim yalnız; gitme ellerim ıssız…demeleri de bırak. Ki, kendi göğünde bir zaman bekçisi o. Kederi anlatma şimdi, neden yakınan dile dönüştürüyorsun her sözünü. Kuş seslerini hatırla, adını verdiğin anlatının dilinden söz ediyordu kanayan belleğin. Hatırla şu yazadurduğun Maşatlıkta Kuş Sesleri’ni. Çocuğun taşıyan bakışına sığınan genç adamın hatırladıklarını anlatıyordun hani. Onun ilk nefesini bilen, sesini duyan kadınla yolculuğunu anlatıyordun hani. Dilinde ezgilediği sözleri hatırlayınca, “…ne çok acı var yeryüzünde, ne çok unutuluş ve ne çok keder…Şimdi hayatın kanayan yerinde duruyoruz ikimiz de,” dedirtmiştin ona.
Yanılsama değildi hayat. Sen ki yalnızca gözlerinle, ellerinle değil, kalbinle de sevmiştin onu. Dokunmuştu sana her bir şeyiyle; bir dünya diline kesilmişti aranızdaki duygu. Bırak başkaları aldanış desin, sen senin içindekini biliyorsun nasılsa. O gitmeleri seçiyordu sanrılarını dindirmek için. Senin “ağrı” dediğine umurlamadan başka bir yol çiziyordu ikinizin dışında. Bildiğini yazmaktan sarf-ı nazar ettin, ama duygularını bir simyacı gibi işledin sözcüklerine. Aldırmadığını biliyordun. Neden hep gitmelere kendini hazırladığını da. O sanrıların içindeki düzenin düzensizliğinin nerelerden ağıp geldiğini bilsen de, anlatamıyordun madem. Bırak eyleşsin gönlünün hovardalığıyla. Nasılsa bir gün dilsizleştirecek kendini acısının duldasında.
Hadi dokun artık sesine, dokun zamanına, içinin dönüşen diline. Bırak başka seslerin getirdiği kederi. “Gönlüm,” dediğin yerde başka seslerin sesinin uğultusuna kapa gözlerini, nasılsa duygu sağırlığına alıştın. İçkörlük sana göre değil. O nafile denilen sürgünlüğün bahçesindesin madem, bırak yansın hane dediğin her şey. Nasılsa bir bahçe kurma düşlerinden de koparıyorsun ellerinin sevincini. Topraksa toprak, ateşse ateş, havaysa hava, suysa su gibi konuşuyor seninle. Bırak yansın elemlere verilen bakışlar. Artık korlanan hiçbir şeyi taşımak istemiyor kalbin.
Bir şarkı bile avutamıyor içinin uğuntusunu madem. Neden yakınmalı öyleyse, dönüp neden birine gitmeli ki? Hatırla, Çehov’un kahramanı Arabacı İona Potapov’un yaptığını; gidip atına anlattığı acısını paylaşmak istemeyen insanların yaşandığı zamanı…
Bildiğin şu ki; umursanmayan zamanların ağrısını kaldıramıyorsun. Kendi hiçliğinde seni de hiçlendiren bir bakış… Öyle tanıdık ki bu. Bilirsin ki, sıradanlaşan her duygu öylesi bakışı sünger gibi çeker kendine. Vermek, paylaşmak, yol almak için değildir hiçbiri. Kıyısında durdurmaktır derdi. Kendi yalnızlığının karanlığına baktırmak… Evet, bıktırırcasına baktırmak. Sonra da kumlaştırmak ruhunu, ve bedenini de hissizleştirene kadar keder ilmeği atmak ruhuna.
Bunları görsen de, anlasan da, dillendirsen de örtük biçimde; her sözde sanrı olarak karşına çıkanla seni cebelleştirmek istemesi… Yani sevgisizlik bakışını sevgi diye sunması, sonrasında ise bıkkınca dönüp hiçliğe koşması. Hiç oldurulamayacak bir sese, söze, hatta aldanışın kollarına kendini bırakması. Sonra da buna öyküler uydurması. Bir nöbetten diğerine geçerken kendine iyi geleni yalan havuzlarında boğması.
Sonra, çıkıp gitmiştin. O tren yolculuğunun sana iyi geleceğini bilerek.
Şimdi döndüğünde, dillendirirken o sanrıları… Uyanışın dilini görmek istemiştin birlikte. Yinelenmeyen zamana nasıl sahip çıktığını… İlk sesi çoğaltarak yaşamak isteğini, arzuyla kendi zamanına sahip çıkma bilincini görmek istemiştin. Sana yazarken aslında kendine de yazmasını istemiştin. Karşılığını bulmayan söz karşılıksız duygunun bir ifadesidir. Bunu yalnızca akıl sağlığıyla ilgilenenler bilmez.


Önüne aldığın bir kitaba yeniden göz atınca şunlar çıkıyordu karşına:
“Kendimizi ve hayatımızı iyileştirmeye çabalarken, etrafımızda ideal varoluşumuz için en uygun ortamı da oluşturmamız gerekiyor.”
Ona sunduklarının gizini, anlamını çözmek/değerli kılmak yerine başka savruntulara gidiyordu. Tutup bir mekânın dilinden söz edince, ya da “bir ada’nız olsun çalışırken, bir düzeniniz, masanız…” derken umurlamayan yolculuklara veriyordu kendini. Ve tutup kendini başka kendilerde aramaya gidiyordu. Oysa göze göz, söze söz olarak karşısındaydın. Güne her başlayışında edilen sözler bir duvar gibi anlamsızlaşıyordu.
Şimdi, göz ucuyla bakmıştın son yazdıklarına. Anlıyordu ki, içinde kumlaşmaya başlıyordu verdiği acı. Kendini başka yerlere taşımıştı çoktan. Bunu da anlıyordun. Dillendirmenin, söze dökmenin nafileliğini başarmıştı sonunda. Kaçtığı yüzleşmelerden, göremediği kendi olmalardan, yarattığı bahanelerden uzaklaşmak derdindeydi. Ama ötelediği neydi, bunu göremiyordu, hatta hissedemiyordu. Eğer öyle olsaydı, yüzünü her döndüğünde ilk sözünün kendisine nasıl sağaltıcı gelebileceğini bilerek yazardı, geçiştirmezdi her bir şeyi.
Şimdi, aranızdaki ıssızlık duvarının ötesindesin. Senin neyi/niçin dert edinen bakışını bilmesine hiç gerek yok. Artık bırakıyor seni duygu dili, sözü yabanlaştırmanın da bir anlamı yok. Hele hele istenmeyen sözü çoğaltmanın…
Her insan kendi sesinde çoğalarak yol alsa da, başka seslere dönüktür her daim bakışı. Bunu ıskaladığında aslında kendinden de vazgeçişin taşlarını döşüyor demektir. Ân’ı yaşamak derdinde olmak yerine kendi zamanını kurmak yeğidir her zaman. İnsan kendini hiçleştirerek ancak acısını çoğaltır. İç çölleşmesi dediğimiz de işte oradan başlar. Hissizleşme, giderek her şeyi aynılaştırma eylemine sürükler insanı. Bu da karşısındaki insanla ilişkisinde/yolculuğunda şunları gözardı etmesine neden olur her daim:
- Onunla yaşamak duygusunun anlamını,
- Ondan alınanların değerini,
- Ona verilenlerin içkinliğini,
- Ona taşınabileceklerin bilinmezliğini,
- Ona yaşattığı ezinçleri…
Senden sanrıları için açıklama istiyordu adeta. Oysa asıl buradan başlaması gerektiğini fısıldamak isterdin her sabah ona.
Şimdi tutup yönünü döndüğün sessizlikten söz ediyorsun ona. Çok da umurlayacağını sanmıyorsun üstelik. İçinden çıkması gerektiği karanlığın kıyısında durmana bile dönüp bakmazken, sağaltıcı sözler etmeye soyunuyorsun. Evet, seni de anlamak güç onu anlamak kadar. Bakışlarında kuş sesleri, gönlünde elem çadırları kurmanın tufanı…Çağrısız bir zamana doğru yürüyorsun; suya su, güneşi güneş, toprağa toprak, ateşe ateş diyerek yol alıyor.
edebiyathaber.net (1 Temmuz 2025)