Seyfettin Araç: “Unutulmuş Topraklar’da gerçek yaşamların, ortak acıların, bir fotoğrafını ortaya koymak istedim”

Kasım 10, 2023

Seyfettin Araç: “Unutulmuş Topraklar’da gerçek yaşamların, ortak acıların, bir fotoğrafını ortaya koymak istedim”

Söyleşi: Serkan Parlak

Seyfettin Araç ile SRC Kitap etiketiyle okurla buluşan son romanı “Unutulmuş Topraklar” hakkında konuştuk.

Seyfettin Bey, son romanınız “Unutulmuş Topraklar” geçtiğimiz aylarda okurla buluştu. Sizi bu romanınızla tanıyacak okurları düşünecek olursak, edebiyatla ve özelinde romanla ilişkiniz nasıl başladı, nasıl gelişti ve bugünlere nasıl geldiniz?

Edebiyatla ilişkim ilkokul sıralarında, yatılı okulda okuduğum dönemlerde haftalık edindiğimiz masal ve hikaye kitapları ile başladı. Sonra ortaokul, lise sıralarında kısa kısa denemeler yazarak devam etti.  O sürelerde tabi çok ciddi bir okuma süreci yaşadım diyebilirim. Bir gün bu coğrafyanın en büyük yazarlarından biri olmak için bu coğrafyanın en büyük yazarlarını  okumam gerektiğini biliyordum. O yüzden okumayla, çok okumayla başladım desem daha doğru olur. Fakültede olduğum dönemlerde ise edebiyat dünyasının belli başlı dergilerinde yazdım. Sonra profesyonel yolculuk başladı. Kitaplar raflarda yerlerini aldı.

Her ne kadar okuma ve yazma deneyimleri, işçilik ve gözlem gücü önemli olsa da son romanınızda ilham kaynaklarınız neler oldu? Gözlemleriniz, deneyimleriniz, yaşantılarınız ve okumalarınız metninize nasıl yansıdı?

Bir romancı için çok okumak, çok gözlem yapmak elbette olmazsa olmaz bir şey. Lakin çok okumakla da iyi bir yazar olunmayacağı kanaatindeyim. Çok gözlem, çok araştırma, çok okuma sizi iyi bir edebiyatçı yapabilir ama iyi bir romancı olmanızı sağlamayabilir de. Ve fakat hayatın içinden geliyorsanız, yaşamın tüm kaynaklarından arınıp çıkmışsanız, insanlarla insan gibi iletişim kurmuş, insanları insan gibi görüp, karşılığında insanlık görmüşseniz, acılar yaşamış, acılar görmüş, acılar tatmışsanız, iyi bir romancı kimliğinizle pekiştirip güzel eserler yaratmak artık zor değildir. Yaşamadan yaşamı anlatanların samimiyetini sorgulamak gerek. Acı çekmeden acıyı anlatanların, midesine kramplar girene değin mutlu olmadan mutluluğu tasvir edenlerin yazarlığını da sorgularım. Ben köy hayatını yaşamadan, o toprağı yutmadan, bulutuyla koşmadan köylü bir çocuğu nasıl yazabilirdim ki? Bu mümkün mü? Yaşadıklarım yazdıklarımda daha anlamlı göründü. İşte o zaman yaşadığım acıları da mutlulukları da hak ederek yazmaya başladığımı fark ettim.

Elinizdeki malzemeyi kurgu için yeniden üretip dönüştürürken nasıl bir süreç işliyor?

Elimdeki malzeme, malzemeler ve bizim dilimizde romana dönüşmesi, kurguyla gerçeğin bir araya karışması uzun bir süreç alıyor elbette. Yaşanılan gerçek bir hadiseyi romana dönüştürürken, üretim eforunu zirveye çıkarırken süreç iki şekilde işler. Birincisi; elinizdeki hikaye zenginse yorulur, işin içinden çıkmaya, romanı sadeleştirmeye çabalarsınız. İkincisi; elinizdeki hikaye dar bir dönemece sıkışıyorsa o zaman da biraz daha yorulur, işi zenginleştirme gayretine evriltirsiniz. Her halükarda yorulur, çabalar ve savaşırsınız. Bir romanı iki üç senede yazıyoruz dediğimizde işte biraz da bunu kastediyoruz aslında. Önemli olan elinizdeki hikaye veya konudur elbette, ama daha önemlisi o hikayeyi okura nasıl anlatacağınıza verdiğiniz karar ve dili zenginleştirme çabasıdır.

Seyfettin Bey romanınızın merkez izlekleri için kardeşlik, çocukluk, köyde okul hayatı, doğa, aile, kadınlık-erkeklik durumları, ölüm ve intihar diyebiliriz. Bu izleklerden hareketle özellikle roman türünü seçmenizin nedeni nedir?

Ben şiir kitapları çıkaran, uzun dönem şiirler yazan ve kısa zamanda özel ve farklı bir şiir türüyle yeniden bir eser çıkaracak olan bir şairim. Şiire olan tutkum asla değişmeden güçlenerek devam edecek ama ben bir romancıyım. Kendimi ilk günden bugüne hep bir romancı olarak addetim. Romanlarımı yazarken bazı vakitler şiirsel temalarda bulunuyor olabilirim, hatta bir önceki romanım için; ‘romanın içinde bir şiir kitabı gizli’ bile dendi.

Ve fakat roman sanatı benim ustalık alanım, konforlu alanım. Bir amacım, bir derdim var. Günümüz edebiyat dünyasında sıyrılan bir tarz yaratma gayretindeyim. Salt edebiyat, gerçek edebiyat yaparak bu sanatı ayakta tutma gibi bir gayem var. Popüler kültüre, iş kitaplarına, kişisel gelişim saçmalıklarına teslim edilmeyecek bir alanda veriyorum bu savaşı. Ben acıları olan, yaşanmışlığı olan, anlatılmaya ve duyulmaya değer farklı hikayeleri, yaşanmış olayları, kalıcı olması elzem durumları okuyucuya kendi dilimle, kendi kalemimle anlatmak istiyorum. Roman sanatını ben seçmedim, roman sanatı beni seçti.

Romanınızda olup bitenler geçmişte, 90’lı yıllar Türkiye’sinin Doğu’sunda, Mardin’in ücra bir köyünde geçiyor ağırlıklı olarak. Civan, Miran, Musa, Naze, Zeluh ve İsmet’in hikâyelerini hayalimizde canlandırıyoruz. Romanınızı merkez karakter ve onu geliştiren yan karakterler yerine çoklu roman kişileri üzerinden kurgulamanızın nedenleri hakkında neler söylemek istersiniz?

Bir önceki romanım bir monolog – monodiyalog romandı. İki karakter ve ütopik bir zamanda geçiyordu. Kurguyla gerçek karakterleri bir arada yaşatmaya, yazmaya çalıştım ve başarılı olduğumu düşünüyorum. Lakin, Unutulmuş Topraklar böyle değil. Gerçek yaşamların, ortak acıların, birbirine değen sancılı hayatların bir fotoğrafını ortaya koymak istedim. Bunu da en iyi yaptığım şeyle; romanla yapmaya çalıştım. Çoklu karakteri hiçbir yazar yazmak istemez, ne denli zor olduğunu, bağlamları ne denli meşakkatli olduğunu belirtmeme sanırım gerek yok. Çok karakter demek, çok yorulmak, çok çabalamak, çok savaşmak demek. Okuyucuyu romanın bir yerinde kaybetmek demek. Ben bu uğraşı, bu savaşı vermek zorundaydım, çünkü Unutulmuş Topraklar bir vefa borcuydu benim için. Aslında beş karakterimiz vardı lakin bir arkadaşımdan izin alamadığım için dört ana karaktere düşürmek zorunda kaldım. İyi ki de dörtte kalmışım.

Seyfettin Bey sizce romanda, öyküde, şiirde döneme göre bazı konular, izlekler ön plana çıkıyor mu? Son dönemde ilişkiler, aile, kadınlık ve erkeklik durumları, geçmişin kişisel-toplumsal travmaları ve bireysel yabancılaşma mesela?

Bu dediğiniz durum, popüler kültür, popüler edebiyat, kişisel gelişim, psikolojik veya psikiyatrik alanlarda, iş konulu kitaplarda olabilir. Ama bir derdi olan, bir durumu anlatmak, bir yaşanmışlığı, bir romanı sunmak isteyen yazarlarda bu durum pek olmaz. Yani durumu şöyle özetleyeyim; bu dönemlerde sadakatsizlik çok moda, hırsızlık, dolandırıcılık pek moda, ee hadi bunun bir romanını yazayım, demez iyi bir yazar. Yazmak istediği romanlar çekmecesinin raflarında bekliyordur zaten. Sırasını, zamanını kendi belirler. Tabii bu konuda editörü ile istişare eder ama asla zamana ve modaya göre roman yazılmaz, yazılana roman, yazana da gerçek yazar denmez. Bu tabi naçizane benim görüşüm.

Dergiler, dijital mecralar, sosyal medya, filmler… Yazarların, yayıncılığın ve okur kitlesinin geldiği son noktayı da göz önünde bulundurarak hem Dünya geneli hem Türkiye özelinde roman türünün geleceği hakkında ne gibi öngörüleriniz var?

Bunları hiç düşünmüyorum desem inanır mısınız? ben döneme, insana, duruma, türe göre romanlar yazan bir yazar değilim. roman sanatını, bir gelecek veya kapı olarak da görmüyorum. roman yazarlığı için hayatın bir çok güzel alanından feragat etmiş ve yazmanın kutsallığına sığınmış biriyim. yayınevlerinin yaptıkları hatalar onları bağlar, basit sıradan insanlara sırf ünlüler diye kitaplar yazdırmak, ya da başkasının yazdığı şeyleri onların adına sunmak onların kararı. avrupada bakınız sanat hala nasıl baştacı. İnsanlar doğruyu, saygıyı, güzelliği, içtenliği edebiyattan alabileceklerine sonsuz inanıyorlar. Yayınevleri bu gerçeği bildikleri için edebiyat dışında bir şey yapmamaya özen gösteriyorlar. Maalesef bizde bu çok can yakıcı durumlara geldi; bazı yayınevlerini tenzih ederek söylüyorum ki, durum içler acısı. Dünya, ticaret, teknoloji, hayat nereye giderse gitsin yön verenlerin başında edebiyat gelecektir. edebiyata alaşağı eden toplumlar da maalesef acısını sokaklarda, evlerinde, iş yerlerinde bilinçsiz ve uyuşmuş bir toplumla yaşayarak çekecektir.

Roman türünde başucu yazarlarınız kimler, başucu kitaplarınız hangileri?

Ülkemin yazarlarından olmazsa olmazım; Orhan Pamuk, Oğuz Atay, Yaşar Kemal, Tezer Özlü yabancı klasiklerden; Dostoyevski, Tolstoy, Gogol, modern edebiyaçılardan Karl Ove Knausgard ve Paul Auster. Baş ucu kitaplarım genelde bu büyük yazarlardan oluşur ve ara ara açıp kısa da olsa bölümler okuduğum, nefes aldığım yazarlar bunlar. Tabii şairler de var Ahmed Arif gibi, oyunları ve soneleriyle meşhur William Sheakespeare. Moralim bozulduğunda bir şarap veya bir kahve keyfinde bu üstadları alır ve bir kaç dakika da olsa okur, bulunduğum zamandan uzaklaşırım.

Önümüzdeki dönem için masanızda neler var?

Önümüzdeki dönem sert ve gerçekçi türde, birbiri ardında ardışık gelen bir şiir kitabı var. Okuycuyu ters köşe yapacağına inandığım bir eser olacak. Klasik şiir metodunu teğet geçen, yeni bir tür, yeni bir tarzla şiir alanında da farklı durduğumu okuyucuya sunmak istiyorum. Sonra özel iki çalışmamız var kolektif iki eser olacak lakin sözleşmem gereği bu projelerden bahsedemiyorum. Ocak ortasında güzel bir lansman ile medyaya tanıtacağız. Çok değerli sanatçılarla bir arada olacağımız iki eser olacak. Daha sonra 2024 Nisan ayı için yeni romanım raflarda olacak. Büyük bir süprizim olacak o romada. Yine daha önce denenmemiş bir dille yazdığım kendi alanında belki de ilk eserlerden biri olacak. Güvenerek yazdığım özel bir roman oldu, gerçek bir olaydan alıntıladığım, gerçek karakterlerin olduğu bir eser diyebilirim.

edebiyathaber.net (10 Kasım 2023)

Yorum yapın