F. Mert Erdoğan: “Kitabı yazarken çok zor bir işte çalıştığımı ve bütün sağlıkçıların zorlandığını düşündüm.”

Kasım 16, 2023

F. Mert Erdoğan: “Kitabı yazarken çok zor bir işte çalıştığımı ve bütün sağlıkçıların zorlandığını düşündüm.”

Söyleşi: Biray Anıl Birer

“Noktalanma arzusu, insanın en temel problemlerinden biriymiş gibi geliyor bana. Noktadan kastım varlık. Sağlık hizmeti bir parça bunu sunuyor gibi: İyileşmeyi. Var olmak, iyi olmaktır bana kalırsa, fazlası değil. Peki iyi nedir? Hastanın isteğini, acısını dindirecek her şeyi ayağına getirmek yerine; biraz da arzularını uzatan zırvalıkları kestirip atacak keskin bir bıçak lazım ona. Cerrahi müdahale yalnızca dokulara, organlara yapılmaz. Bazen de duygulara uygulanır. İnsanı derinden yaralayan, içindeki kanı akıtan neden her ne ise oraya atılacak bir kesi, dikiş, eksizyon; yahut cerahatin boşaltılması, ruhsal manada dindirebilir acıyı.” 

F. Mert Erdoğan, Tekirdağ’da ambulans hekimi olarak görev yaparken başından geçen hikâyeleri anlattığı Siren Sesleri: Ambulans Hikâyelerinin Sunuş bölümünde okura böyle sesleniyor. Kitaptaki hikâyeler kısa ama vurucu. Ambulans hekimliği çoğunlukla ev ziyaretleri demek, insanların en savunmasız hallerine kendi evlerinde şahit olmak demek. Yazar hem çok gündelik hem de bir o kadar acil, acı verici, sıkıntılı durumları bazen ironi içeren bir dille yorumlayarak, çeşitli insanlık hallerinin birbiriyle rabıtasını kurarak okurların zihninde ölüm ve yaşama dair yeni kapılar açıyor:  

Yaşına dikkat etmeden hastayı soktuğumuz erişkin acilden dönen sedye, çocuk acil polikliniğinin kapısında iken, “Kızım kusuyor, boğulacak!” diyen annenin nevrozlarına dayanamadı. Kıza poşet uzatmaya çalıştığım esnada, “ben”in üzerine sondaj kuyusu gibi patlayan kusmuk, içimdeki “bencil”i armağan etti bana. “Düzgün yönlendirsene hastayı!” diye seslendim acildeki sekretere. O esnada düşündüğüm bendim, annenin yalnız kızını düşündüğü gibi.

TUS’a çalışırken, mikrobiyoloji dersi anlatan bir hoca, bakterilerden örnek ile, “Basit olmadan komplike olunmaz,” demişti. Tam tersi de olmaz mı? Demek ki bütün komplike hallerin altında basitlik yatar diye düşündüm, bunca bulantının, hezeyanın başka açıklaması olamaz. Bütün delilerin, dâhilerin, nevrotik şahısların aradığı şey basitliktir. 

Sabahleyin nöbeti devralırken, geceden kalan formların bilgisayara kaydedildiği masanın önünde, vakaya ait bilgiler gözüme ilişti: “31 yaş. Kurşunlanma. 40 dk uygulanan CPR sonrası düz çizgi alındı.” Bilgisayar başında oturan acil tıp teknisyenine sordum. “Hiç döndü mü?” “Olay yeri ex hocam.” Kelimeler kestirme ama yeterince açıklayıcı olmasa kafamızda daha çok yer işgal ederdi. Unutmak bastırmaktır.

Eşinden göremediği ilgiyi görmek için ambulans çağıran hamile kadın, parası olmadığı için ambulansı taksi gibi kullanmak isteyenler, kanser hastalığının son evresindekiler, ambulansa binmek için ısrar eden hasta yakınları veya hastasına veda bile etmeden tüyüp gidenler, zenginler, fakirler ve başta Sevim olmak üzere ambulansta çalışan diğer sağlık emekçilerinin türlü halleri, küçük ama akılda kalıcı sorgulamaların, tespitlerin aracı haline geliyor. Yazar, bütün bu düşünceleri, tam olarak yaşandığı yerde, sedyenin başında, hastayla konuşurken, ambulansta muhabbet ederken vs. bırakmasını biliyor, hikâyeleri de öyle. Dolayısıyla çok kısa bir zaman diliminde, minicik bir hikâyede insanın anlam arayışının içine dalabiliyorsunuz, hele ki söz konusu olan hastalık, sağlık, ölüm ve yaşam olunca. Neyin “acil” olduğunun farklı çaresizliklerle de kendini gösterdiğine şahit oluyorsunuz. Hikâyelerine bayıldığım F. Mert Erdoğan’a yazma yolculuğuyla ilgili merak ettiklerimi sordum.

Bir sağlık çalışanı, doktor olarak sizi yazmaya götüren süreçten bahseder misiniz?

Eskişehir’de tıp okurken, 4. sınıfta başladım yazmaya. Yazmak için gereken tek şeyin yazmak olduğunu söylediler bana. Motive olmak için Kars’a gidip kitap yazmaya karar verdim. Tam cümleyi hatırlamıyorum ama hani Tolstoy “Büyük eserler iki türlü başlar, ya şehre yabancı gelir ya da siz yabancı bir yere gidersiniz” gibi bir laf etmiş ya hani… Ben de Kars’a gitmeye karar verdim.  Yolculuk sırasında, Doğu ekspresinde yazmaya başladım, gördüklerimi yazdım. Biraz belgesele yakın bir tarzım var; o zaman kedim vardı yanımdaki kedimi tarif ettim, trendeki yolcuları, Doğu ekspresinden gördüğüm o manzaraları… Bir süre sonra Kars’a varınca gördüklerimi yazdım. Bir süre Kars’ta yaşadım hatta. Bir ay kaldım orada, ev kiralamıştım. İnsanlarla olan diyaloglarımı yazdım. Konuşmalarımı, insan karakterlerini, bana dışarıdan ilginç gelen diyalogları yazdım belgesel tarzında. Sonra geri döndüm, tıp hayatıma devam ettim. Okul bittikten sonra Kars’a atandım, çünkü kitabı orada devam ettirmeyi istedim. Otobiyografi gibi, “bir tıp öğrencisinin başından geçenler” gibi; kitabın kahramanı daha sonra doktor oluyor ve aynı yere atanıyor şeklinde…O kitabı tamamladım, hatta bir yayınevi kabul etmişti ama sonra göndermedim, vazgeçtim.  

Neden?

Bilmiyorum, çekincelerim oldu. Belki ben yayımlanmasına hazır değildim. Saçma, biliyorum ama sanki yayımlanınca çok büyük şeyler olacakmış gibi, kitabımı çok kişi okuyacak, tanınmış yazar olacağım gibi hissettim.

Siren Sesleri nasıl ortaya çıktı?

Kars’ta zorunlu hizmetim bittikten sonra iller arası kuraya katıldım. Puanıma göre Tekirdağ’ı tercih ettim, 112 acil servisi. Yoğun bir istasyondu. Ambulans bölümünde genelde doktor çalışmaz, paramedik, acil tıp teknisyenleri çalışır sağlıkçı olarak ama kadro vardır seçmek isterseniz. İki istasyondan bilmeden daha yoğun, daha az rahat olanı tercih etmişim. İyi ki öyle yapmışım, çünkü tam kavganın siren seslerinin olduğu yerdi çalıştığım yer. Başlarda sürekli kötü bir şey olacakmış gibi hissettiğim, travmatik bir dönemdi. O dönem başımdan geçenleri yazmaya başladım yine. Aslında yazmakla bir çıkış yarattım kendime, belki bir kapı aralamış oldum. O deneyimlerim sonra kitap oldu Siren Sesleri oldu. Ne gördüysem ne yaşadıysam onu yansıtmak istedim. Orada yazdıklarım yaşadıklarımdı, edebiyat alanında emeğim karşılığını bulmuş diye düşünüyorum. 

Hikâyeleriniz kısa ve vurucu. Özellikle sağlık, hastalık, aciliyet konuları insana çok şey düşündürüyor. Sağlık çalışanı olmak yazılarınızın üslubunu etkiledi mi?

Evet, yani ben konuyu biraz da fizyolojik bir perspektifle ele alıyorum. Beni dopamin, serotonin gibi hormonların da etkilediğini düşünüyorum. Ambulansta olmak dopamini, adrenalini epey harekete geçiriyor, ölüm ile yaşam arasındaki yakınlık mesela… Aslında kurguladığım şey ambulans doktorluğu değildi, olmamam gereken bir yerde olmamın da bir etkisi oldu o anlamda. Ama iyi ki oldu çünkü denk gelen şeyler değil. Belki yapı ve mizaç olarak bu işe uygun kişiler bunu yaptığında kaygısı olmuyor; oysa ben kaygı hissediyordum işi yaparken. Tam da o nedenle bir yaratım sürecine düşüyorum. 

“Bir başkası olarak kendim olmak; beni en çok kabuğundan çıkmaya zorlayan buydu” demişsiniz kitapta.

Bir gelişim ve dönüşümü kastettim. İşe gidiyorum, başka bir ben oluyorum. Daha sonra aynada gördüğüm ben’e karşı yabancılaşıyor, “Ben kimim?” diyorum. Hangisi ben gerçek ben? Çalışırkenki mi, evdeki ben mi, sokaktaki ben mi, hangi ben? Özellikle ambulansta çalışma beni çok değiştiriyordu, daha başka biri yapıyordu. Hani o bensem ötekiler de belki personadır. O toplumun içindeki bendir. O cümle, ben’e yabancılaşmanın verdiği bir haykırma ifadesiydi.

Siren Sesleri’ndeki hikâyeleri yazarken, ambulansta bir şey yaşadığınızda notlar mı alıyordunuz?

Ben kâğıda yazıyordum, birkaç paragraf kısa kısa hikâye. Daha sonra elle yazdıklarımı genişlettim, bir süre öyle yazdım. Daha sonra hikâyeler çoğaldıkça kitaba almadıklarım da oldu ama hepsine elle yazmaya yetişemediğim için telefona geçtim. Duygunun canlı olması için her yerde sıcağı sıcağına notlar aldım.

Kitaptaki hangi hikâyeyi çok seviyorsunuz?

Benim en sevdiğim ilk hikâye, savcı hikayesi. İçinde değişik değişik değişen durumlar olan uzun bir hikâye. Hem heyecanı yüksek bir hikâye hem İstanbul’u içeriyor. Biraz macera biraz yol hikâyesi. Yol hikâyeleri bana ilham veriyor. İstanbul sevkleriyle ilgili hikayeler, ölüm kalım olayları daha çok etkiliyor. Daha çok aklımda kalıyor işte. Halı sahada geçen hikâye, bir vakaya giderken hemen yan taraftaki kafede o mosmor, kalbi durmuş vaziyette görüp müdahale ettiğimiz vakalar aklımda kalanlar. 

Çalışma arkadaşlarınız da burada mesela ön planda; onlarla ilgili de fikir ediniyoruz Siren Sesleri’nde… Mesela Sevim ve onun hastalara karşı tatlı-sert tavırları. 

Orada biraz Trakya insanı mizacı da var. Detaylara çok takılmazlar, rahattırlar.  O mizaç sayesinde aranızda farklı bağlar kurulur. Ben o gözü yansıtmak istedim. Mesela hasta götüreceğiz bırakacağız. Yapılabilecek şeyleri yapacağız, yapamayacağımız şeyler için yapılabilecek fazla bir şey yok. Budur o mizacın arkasındaki düşünce. 

Ekip ruhu da kitapta kolayca fark ediliyor. 

Ekip ruhu çok var. Ben ekip ruhunu orada tanıdım. Herkes bir işin ucundan tutar, belki çoğu yerde yoktur ama orada biz istasyonu beraber çeviririz, ambulansı beraber temizleriz. Doktora iş yaptırmak istemezler ama 24 saat aynı odayı paylaşıyoruz. Aynı aracı paylaşıyoruz, o da çalışıyor, yorulduğunu görüyorsun, o bir şeyler yaparken sen de bir şeyler yapmak istiyorsun. Bir süre sonra sen odayı temizliyorsun, o yerleri siliyor, biri yemek getiriyor… Böyle bir ekip ruhu ister istemez oluşuyor. Çünkü insan olduğunu hatırlıyorsun. Yani insana dair herkesin sorumlulukları var, herkesin yorgunlukları var. Kiminin çocukları var, kiminin başka dertleri var. Onların dertlerini bildikten sonra sen de bazı şeyleri paylaşıyorsun. Ev arkadaşı gibi bir şey oluyorsun aslında.

Kitabı Sevil Pala ve tüm sağlık çalışanlarına adamışsınız. 

Kitabı yazarken çok zor bir işte çalıştığımı ve bütün sağlıkçıların zorlandığını düşündüm. Onlarla empati kurdum. Yani o ambulansta hastaların dışında sağlıkçılarla da empati kurdum. İşin sonu yine sağlıkçılara bağlandı. Sağlıkçı olarak bu kitabı tamamladıktan sonra “Ya ben bunu yaşıyorum ama binlerce insan yaşıyor” dedim. Bu şekilde onlara adamak istedim. 

Size hangi yazarlar ilham verdi kendi yazma sürecinizde?

Ben Siren Sesleri’ni yazarken bir kitap okumuştum. Louis-Ferdinand Céline’den Gecenin sonuna Yolculuk. Bir de aynı yazarın Profesör Y ile Konuşmalar adlı bir kitabı var. Aradığım şeyi o kitapta buldum. Aslında coşkudan bahsediyor, yeni şeyler bulmuş “Coşku! Coşku!” diyor yazar. Ben de o kitapta coşkuyu bulmuştum. Gecenin sonuna Yolculuk’un ana temalardan biri de coşkuydu. Çalışma coşkusu, insanlara yardım etme coşkusu, bir vakanın içinde olmak, sirenin seslerinin içinde olmak… 

Artık ambulansta değilsiniz. Başka bölümde mi asistanlık yapıyorsunuz? 

Şu an anatomideyim, sakin bir asistanlık süreci yaşıyorum. Bazen ambulansı, acili özlüyorum ama en azından kitap yazdım ve o özlemi doyuracak bir şey çıktı ortaya. Bir daha oraya döneceğimi sanmıyorum, o yoldan bir kere geçtim ve değiştim. Bu değişimin şimdilik benim için yeterli olduğunu düşünüyorum. Bir daha o kaosun içine kendimi atmam; hayatımın bir dönemiydi bu.

Aslında keşke Siren Sesleri’nin ikincisi çıksa diyordum ben de ama siz o sayfayı kapatmışsınız…  

Evet kapattım, belki misafir olarak giderim, yanlarında bulurum. Sonuçta ekip arkadaşlarım onlar, yabancı değiller. Bazen uğruyorum istasyona misafir olarak. Dolayısıyla misafir hikâyeleri olabilir. Hani hayat devam ediyor bir yandan da vakalar devam ediyor. Başka bir versiyon yazılabilir, tekrar bölüm değişikliği yapmayı düşünüyorum. Belki gittiğim yerde başka hikâyeler yazılabilir, bir kadavra öyküsüyle ilgileniyorum mesela. Kadavra bir Alzheimer hastası, seksen yaşında. Onu incelerken her detayda, her kemikte onun geçmişine dair bir iz buluyor doktor. Daha önce bir trafik kazası geçirmiş mesela, bir noktada Alzheimer olmuş… Böyle bir hikâye var kafamda.  

edebiyathaber.net (16 Kasım 2023)

Yorum yapın