Şehir Söyleşileri: Gökhan Akçiçek | Merve Koçak Kurt

Haziran 6, 2022

Şehir Söyleşileri: Gökhan Akçiçek | Merve Koçak Kurt

Söyleşi: Merve Koçak Kurt

Her edebiyatçının “şehir” ile kurduğu bağ/ilişki diğerinden farklıdır. İçinde bulunduğu, içinden geçtiği, durduğu, durakladığı, bağ kurduğu, sevdiği, nefret ettiği, kızdığı şehir onun yaz(g)ısı mıdır aynı zamanda? Merak edip Edebiyat Haber olarak “Şehir Söyleşileri”ne başlayalım demiştik. Köşemizin bu seferki misafiri Gökhan Akçiçek oldu. Akçiçek, “Çocukluğumun Ordu’da geçmesini ve bugüne değin sürmesini bir şans sayıyorum. Şehrin sokaklarında toz, toprak ve çamur içinde büyüyen bir çocukluk ile, korunaklı, adete bir ambalaj içinde yaşayan çocukluk aynı duyarlılıklara maalesef sahip değil. İlki bir şiir iklimi için bulunmaz bir nimetti. İkincisi ise hem duygusal hem de estetik değerler acısından tam bir felaket.” diyor. 

Yolunuz hangi şehirlerden geçti? (Doğduğunuz, doyduğunuz, durduğunuz şehirler…)  Hangisiyle nasıl “bağ”lar kurdunuz? En çok hangisinde buldunuz kelimelerinizi? 

Gözümü dünyaya Karadeniz’in küçük bir kıyı kenti Ordu ilinde (1961’de) açmışım. Ailemin ise Giresun Alucra’dan Ordu’ya göç eden bir aile. Bu nedenle yaz aylarında da Alucra’ya dedemim yanına ziyarete giderdik. Böylece Giresun’un Alucra ilçesi, ata toprağım, çocukluğumun hayallerini de süsleyen Ordu’dan sonra ikinci yurt parçası oldu. Üçüncü şehir ise on yedi ay askerlik ve hemen ardından beş ay memuriyet görevinde bulunduğum İstanbul gelir. Karakterimin şekillenmesinde, bu üç yurt toprağının izleri ve dokuları mevcut. Ordu ilinin, doğası ve kültürü ile yetiştiğimi söyleyebilirim. Yazları gittiğim Giresun’un Alucra ilçesi ise köklerime olan ilgimi pekiştirdi. Kıyı kentlerinde olmayan ayrı bir kültür birikimini ve yaşam deneyimini Alucra’dan edindim sayılır. İstanbul ise ruhuma derinden işleyen bir kent oldu. Sanat ve edebiyatın varlığını İstanbul da benliğimde duyumsadım. Kelimelerimi en çok Ordu ve Alucra’da bulduğumu söyleyebilirim.     

Diliniz, hangi (ş/n)ehirlerin yatağından nasıl beslendi/besleniyor? Karadeniz’in kelimelerini diğerlerinden ayıran şey nedir sizin için?

Dilimin beslenmesini tabii ki Ordu iline borçluyum. Lakin Alucra’yı da yabana atamam. Ordu şehri çocukluğumu armağan etti bana. Denizi, martıları, yeşillikleri, doğanın her rengini ilk Ordu’da gördüm. Alucra ise Anadolu türkülerinin inceliğini, ağırbaşlılığını ve sevda duygusunu ekledi yaşamıma. Karadeniz’in kelimeleri doğa sevgisini de öğretiyor insana. Hayal dünyanım sınırları Karadeniz’in kelimeleri sonsuza taşıdı diyebilirim.   

Büyüdüğünüz şehrin/şehirlerin en unutamadığınız “mekânları” nereler? Sizde nasıl imgeler oluşturdu buralar? En çok hangisi çoğalttı kelimelerinizi?

Ordu Şehir merkezinde, denize yakın bir mahallede büyüdüm. Aynı zamanda evimiz Ordu şehrini ikiye ayıran Bülbül Deresi’nin kenarındaydı. Bu nedenle Bülbül Deresi ve civarı mekân olarak beni çok sarıp sarmaladı. O zamanki ismi Elmalık şimdiki ismi Şarkiye olan mahallemiz, Bülbül Deresi ve şehrin sokakları, imgelerime coşku ve çocukluk ikliminin güzelliklerini, Karadeniz ise maviyi ekledi.  

İçinde bulunduğunuz şehre dair ne söylersiniz? Edebi açıdan sizi besleyen ortamlar var mı? Yoksa, o ortamları siz mi oluşturursunuz daha çok? 

Ordu ili zor bir şehir değil. Bir yazar ya da sanatçı için bulunmaz güzelliklerle dolu. Kentin doğası yeşilin ve mavinin her tonunu barındırıyor. Edebi acıdan bir ortamı maalesef, çocukluğumda çok fark edemedim. Tipik taşra şehrinde ne olursa onlar vardı. Çocukluğumda gittiğim yazlık sinemalar, Gazi Halk Kütüphanesi duyarlılıklarımı geliştirdi. İlk kitabımın 1995’te yayımlanmasından sonra da dediğiniz gibi, o ortamın oluşmasında gayret gösterdim.  

“Mekân” kavramı olmadan şiir/deneme yazabilir miydiniz? Neler eksik kalırdı yazdıklarınızda?  

Sanırım yazamazdım. Çünkü mekân, sizi olumlu ve olumsuz manada etkiliyor. İyimser bir edebi dilin oluşmasında mekânın etkili olduğunu biliyorum. Geçmişin kaybolan güzellikleri ve insana umut aşılayan doğanın pastoral renkleri de mekândan edindiğim bir gerçektir. 

“Edebiyatımızda çocuklarla iletişimini hiç koparmadan sürdüren şairlerden biri olmayı benimsedim. Sokakta, yaşamın içinde, kırda, kentte ve eğitim kurumlarında hep çocuklarla irtibat halinde oldum.” diyorsunuz bir söyleşinizde. Çocukları “şiir”e çağırırken, içinde bulundukları “şehir” kavramıyla ilgili neler söylersiniz? 

Çocuğa yönelik bir şiir dilinin kurulması gerçekten emek isteyen bir caba. “Çocuklar ve deliler gerçeği söylerler” sözünden yola çıkarsak çocuğu bir tek şiirle kandıramazsınız. Çocuk hemen farkına varıyor. Kendisine yazmanın kolay yolunu seçenlerle, estetik beğeni düzeylerini geliştirecekleri gece ve gündüz gibi ayırt edebiliyorlar. Benim kuşağımdan sonra “çocuklar için şiir dili” oluşturmayı başarmış şair sayısı üçü beşi geçmiyor. Şimdiki büyükler hem çok meşgul ve mekânlar çocuklar için anlamlı bir değer ifade etmiyor. Bu nedenle çocukluğumun Ordu’da geçmesini ve bugüne değin sürmesini bir şans sayıyorum. Şehrin sokaklarında toz, toprak ve çamur içinde büyüyen bir çocukluk ile, korunaklı, adete bir ambalaj içinde yaşayan çocukluk aynı duyarlılıklara maalesef sahip değil. İlki bir şiir iklimi için bulunmaz bir nimetti. İkincisi ise hem duygusal hem de estetik değerler acısından tam bir felaket.    

“Yaban İncirleri”nin tanıtımında, “Türkçenin elinden tuttuğu bir yazarın, 40 yıl sonra çocukluğunun geçtiği mahalleye dönmesiyle anılar yumağı da bir top kumaş gibi açılıyor. O kumaş topu, mahalle terzisinin elinden bir kez dökülmeye görsün. Anılar kumaşının her kıvrımına masumiyet günlerinin ışıltıları, küçük evlerin büyük hayalleri ve bir ırmağın denizle buluşmasının sevinci de eşlik ediyor.  Manzaranın bir yerinde yaban incirleri, Bülbülderesi, yazlık sinema afişleri, aralık bir perdeden sızan ışık zerrecikleri eşliğinde Gökhan Akçiçek’in misafiri oluyor.” denmiş. Her şey, her yer, her isim o mahalleden/şehirden bir imgeye mi dönüşüyor siz “yazarken”? Nedir bu kelimelerin iz düşümü sizdeki?

Tabii ki öyle! Şiiri çağıran bir nesne ya da duygu olmazsa şiir de gelmiyor. Yani yazdıklarımı, anılar yumağından topluyorum. “Bir insanın ana yurdu çocukluğudur” sözünün de künhü buradan el alıyor. Bahsettiğim o kelimelerin her biri, bünyemde bir uzva dönüştü sanki. O sözcükler bana çocukluğumu, saflığı, iyimserliği ve merhameti de bağışladı.   

Şimdilerde yeni sokaklar genelde hep numaralı… Kentin belleği ya da belleksizliğine dair ne söyleyeceksiniz, içinde bulunduğunuz şehre dair?

Sayıların hâkim olduğu bir zaman dilimindeyiz. Üç evim, bir otomobilim, şu kadar kredi limitim var deniliyor. Kentimin belleği son 20 yılda değişmeye başladı. Korunan alanlar da var lakin daha fazlası yıkıldı ya da “dönüştürüldü”. Bu iyi bir şey değil. Kentimin belleği tamamen silinmeye yüz tuttuğunda (bu çok uzun bir süre değil) ben de yaşamda olmayacağım. Buna seviniyorum.    

“Bir Kış Gecesi Eğer Bir Yolcu” olsaydınız ilk hangi yazarın/şairin kapısını çalardınız bulunduğunuz şehirde? Hangi şiiri/nizi okurdunuz ona? 

Yazar olarak Refik Halit Karay’ın kapısını çalar, “Eskici” öyküsünü onun sesinden dinlemek isterdim. Şair olarak ise yine İstanbul’da yaşayan Ziya Osman Saba’nın kapısına varır, “Mesut olmuş görmek isterdim hepinizi.” Dizesiyle başlayan “Dilek” şiirini okurdum ona…

Şehirlerle ilgili/şehir kavramına dair en sevdiğiniz üç film/öykü/şiir adı… desek.

Film olarak Giuseppe Tornatore’nin “Cennet Sineması”, Emir Kustirika’nın “Çingeneler Zamanı”; öykü olarak Ferenc Molnar’ın “Pal Sokağı Çocukları”, Rahmi Enç’in “Ulu Çarşının Uluları” ve Refik Halit Karay’ın “Memleket Hikâyeleri”ni, şiir olarak da Yavuz Bülent Bakiler’in “Gözlerin İstanbul Oluyor Birden” şiiri ile Kontastinos Kavafis’in “Yeni bir ülke bulamazsın, başka bir deniz bulamazsın, bu şehir ardından gelecek” şiiri…   

Edebiyatı bir şehre benzetseydiniz hangi şehre benzetirdiniz, neden? 

Safranbolu’ya benzetirdim. Taş sokakları, evleri ve ruhu ile… 

edebiyathaber.net (6 Haziran 2022)

Yorum yapın