Şehir söyleşileri: Deniz Dengiz Şimşek | Merve Koçak Kurt

Ocak 2, 2023

Şehir söyleşileri: Deniz Dengiz Şimşek | Merve Koçak Kurt

Söyleşi: Merve Koçak Kurt

Her edebiyatçının “şehir” ile kurduğu bağ/ilişki diğerinden farklıdır. İçinde bulunduğu, içinden geçtiği, durduğu, durakladığı, bağ kurduğu, sevdiği, nefret ettiği, kızdığı şehir onun yaz(g)ısı mıdır aynı zamanda? Merak edip Edebiyat Haber olarak “Şehir Söyleşileri”ne başlayalım demiştik. Köşemizin bu ayki misafiri Deniz Dengiz Şimşek oldu. Şimşek, “Kendine kendini anlatmak, kendini bir başkası yerine koymak Anadolu’da büyüyen bir yazar için çok zor. Çünkü, buralarda herkes, neredeyse benim gibi aynı cendereden geçmiş. Bunu başarma mücadelesi metinlerinde de fark ediliyor.”  diyor.

Yolunuz hangi şehirlerden geçti? (Doğduğunuz, doyduğunuz, durduğunuz şehirler…)  Hangisiyle nasıl “bağ”lar kurdunuz? En çok hangisinde buldunuz kelimelerinizi? 

Genelde İç Anadolu’da geçti yaşamım, daha çok Kayseri’de.  Mesleğim nedeniyle Yozgat ve Bingöl’de bulundum. Hayat biçimleri ve dünya algıları bakımından pek fark olmadığı için pek bağ kurduğum söylenemez. Ama Iğdır’a gezmek için gittiğimde gördüğüm ve eteklerine kadar çıktığım Ağrı dağı beni müthiş etkilemiştir. İçimdeki Erciyes ve karşımdaki Ağrı dağı. Bana çok hayaller kurdurdu. Ağrı ötelerin öyküleri, destansı, fantastik ve epik çağrışımlarıyla, Erciyes ise estetik ve mağrur duruşuyla etkiledi ve imgelerimi şekillendirdi. 

Diliniz, hangi dağların eteğinden/ nehirlerin yatağından nasıl beslendi/besleniyor? Karın/denizin kelimelerini diğerlerinden ayıran şey nedir sizin için?

Çocukluğumdan beri büyüklerimin anlattıklarından etkilendim. Anneannem, babaannem ve diğer büyüklerim en çok etkilendiğim dağlar oldular. Dilleri nehir, anlattıkları sıradağlardı benim için. Her bir anlatının içinde, her bir söyleyişin söylenmeyen kısmında benim için büyük büyüler vardı. Anlatmanın gizemini, güzelliğini onlardan keşfettim. Her biri Cengizhan’dı, her biri Karac’oğlan’dı, Pir Sultan’dı. Onlar Anadolu’ydu, Orta Asya’ydı benim için. İlk kez onlarla çıktım kelimelerle seyahate. Elbette kitaplarla çıktığım yolculukları unutamam, çocukluğumda. Pinokyo kitabı benim için milattır. Kelimelerle, cümlelerle nasıl bir büyü yaratılıyor, nasıl bir heyecana sürükleniyor, buralardan başlıyor dilimin filizlenmesi. Ve tabii ki halk âşıklarını çok dinledim. Onlar da bildiğiniz altı tane metal telden müthiş melodiler yaratıyor, beni İnce Memed’in gezdiği dağlara, Kerem’im Aslı’yı aradığı yollara götürüyordu. Ayrıca kukla oyunları çok izlemiştim. Bildiğiniz çoraptan, tahtadan ya da buna benzer şeylerden yapılan kuklaların yapay olduklarını bildiğim halde beni nasıl bir büyüye kaptırdığını asla unutamıyorum. Tiyatro’yu nasıl es geçerim? Her şeyin kurgu olduğunu ve sahnedekilerin gerçek olmadığını bildiğim halde nasıl böyle etkileniyor, kendimi olayın içinde heyecanlanmış buluyordum. Bu kesinlikle kurgunun gücüydü, kelimelerin, zekânın ve sanatın. Bunu anladığımda yolculuğum çoktan başlamış oldu. 

Kar Anadolu’yu, içe kapanıklığı, çileyi, mücadeleyi, ağıtları, türküleri; deniz ise daha modernliği, rahatlığı ve çok kültürlülüğü çağrıştırıyor bana. Bu etkileşimle yaşayan bir yazarın üretim hücrelerinde kendine has bir doku oluşuyor. Bazı anlatılarda endemik kelimeler, deyimler kullanıyor. Kendine kendini anlatmak, kendini bir başkası yerine koymak Anadolu’da büyüyen bir yazar için çok zor. Çünkü, buralarda herkes, neredeyse benim gibi aynı cendereden geçmiş. Bunu başarma mücadelesi metinlerinde de fark ediliyor. Bunu kar – deniz üzerinden yakalamanız çok hoş. 

Büyüdüğünüz şehrin/şehirlerin en unutamadığınız “mekânları” nereler? Sizde nasıl imgeler oluşturdu buralar? En çok hangisi çoğalttı kelimelerinizi?

Kayseri’de büyüdüm, daha çok Selçuklu eserlerinin olduğu bir şehirde. Medreseler, Kapalıçarşı, kümbetler, külliyeler… Suskun tanıkları şehrin. Onların gizemi inanılmaz, çünkü bazıları ilk günkü gibi canlılar. Özellikle şehrin tam da göbeğindeki Roma kalesinin etrafına dizilmişler. Bunların diyalektiği inanılmaz esinler verdi bana. Hele Erciyes’ten bahsetmesem olmaz. Onu büyüleyici ve görkemli duruşu sadece bana değil yolu buradan geçen birçok kişiye esin kaynağı olmuştur. 

Mekânlardan daha çok buradaki halkın baskın kültüre (son yıllarda kalmadı) sessizce biat etmesi beni çok öfkelendiriyordu. Beni yazmaya iten nedenlerden en büyük etken de buydu. 

Kelimelerimi çoğaltan, mekanlardan çok bu öfkemdir diyebilirim.

İçinde bulunduğunuz şehre dair ne söylersiniz? Edebi açıdan sizi besleyen ortamlar var mı? Yoksa, o ortamları siz mi oluşturursunuz daha çok? 

Önceden mahfiller varmış. Bu günlerde neredeyse hepsi kapitalizmin, ağır hayat şartlarının altında ezilerek yok oldular. Kayseri’de çok dergi çıkmış. Sanat insanlarının buluştuğu ortamlar olmuş. Ben son demlerine yetiştim. Sonrasında kendi ortamımızı oluşturduk ve hâlâ da böyle devam ediyor. Şehri yönetenlerin sanattan anladıkları, popüler sanatçıları, yazarları festivaller içinde halkla buluşturmak. Her yıl neredeyse aynı sanatçılar geliyor ve onlar da eminim her yıl buraya gelmekten sıkılıyorlardır. Kitap fuarları tam bir facia. Koskoca fuar alanına nitelikli okurun keyif alacağı bir yayınevi ve yazar/ şair gelmiyor, getirilmiyor. 

Kendimizi sanatsever insanlarla arada bir buluşarak mutlu etmeye çalışıyoruz. 

Ama şunu söylemem gerekir. Özellikle son birkaç yılda çok beğenilen kütüphaneler açıldı Kayseri’de, bazıları 7/24 açık.  Bir şeylerin farkına varıldığının işaretidir bu. Umarım benim gibi birçok nitelikli sohbet özleyenler yakında mahfiller oluşturmaya başlayacak. 

Tengizek Destanı’nın Okunabilen Kısmı”, “Aşk Bilirkişisi”, “Boş Parantez” ve diğer çalışmalarınız… Bulunduğunuz şehir, üretkenliğinizi nasıl etkiliyor? 

Her yönümle bu şehirde geliştirmeye çalıştım kendimi. Burada büyüdüm, burada sevdim, sevildim, dizim yaralandı, çoğunlukla burada tüm sevdiklerim. Öfkem burada büyüdü, hayallerim burada şekillendi. İlk dergiyi burada çıkardım, fanzin grupları oluşturdum, söyleşi etkinlikleri yaptım. Kapalı kaldıkça, uzaklara hayalimde gittim. Yazı masama daha çok zaman ayırabildim.

“Aşk, hiçbir şeydeki her şeydir.” diyorsunuz “Esmeralda’ya Mektup” adlı öykünüzde. İçimizden geçen yollar ile içimizdeki sayfalar arasında bir ilişki/bir bağ var mıdır sizce? Nasıl etkilerler birbirlerini ya da… Nasıl bir keşif yazmak sizin için, nerelere götürür… 

Zaten sayfalar, kelimeler içimde geziyorum. Kelime ve imge zembereği kaleme elin değince boşalmaya ve sayfalara öyküler olarak dizilmeye başlıyor. O yollar olmasa yazamam zaten. Her sayfaya bir yol diyebiliriz. Birlikte zihnimde çizilmiş ve dizilmişler.

Küçük yerlerde daha çok insan hikâyeleriyle haşırneşir olabiliyorsunuz. İnsan ilişkileri daha yoğun yaşanabiliyor. Bunu avantaja çevirmek de size kalıyor. Doğaya daha yakınsınız. İnsanlara daha yakın. Dolayısıyla onların dünyalarına giriş çıkışlar daha kolay oluyor. Bir yazar için belki de bulunmaz fırsatlar doğurabiliyor.” demişsiniz bir söyleşinizde. Peki, kahramanlarınızın aradığı nedir o küçük şehir(ler)de? Aradığını bulamayanın yaz(g)ısı mıdır asıl aradığımız?

Kahramanlar belki de hiçbir şey aramıyor, sadece kendilerini ifade etmek istiyorlar. Anlaşılmak ya da anlaşılmamak gibi dertleri de yok. Dediğim gibi kendilerini ifade etmeleri onlara yetiyor.

Şimdilerde yeni sokaklar genelde hep numaralı… Kentin belleği ya da belleksizliğine dair ne söyleyeceksiniz, içinde bulunduğunuz şehre dair?

Kentlerin belleği bir katliama dönüşecek belki de dönüşmüş şekilde sanki planlanarak yok ediliyor. Bunu bilinçsizce yapıyor olmaları daha acıtıcı. Bilinçli yapıyorlarsa biz bir savaşa girdik demektir. Bu hafızayı metinlerle tekrar kazanmamız gereken bir savaş ve galip gelmeye mecburuz. 

“Bir Kış Gecesi Eğer Bir Yolcu” olsaydınız ilk hangi yazarın/şairin kapısını çalardınız bulunduğunuz şehirde? Hangi şiiri/nizi okurdunuz ona?

“Beni bu havalar mahvetti” diyen Orhan Veli’nin ensesine bir tokat atmak sonra da boynuna sarılmak isterdim. Sait Faik’i köpeğiyle dolaşırken uzaktan izlemek isterdim. Ama onlar benim şehrimde değillerdi. 

Şehirlerle ilgili/şehir kavramına dair en sevdiğiniz üç film/öykü/şiir adı… desek.

Sait Faik’in bütün öyküleri.

Edebiyatı bir şehre benzetseydiniz hangi şehre benzetirdiniz, neden?

Edebiyatı bir şehre değil bir evrene benzetebilirim ancak. İlle de şehir derseniz, İstanbul deyip kolaya mı kaçarım bilmem. Nedeni ise İstanbul başlı başına bir destan, başlı başına bir masal, biricik bir şiir. Her saniye sahneleri güncellenen bir sinema, bir tiyatrodur. Bir rüya ve bir cehennemdir aynı zamanda. Tıpkı kitaplık raflarındaki her bir roman gibi.

edebiyathaber.net (2 Ocak 2023)

Yorum yapın