
Röportaj: Deniz Demirdağ Temel
Ayşe Sevim’in güçlü kaleminden çıkan Dedeler Boş Yere Horlamaz, yalnızca bir çocuk kitabı olmanın çok ötesine geçen kuşaklar arası bağı zarif bir şekilde işleyen sımsıcak bir eser. Mizahın, sevginin ve yaşam deneyiminin harmanlandığı bu kitap, okuyucusunu hem güldürüyor hem de düşündürüyor.
Bu heyecan dolu serüvende geçmişten gelen bir misafir, Selim’in dostluk ve cesaretin gücünü keşfetmesine vesile oluyor. Bir yandan tarihî eserleri korumaya çalışan Selim ve ailesi diğer yandan gizemli misafirlerinin büyük sırrını keşfediyor. Dedeler Boş Yere Horlamaz, okurları geçmişe doğru bir yolculuğa çıkacak ve her sayfada başka bir keşif kapısı aralayacak.
Eserde yer alan karakterler canlı, samimi ve içimizden biridir. Hikâye boyunca kimi zaman kahkaha atarken, kimi zaman gözlerinizin dolduğunu fark edersiniz. Çünkü anlatılanlar aslında hepimizin tanıdığı, belki de kendi dedemizi hatırlatan yaşanmışlıklar gibidir. Ayşe Sevim, detaylarda gizli hayat derslerini ustalıkla sunuyor: Sabretmenin, anlamanın, dinlemenin ve sevmenin ne kadar kıymetli olduğunu…
Dedeler Boş Yere Horlamaz, yalnızca çocuklar için değil yetişkinler için de değerli bir okuma deneyimi sunar. Çocuklar bu kitapta eğlenceli bir hikâye bulurken; büyükler, kendi çocukluklarına ve aile büyükleriyle olan ilişkilerine doğru bir yolculuğa çıkar. Kitap, bu yönüyle kuşakları bir araya getiren bir köprü işlevi de görür.
Ebeveynlerin ve öğretmenlerin çocuklara güvenle önerebileceği bu kitap, aile içi iletişimi güçlendiren bir anlatıya sahip. Okul kütüphanelerinde, sınıf kitaplıklarında ve evlerde yer almayı fazlasıyla hak eden Dedeler Boş Yere Horlamaz, sade dili, ince mizahı ve içtenliğiyle uzun süre unutulmayacak bir eser.
Çünkü bazen bir horlama sesi, geçmişin yankısı, bir öğüdün yumuşakça dile gelişi ve hayata tutunmanın küçük bir işareti olabilir.
“Dedeler Boş Yere Horlamaz” başlığı kitabın içeriğiyle nasıl bir ilişki kuruyor?
Kitabımızın ismi olan Dedeler Boş Yere Horlamaz oldukça dikkat çekici ve anlam yüklü bir başlık. Bu başlık, içeriğiyle yalnızca benim bakış açımdan değil daha geniş bir bağlamda da ilişki kuruyor. Hatta ismin belirlenme sürecine daha geriden anlatmak faydalı olabilir. Bir şeye isim vermek benim için her zaman zor olmuştur. Çünkü bir şeye isim koymak, onu tanımlamak anlamına gelir ve bu da ister istemez onun algılanma biçimini etkiler. Örneğin, sizin için birine “Deniz Hanım çok iyi biridir,” desem, o kişi size dair olumlu bir kanaate sahip olacaktır. Tam tersi şekilde, “çok kıskanç biridir,” desem yine o tanım üzerinden bir yargı oluşacaktır. Ben, tanımlayan kişi olmayı pek istemem. Bu yüzden bugüne kadar yayımlanan kitaplarımın hiçbirinin ismini ben koymadım. İsmi ya editörlerim koydu ya da isim konusunda güvendiğim yazar arkadaşlarıma danıştım. Hatta çocuklarımın ismini bile ben koymadım. Sözün özü tanımlayan kişi olmamak benim için önemli.
Bu kitabın adını da çok sevdiğim bir öğrencim, Gülay, önerdi. Bana birkaç alternatif sundu ve Dedeler Boş Yere Horlamaz ismi içlerinden en çok hoşuma giden oldu. Hem hikâyenin ritmiyle hem de ruhuyla uyum içindeydi. Çünkü kitap hareketli bir hikâye anlatıyor ve hatta uykunun içinde bile bir hareket hâli var. Bu başlık da tam olarak o dinamik yapıyı yansıtıyor.

Kitapta aile bağları ve kuşaklar arası ilişkiler çok belirgin. Modern toplumda bu ilişkilerin ne kadar güçlü ve anlamlı olduğuna dair kitap ne gibi mesajlar veriyor?
Açık konuşmak gerekirse bu soruya klasik ve geleneksel bir dille yanıt vermek istemem. Çünkü mesele yalnızca geleneksel bağlar değil insanın insana olan gerçek ihtiyacı. Modern dünyada özgürlükten ve bireysel güçten çokça bahsediyoruz ama günün sonunda herkesin çok yorulduğu, tükenmiş hissettiği bir noktaya varıyoruz. Önceden birçok kişi tarafından paylaşılan işler artık tek bir bireyin omzuna yükleniyor ve bu da insanları fazlasıyla yıpratıyor. Bu noktada aklıma meşhur “kirpi hikâyesi” geliyor: Kirpiler üşüdükleri zaman birbirlerine sokulurlar ama dikenleri birbirlerine batar. Sonra ayrılırlar fakat bu sefer de üşürler. Bu yakınlaşma ve uzaklaşma arasında dengeyi bulmaya çalışırken sonunda hem birbirlerini ısıtabilecekleri hem de canlarını yakmayacakları bir mesafe keşfederler. Bence ilişkilerin de böyle bir dengeye oturması gerekiyor.
Kitapta da bu düşünceye paralel olarak geleneksel rollerdeki karakterler hikâyeye yalnızca kenarda oturan, sürekli öğüt veren figürler olarak değil hayatın içinde var olan, kendi renkleriyle katkıda bulunan bireyler olarak dâhil oluyorlar. Diğer karakterler de bu yaşlılardan sadece saygı duymak zorunda oldukları kişiler olarak değil birlikte yaşanabilecek sevilebilecek bireyler olarak faydalanıyorlar. Yani hikâyede kuşaklar arasında yalnızca bir “saygı göstermek gerek” anlayışı değil birlikte yaşamayı öğrenme ve sevgi temelli bir birliktelik kuruluyor. Tıpkı kirpilerin bulduğu o hassas mesafe gibi kuşaklar da hem birbirine zarar vermeden hem de birbirini ısıtacak şekilde bir arada durmayı öğreniyorlar.
Selim’in dostluk ve cesaretin gücünü keşfetmesi kitapta önemli bir dönüm noktası. Bu temanın çağdaş toplumda bireyler ve topluluklar arasındaki bağları nasıl yeniden şekillendirebileceğini düşünüyorsunuz?
Aslında yazarken bu temaları çok bilinçli bir şekilde düşünmüyoruz fakat kitap tamamlandığında, bu tür temalarla karşılaşmış oluyoruz ve bu süreçte kendi bilinçaltımızla da yüzleşiyoruz. Bir yazar, masanın başına “şu meseleyi çözeceğim” diyerek oturuyorsa aslında bilimsel bir yaklaşımla çalışıyordur. Oysa hikâye yazmak daha çok yaratıcı bir süreci içeriyor. Hikâyeyi kurarken yazar da karakteriyle birlikte yol alıyor, onunla öğreniyor. Bizim karakterlerimiz de yolda öğreniyor. Yazar da… Yazar her zaman her şeyden emin olan değildir. Örneğin, Tolstoy’un bu yönü çok bilinir. Bazı tarihçiler “böyle bir şey tarihte yok” dese de Tolstoy Anna Karenina’yı ilk başta evlilik dışı ilişkilerin nasıl trajediye yol açtığını göstermek niyetiyle yazmaya başlamış ancak yazdıkça Anna’yı anlamış, hatta sevmiştir. Okur da Anna’yı sever ve sonunda, Anna’yı öldürdüğünde Tolstoy’un hıçkıra hıçkıra “Anna öldü, Anna öldü” diye ağladığı söylenir. Bu da gösteriyor ki yazarken yazar, planladığının ötesine geçebiliyor.
Ben de bu kitapta özellikle bir çocuk romanında, bağların nasıl oluştuğunu yazarken fark ettim. Modern dünya bize sürekli “tek başına halledebilirsin” diyor ama aslında bu doğru değil. Her şeyi bireysel başarıya indirgemek insanı yalnızlığa mahkûm ediyor. Oysa insan, ne kadar bireysel kararlar alsa da çevresindeki odalara, ışıklara, insanlara bakarak yolunu bulmalı. Yani yalnız bırakılmamalı.
Selim, bütün bunları görmeyebilirdi. Reddedebilirdi ama o, çocukların sahip olduğu o saflık ve açıklıkla kendine sunulan bu macerayı kabul etti ve içine girdi. Bu sayede de güçlü bir birliktelik doğdu. Belki de asıl cesaret, kendini bir başkasına açabilmekti.
Selim ve ailesi tarihî bir köşkte duydukları esrarengiz seslerin peşinden giderek bir serüvene adım atıyorlar. Bu gizemli atmosferi oluştururken size ilham olan neydi?
Aslında önceki romanlarımın çoğundan farklı olarak bu roman gerçek bir mekânda geçiyor: Sinop’ta. Kitapta adı da geçiyor zaten. Biz, ailece Sinop’ta dört yıldan uzun süre yaşadık. O dönemlerde Sinop’un yolu yeni yapılıyordu. İlginçtir, Sinop öyle bir yer ki bir anlamda Türkiye’nin sonu gibi. Oradan bir yere geçilmiyor; sonrası deniz. Bu yüzden de hep biraz “unutulmuş” bir yer gibi geldi bana. Zamanında Amerikan üssü bile kurulmuş yani Türkiye’nin kendi tarihinin dışında da bazı gelişmeler yaşamış bir şehir.
Ben oraya İstanbul’dan taşındım ve açıkçası kendimi başka bir yüzyıla ışınlanmış gibi hissettim. Belki tam olarak bir yüzyıl değil ama sanki 50 yıl öncesine gitmişim gibi bir izlenim bıraktı bende. O kadar farklıydı ki… Mesela insanlar evlerinin kapılarını kilitlemiyordu. Çünkü göç yok, herkes birbirini tanıyor, şehir ıssız ama güvenli. Trafik lambası bile yoktu, hâlâ yok belki. Özel okulu, sineması da yoktu. Oradaki yaşam başka bir ritme sahipti. Bu atmosfer beni çok etkiledi. Çünkü konuşulan dil samimi, insanlar birbirini tolere edebiliyor, her şey daha sade ve içten. Sanki herkes kendi hâlinde ama aynı zamanda bir bütünün parçası gibi. Bu farklı dünya hâli, bu unutulmuşluk hissi beni besledi. Taşrada iş sebebiyle terk edilmiş evler, boş kalmış köşkler, geçmişten kalma izler, bana bu hikâyeyi kurgularken ilham oldu.
Çocuklarımın küçük yaşları da o dönem deniz kenarında geçti. O yüzden Sinop bizim için hem kişisel hem duygusal bir yer. Elbette zamanla orası da değişti; turizmle ve üniversitenin gelişiyle birlikte daha günümüz Türkiye’sine benzeyen bir şehir hâline geldi. Ama ben oraya ilk gittiğimde, gerçekten farklı, zamanın dışında bir yerdi. İşte bu atmosferi kitapta da yaşatmak istedim.
Geçmişten gelen misafirler ve gizemli ipuçları, kitaptaki karakterlerin büyümesi ve cesaretlerini keşfetmeleri açısından önemli bir rol oynuyor. Selim’in bu yolculuğunda karakter gelişimine nasıl yaklaşmayı tercih ettiniz?
Diğer kitaplarımı da göz önünde bulundurursak genellikle çocuklar için fantastik ve bilim kurgu türlerinde yazıyorum ama Dedeler Boş Yere Horlamaz, bu çizgiden biraz ayrılıyor. Yine de içinde hafif bir gizem barındırıyor. Örneğin, uzun süre uyuyan bir dedenin aniden uyanıp günümüzde yaşamaya devam etmesi gibi. Bu kitapta da diğer işlerimde olduğu gibi karakter gelişimini sadece ana karakterle sınırlı tutmamaya özen gösteriyorum. Yani romanın sonunda yalnızca bir çocuk yani Selim bir şey öğrenip değişmiyor, onun annesi de babası da dedesi de hatta emlakçı bey bile öğreniyor. Çünkü benim bakış açıma göre yaş almak öğrenmenin sona erdiği anlamına gelmez.
Biz genelde yaşlılar için “artık öğrenme süreçlerini tamamladılar, hayatın esas serüvenini geçirdiler” gibi düşünürüz ama ben böyle bakmıyorum. Hayat, hepimiz için –ister çocuk, ister yetişkin, ister yaşlı olalım– sürekli bir dönüşüm süreci. Hepimiz, ölünceye kadar kişilik olarak değişmeye, dönüşmeye devam ediyoruz. Bu bakış açısıyla kitapta tüm karakterler dönüşüm yaşıyor. Selim değişiyor ama onunla diğer herkes de kendi “bardağı” kadar bir şey öğrenip yoluna devam ediyor çünkü bana göre hepimiz, ruhlar aleminde aynı anda yaratıldıysak aslında aynı yaştayız. Bu, dünyevi yaş farklarının ötesinde, daha derin ve eşitlikçi bir zaman algısı yaratıyor. Dolayısıyla yazarken sadece bir karakterin gelişimini merkeze almak yerine, herkesin alan kendi içsel yolculuğuna tanıyorum. Her biri hikâyenin içinden kendi payına düşeni alıyor, kendi dönüşümünü yaşıyor.
Tarihî eserler ve kültürel mirasın korunması etrafında şekillenen bu serüven, edebiyatla buluştuğunda sizce nasıl bir sorumluluk doğuruyor? Bu temayı işlerken hem bireysel hem toplumsal sorumluluğu okura nasıl aktarmayı amaçladınız?
Aslında bu kitapla tarihî eserler ve kültürel miras konusunu çocuk edebiyatıyla bir araya getirme çabam, uzun süredir üzerinde düşündüğüm bir alanla da kesişti. Hatta şu sıralar müzecilikle ilgili bir çocuk kitabı üzerinde çalışıyorum çünkü bu konu hem kişisel olarak beni etkiliyor hem de geleceğimiz adına çok kıymetli olduğunu düşünüyorum.
Yurt dışına çıktığınızda müzeleri gezerken “Bu eser Irak’tan alınmıştır, şu Türkiye’den gelmiştir,” gibi ifadelerle sıkça karşılaşıyoruz ancak bu eserler “alınmadı”, “getirilmedi”; büyük kısmı çalındı. Eğer bu transferler devletler arasında resmî bir satış ya da devir yoluyla gerçekleşmediyse ortada gayri ahlaki bir durum var demektir. Ne yazık ki bu tür vakalar hâlâ devam ediyor çünkü bizler çok eski uygarlıklara ev sahipliği yapmış, toprağı kazdığınızda mutlaka bir tarih parçasıyla karşılaştığınız bir coğrafyada yaşıyoruz. İşin en acı tarafı şu: Bu eserler, çoğu zaman özel olarak korunmadığı için değil ihmal edildiği için kayboluyor ya da yok oluyor. Mesela Seyyit Bilal Türbesi’ndeki bir hat eseri bir dönem ortadan kaybolmuştu. Bu bir çalınma hikâyesi değildi bakımsızlıktan düşmüş, unutulmuştu. O hattı yapan kişinin niyeti, onu oraya hediye etmekti; bir anlam, bir bağ kurmaktı ama güven eksikliği ve koruyamama duygusu bizi zor bir tercihle baş başa bırakıyor: Ya onu müzeye alacağız ve toplumun gözünden uzaklaştıracağız ya da yerinde bırakıp kaybolma riskini göze alacağız.
Buradaki mesele sadece bir eserin korunması değil, o eserin ruhunun, bağlamının ve duygusunun da korunması. O hattı ya da işlemesini yapan kişinin içindeki hissi düşünmek gerek. “Neden yaptı?”, “Nereye ait hissetti?”, “Biz o hissi koruyabiliyor muyuz?” gibi sorular sormak gerek. Eserin maddi değerine değil, temsil ettiği hikâyeye odaklanmak gerek. Ben bu kitapta da okura tam olarak bunu hatırlatmak istedim: Her şey fırsata çevrilmemeli. O tabloyu, o taşı, o yazıyı bir “kâr” için elden çıkarmak sadece ahlaki bir sorun değil; aynı zamanda gelecek nesillerin hafızasından bir şeyi çalmak anlamına geliyor. O eser bir daha görülemeyecekse o eksikliği hissedecek çocukların, torunların hayatında bir boşluk bırakılmış olacak. Bu sadece bir “hırsızlık” değil daha derin, daha kalıcı bir kayıptır. Toplumsal olarak bu konuda çok derin bir farkındalık eksiğimiz var. Ülke olarak eserlerimizin yurt dışına taşınmasına karşı gerektiği kadar duyarlı değiliz. Oysa bu sadece “satmak kötüdür” gibi basit bir yargıyla kenara çekileceğimiz bir konu değil. Neden kötü olduğunu anlamak, tartışmak, hissetmek gerekiyor. Sadece kültürel miras değil aslında kendimize, geçmişimize ve geleceğimize sahip çıkma meselesi bu.
Selim ve ailesi bu yolculuklarında bir yandan cesaretle mücadele ederken bir yandan da geçmişin sırrını çözmeye çalışıyorlar. Gerçek hayatta geçmişin sırlarıyla yüzleşmenin insanlara ne gibi katkılar sağladığını düşünüyorsunuz?
Geçmişle yüzleşmek insana en başta büyüme imkânı sunar. Kitapta da Selim, bu büyümeyi yaşıyor. Başta, sürekli bir yakınma hâli içinde; büyük şehirdeki hayatının daha iyi olduğunu, orada kurduğu düzeni, verdiği emeği –örneğin futbol takımına girebilmek için çıktığı antrenmanları– hep birlikte geride bırakmanın zorluğunu taşıyor ama sonra geçmişten gelen bu yeni imkâna kendini açıyor. İşte bu, insan için çok kıymetli bir şey: Hayatın sunduğu yeni imkânları sadece bugünden değil geçmişle kurduğumuz bağlar üzerinden de okuyabilmek. İnsanlar çoğu zaman bir yere ait olmayı, bir hikâyeye sadık kalmayı değerli bulur fakat başka hikâyelere kendini açmak, yeniden başlama cesareti göstermek de en az o kadar önemli. Bu kitapta da biraz bunu anlatmaya çalıştım. Mevlana Hazretleri’nin meşhur bir sözü vardır: “Neden ayaklarım kırıldı, kollarım kırıldı diye üzülüyorsun? Belki de Allah sana kanat verecek.” Bazen şikâyetle yaklaştığımız şeyler aslında bir fırsatın eşiğidir ama o fırsatı görmeyebiliriz. Tıpkı bir hikâyede anlatıldığı gibi: İnsan hakikati arar, arar, arar… Ve bir gün hakikat kapısını çaldığında, “Şu an meşgulüm hakikati bekliyorum,” deyip geri gönderir. Bu nedenle geçmişe, bugüne ve geleceğe sadece kendi kafamızdaki hikâyelerle değil, açık bir zihin ve gönülle yaklaşmak önemli.
Aslında bu kitapta Selim kadar dikkat çeken bir başka karakter de dedesi. Birinci Dünya Savaşı’nda savaşmış, Ruslara esir düşmüş, sonrasında kaçmış ve o kaçış yolunda uyuyakalmış biri. Yıllar sonra günümüzde gözlerini açıyor. Uyandığında tanıdığı hiçbir şey kalmamış: Musluktan akan su, ateşsiz ocaklar, teknolojik yenilikler… Her şey ona yabancı. Ama o bile şikâyet etmiyor. “Bakalım ne göreceğim?” diyerek öğrenmeye, tecrübe etmeye çalışıyor. Bu yaklaşım bana ilham veriyor. Tarihten de örnek vermek isterim: İkinci Dünya Savaşı’nın sonunda, Berlin’in düşeceği kesinleştiğinde pek çok Alman subayı, Hitler dahil intiharı seçti. Ama Osmanlı subaylarına baktığınızda, esir düşseler bile, kör edilseler ya da sakat bırakılsalar da yaşama devam etmeye çalıştıklarını, çoğu zaman yoksulluk içinde ama onurlu bir şekilde hayatlarını sürdürdüklerini görüyorsunuz. Bu yaşama sarılmak, umutla kalmak hâli çok kıymetli. Bu bir hırs değil bir dirayet ve sabır meselesi. Bu hikâyede vermek istediğim şey de tam olarak bu: Ne olursa olsun, umutsuzluk üretmemek. Türkiye’de her şey bazen olumsuz gibi görünebilir ama bizler, karanlığı değil aydınlığı taşımalıyız. Özellikle çocukların erken yaşta karamsar yetişkinlerle muhatap olması, onların dünyaya karanlık bir gözle bakmalarına neden oluyor. Bu yüzden asıl görev büyüklerde: Kendimize çeki düzen vermemiz, yeni doğuşlara, yeni hikâyelere alan açmamız gerek.
Sonuçta, bir kişi değil bir milyon kişi umudu seçerse hep birlikte çok daha aydınlık bir güne uyanabiliriz.
Geçmişe doğru bir yolculuğun anlatılması aynı zamanda farklı keşiflere de kapı aralıyor. Bu keşifleri aktarırken zamanın geçişi ve unutulmuş değerlere dair bir eleştiri de mi var aslında bu anlatıda?
Ben kendimi “yaşasın gelenek” diyen bir tarafta da görmüyorum, gelenekten tamamen kopmuş bir noktada da değilim. Yazdığım metinlerde insanlar genelde bir tür “alabora” olurlar. Çünkü ne sadece geleneği hararetle savunan biri olarak yazarım, ne de geçmişi tümüyle eleştirip rafa kaldıran biri olarak. Aslında iki tarafın arasında bir yerde duruyorum. Hatta bu pozisyonun kendisi bence çok kıymetli. Mesela bu romanda klasik aile yapısının alışıldık örneğini bulamayız. Burada mutfakla ya da ev işleriyle pek ilgilenmeyen temizlik konusunda beceriksiz bir anne var. Baba da çok farklı değil. Ama bu onları kötü birer figür yapmıyor. Aksine, çok eğlenceli, canlı, neşeli bir çift olarak karşımızdalar. Yani klasik rollerle oynamaktan çekinmedim. Eksik kaldıkları yerleri ise tarihten gelen, uykudan uyanan dedemiz tamamlıyor. O da eski bir asker ve çok iyi yemek yapıyor. Böylece hem geçmiş hem bugün, bir tür denge hâlinde birlikte var oluyor.
Benim derdim eskiyi birebir kopyalamak değil. Eskiyi, bugünü okuyarak, bugünün ihtiyaçlarıyla yeniden yorumlamak. Örneğin Mevlevi Sema ayinine bakarsanız, o sahne aslında kendi dönemine göre oldukça yenilikçidir. O zamanın estetik anlayışıyla çok özel bir biçimde sunulmuştur. Bu da bize şunu gösterir: Özü bozmadan ama yeni bir formda, bugüne uygun bir şekilde bir geleneği anlatmak mümkündür.
Sanatta da bence yapmamız gereken şey bu: Tekrarlamak değil dönüştürmek. Sinemada, müzikte, resimde ya da edebiyatta… Her alanda yeni bir şey söylememiz gerekiyor. Mevlana Hazretleri’nin de dediği gibi: “Yeni bir söz söylemek gerek.” Çünkü insan, hayran olmak ister; insan, bir şeye bağlanmak, ilham almak ister. Geçmişe dair güzel olanı bugüne aktarmak, onun bugünkü çocuklarla da temas edebilmesini sağlamak gerekir. Ama bunu yaparken sadece geçmişin güzelliğine övgü düzmek yetmiyor. Bugünün çocuklarının dünyasını, ilgi alanlarını, teknolojiyle olan bağlarını da bilmek gerekiyor. Yani bir çeşit “eşleşme” yaratmak gerekiyor. Geçmişi bilen ama bugünü anlayan bir bakış açısıyla üretmek şart. Bugünün sanatçılarında genelde şöyle bir sıkıntı var: Yeniden üretmeye çok hevesliler ama geçmişi bilmiyorlar. Öte yandan, geçmişi iyi bilenler de bazen yeniden üretme konusunda çekingen kalıyorlar. Ben yazar adaylarıyla da çalışıyorum. Gençlerden gelen fantastik öykülere bakıyorum; kahramanın adı “Hasan” ama karakter tam anlamıyla “Michael” gibi davranıyor. Kuzey mitolojileri var ama bizim halk anlatılarıyla bir bağ kurulamamış.
O yüzden diyorum ki: Her iki tarafı da bilmek gerekiyor. Hem köklerimizi hem bugünün dilini. Bu iki dünyayı bir araya getirecek özgür bir düşünceye ihtiyaç var. “Okur ne düşünür?”, “Veli nasıl tepki verir?” gibi sınırlayıcı düşünceleri bir kenara bırakmak ve “Ben işimi hakkıyla yapacağım,” diyerek üretmek gerekiyor. Gerçekten iyi bir iş, zaten yerini bulur.
“Dedeler Boş Yere Horlamaz” kitabınızdan sonra okurlarınızı neler bekliyor? Yeni projeleriniz, kitaplarınız olacak mı? Kitabın bir devamı gelir mi?
Devamı olabilir. Aslında başta Dedeler Boş Yere Horlamaz için bir devam kitabı düşünmemiştim ama çocuklarıma okuturken onlardan gelen tepkiler ve talepler bu fikri zihnimde yavaş yavaş şekillendirdi. İlk okurlarım da zaten kendi çocuklarım oluyor. Onlar oldukça dürüst eleştiriler yapıyorlar; “burada sıkıldım”, “çok sıkıcı olmuş” gibi. Yani anneleri olduklarımdan ötürü editörlerimden çok daha acımasız davranabiliyorlar. Ben de bir metni yazarken, içimden “şimdi ne olacak?” duygusu geçmiyorsa heyecan duymuyorsam, onu yazmak istemem. O yüzden çocuklardan gelen devam kitabı isteği beni ciddiye almaya itti ve artık kafamda bir kurgu oluşmaya başladı diyebilirim.
Bunun yanında şu sıralar üzerinde çalıştığım bir diğer proje ise müzecilik temalı bir çocuk kitabı. Müzeler çok başka bir konu çünkü değerlere, tarihe ve mekâna dair düşünce biçimimizi doğrudan etkiliyor. Bu alanda bir şeyler üretmek istiyorum çünkü şu farkındalığı yaratmak çok önemli: Normalde evimize ait, kıymetli gördüğümüz bir nesnenin bir müzede sergilenmesi aslında düşündüğümüz kadar “iyi” bir şey olmayabilir. Örneğin, bir hat eserini camide gördüğünüzde onun manevi anlamı üzerine düşünürsünüz. Ama aynı hat, bir müzayede salonuna konulduğunda şey ilk düşündüğünüz genellikle onun maddi değeri olur. Yani mekân, düşünme biçimimizi dönüştürür.
Müzeler bize çoğu zaman sanki o eşyaların ait olduğu kişiler kurgusal karakterlermiş gibi sadece “Hmmm. İlginç!” diyerek bakılacak figürler sunuyor. Oysa o eşyaların, objelerin arkasında gerçek insanlar, gerçek hayatlar, gerçek hikâyeler var. Müze küratörleri ellerinden geleni yapıyor ama sonuçta her yerleştirme onların bakış açısına göre şekilleniyor. Yani geçmişi birebir yansıttıklarını düşünsek de, aslında her müze bir yorum içeriyor. Bu konuyu biraz daha kurmaca üzerinden tartışan, eleştirel ama aynı zamanda düşündürücü bir öykü planlıyorum. Belki geçmişten gelen biri, kendi yaşadığı köşkün bir müzeye çevrilmiş hâlini görür ve her şeyin yanlış yerde olduğunu fark eder. İşte bu fikir üzerine çalışmak istiyorum.
edebiyathaber.net (26 Nisan 2025)