Masal bitti. Kimse muradına ermeden, biz kerevete falan çıkmadan bitti. Herkeste Pamuk Prenses’in yumuşaklığı olmuyor işte. Bazıları sert oynamayı seviyor. Kız tekmeyi vurunca bizimki bayağı, merdivenden düşer gibi paldır küldür kendine gelmiş. Mahzun, sahipsiz bir köpek yavrusu gibi ortada kalınca tuttum eve getirdim artık. Eşim kahve yaparken ben imayla bir bardak soğuk su koydum önündeki sehpaya, anlamadı. Kızım saçlarını tarayıp yanaklarını sevdi. Baktı tepki falan vermiyor, iyice oyuncağa çevirdi koca adamı. Yağlı, uzun saçlarına toka takıp topladı, sonra doktor setini getirip muayene etmeye başladı. Bir oda dolusu oyuncak aldık, hiçbiriyle kendini bu kadar kaptırarak oynamadı.
Gecenin ilerleyen saatlerinde “Kalbimin ağrıması gerekmiyor mu abi?” diye mırıldandı bizimki. Kaykıldığı yerden, bir şey keşfetmiş gibi.
“Sanırım gerekiyor” dedim, gözlerim kapandı kapanacak. Bizimkiler çoktan yattı. Kızımın yarın okulu var, ben de erkenden dükkânı açacağım.
“Benim yine midem ağrıyor. Başka da hiçbir şey hissetmiyorum, sence bu işte bir terslik yok mu?”
“Sende her zaman bir terslik var, boş ver. Yarın akşamki performansında belli olur her şey.” Haftanın dört akşamı bir barda çalıyoruz. O elektrogitar ağlatıyor, virtüöz seviyesinde. Ben de basgitar ve klavyede takılıyorum kendimce. Her şeyden biraz, hiçbir şeyden hâllice.
Sabah kahvaltı hazırlamak için kalktığımda kanepesi boştu. Battaniye ile nevresime de dokunmamış. Gecenin bir vakti sessiz sedasız çıkmış belli ki. Akordu bozuldu ya, bir süre teli düzen tutmazdı artık! Bu kadar kabiliyetli olup da kendisini böylesine kötü harcayanı azdır.
Kızımı okula bıraktıktan sonra dükkâna geçtim. Bizimki vitrinin önünde, pervaza konmuş beni bekliyor. Yine kimsesiz ve mahzun.
“Günaydın abi.”
“Günaydın.”
“Karar verdim artık. Onunla birlikte hayatımda bağımlılık yapan her şeyi bırakıyorum.” dedi ben kapının kilidini açarken.
“Aferin sana!”
“İçkiyi de.”
Sesli güldüm. “Tamam o zaman, geri sayım başlasın.” dedim, kapıyı araladım. İçeri girer girmez tezgâhın kenarına önceden dizmiş olduğum bağlamalara kilitlendi.
“Bu kısalar yeni mi geldi?”
“Usta dün bıraktı. Kurs sezonu açılıyor yavaş yavaş, bakalım.”
Müzik aletleriyle dolu dükkânda en son gitarlara göz gezdirir bizimki. Bir tanesinde karar kılar, incinmesinden korktuğu bebekmişçesine yavaşça alır askısından. İnce bir gülümsemeyi dudağının kenarına sigara gibi iliştirmeyi de ihmal etmeden; önce akorda, sonra peşreve başlar. Ben de işimi bitirdikten sonra ona katılır, akşamki parçaları çalışırız bir süre. Grubumuzun adı Flanör. Tam bizim aylak adama göre bir etiket.
“Gitmesi bir şey değil abi, bari sözlerinin tüm gün silmem gereken salyangoz izlerini ardında bırakmasaydı.”
“Bak bu iyiydi işte.” dedim önümdeki nota kâğıdına bakarak. “Üzerinde çalışılmayı hak eden sözler. Kalem nereye gitti?”
Öğlene kadar sıfır satışa karşılık yarım beste. Ciromuz hiç fena değildi. Bu çocuğa ayrılık, ızdırap, kamyonet çarpması, olumsuz ne varsa yarıyordu havaya girmesi için. Ama acıkmıştık artık. Seyyar köfteciden gına geldi, pizza fazla İtalyan, tavuk dürümde sıra var. Kokoreçte karar kıldık yine, balıkçı gemilerinin denizi perdelediği tersaneye nazır. Bol baharatla terbiye edilmiş koyun bağırsaklarıyla sarmaş dolaş bir hâldeyken bizimkinin vakitsiz kükremesiyle irkildim.
“E, yeter lan artık!”
Az daha şalgam suyumu döküyordum. “N’oluyor oğlum?”
“Abi duymuyon mu, sabahtan beri zangır zangır kulağımızın dibinde!”
Tamponu yere sıfırlayan Şahin gençliğinden bir gruptu kızdığı! Çocuklara kusura bakmayın gibilerinden el işareti yaptım. Neyse alttan aldılar da uzamadı mevzu. Bir de gençlere saygısız der şimdiki dinozorlar! Uzaklaşırken soba borusu egzozlarıyla homurdanmakla yetindiler yalnızca, duymazlıktan geldik artık. Arabesk şarkıların ardı arası kesilmeyince bizimkinin tepesinin tası attı hâliyle. Bayılır varoşçuluk akımı müziklerine, üçüncü dakikasında kendinden geçer! Bu kadar büyütmezdi de bu ara böyle, idare edeceğiz artık.
“Yeri gelmişken tabuları yıkmaya ne dersin, biraz da Doğu rüzgârıyla yelkenleri şişirmeye?” dedim ateşe körükle giderek. “Biraz uğraşılsa arabeskten bile bir malzeme derlenebilir bence.”
“Nasıl bir malzeme abi? Salya sümük dolmuş hırıltısı gibi mi?”
“Kashmir gibi”
“Led Zeppelin abi onlar, kafayı tütsülemeden uçuran grup. O iş bizi aşar.”
“Denemeden bilemeyiz. Hem etrafına bir bak, bu milletin isyan edişinde bile teslimiyet var. Dinledikleri parçalara, Tanrı’ya dert yanışlarının edasına bir kulak ver. Nasıl egzotik, nasıl ipeksi bir tını…”
“Boş versene, Pentagram grubu bile satanizmi çağrıştırıyor bu memlekette. Daha geçenlerde şeytan çağırıyor bunlar, dememiş miydi sizin komşu?”
“Senin “Stairway To Heaven” gitar solonda değil mi?” dedim gülerek.
“Evet abi, biz cennetin merdivenlerini kendimizce çıkmaya çalışırken bu aforoz tayfası cehennem bekçiliğine soyunmadı mı?”
“Haklısın, soyundu” deyince anında soğudu bizimki. Benimse hâlâ hararetim vardı, acilen çay içilmeliydi. Garsonla göz göze gelince zafer işareti yaptım.
Çivit otundan devşirme, blues bir düşten sonra turkuaz gerçekliğe uyanmaktı bizimkisi. Açıkçası durum bizim gibi sözüm ona musikiyle iştigal eden güruh için hiç de iç açıcı değildi. Çan çan eden kalabalıklardan, trafiğin o çok sesli kakofonisinden sağ çıkabilene aşk olsundu. O gün de kazasız belasız dağıldık neyse ki. Ben yine dükkâna geçtim, bizimki Jimi Hendrix olmayı kafasına koymuş bir gence gitar şairliği kursu vermek için evine.
Öğleden sonra yan flüt soran bir kadın geldi yalnızca. Marka ve kaliteleri hakkında bir kamyon soru sorduktan sonra hiçbir şey almadan gitti. Ben de yarım kalmış çalışmamıza gömüldüm. Telleri ne kadar paralasam da bizimki olmadan olmuyordu. Karınca sabrıyla bir yere kadar, ağustos böceği olmak da Tanrı vergisiydi sonuçta. Gitarı bırakıp gelmeyecek müşterileri beklemeye başladım. Sahi kimse heyecan duymuyor muydu artık, kimsenin mi içi titremezdi bir bebek uyurken yahut gün doğarken? Müziğe, sözlere, sanata sarılmak için neyi bekliyorlardı? Ben daha ortaokul yıllarında sarılmıştım, Adam Olacak Çocuk’taki uzun saçlı büyücüden etkilenerek. Çocuklarla yaptığı sohbetin bir an önce bitmesini bekler; o bol yüzüklü, sempatik kliplerin başlamasını iple çekerdim. İlk gitarımı alması için sonunda babamı ikna etmiştim. Akustik, basit bir şeydi. Ne çekti o gitar benden! Öğrendiğim birkaç ezginin rüzgârıyla az biraz yol aldıktan sonra gönül borcumu kendimce ödemeye çalışmıştım. Yaratma kudretinden kendilerine cüzi bir pay düştüğü için bana göre yeryüzünün en şanslılarından olan bestecilere özenerek… Ortaya çıkan felaketle daha da borçlu hissettim kendimi. “Let It Be” ile “Resimdeki Gözyaşları” arasında gidip gelen o ritmik taklit aynı zamanda son çırpınmam oldu. Buna rağmen çalmayı hiç bırakmadım. Notaların araladığı sihirli dünya, gereğinden fazla somut ve gereğinden fazla gerçek olan bu dünyadan kesinlikle daha soyut ve daha kozmikti.
Bir türlü içinden çıkamadığım hesap kitap işlerinin arasında boğuldum, boğulacağım. Radyoda türkü kanalı son anda imdadıma yetişti neyse ki. Bu toprağın ezgileri kim ne derse desin mirî malıydı ve kim nasıl çalarsa çalsın sıkıntı olmazdı. İşte tam o anda Selda Bağcan da öyle yaptı, henüz tanımı yapılamayan ve muhtemelen de hiç yapılamayacak olan bir kanaldan seslendi âleme. Bense bilgisayara gömülmüş, dükkânın neden hâlâ ekside olduğunu çözmeye çalışıyordum. “Daha cebindeki paradan haberin yok, çarşı pazar harcamalarını ayarlayamıyorsun. Senin neyine esnaflık!” diyerek beni günaşırı pres kalıbına sokan eşime Tanrı’nın günü hak veriyorum. Tutunduğum şey yine bağlamanın teli oluyor, avuntumsa çoğu zaman bozlaklar. Neden sonra duvarda asılı udla bir kenarda tozlanmaya duran kanun çarptı gözüme. Maziye haksızlık olmasın diye radyo kanalını değiştiriyorum. “Olmaz ilaç sine-i sad-pâreme / Çâre bulunmaz bilirim yâreme” Güfteyle birlikte resmen dile geliyor beste, ayaklanıyor tanbur ve santur. Bizimki burada olsaydı “Sanat müziğiymiş, diğerlerinde sanat yok mu?” diye başlardı kesin. “Hem bu saray müziği fazla süslü, halk müziği ise esaslı.” Çokbilmiş, git o mavalı Müzeyyen Senar’a oku!
Saat gelmiş geçiyor, az daha kızımı okuldan almayı unutuyordum. Arabaya atlar atlamaz başka kanala geçiyorum, masmavi bir kanala. Kızım ilk başlarda yadırgasa da alıştı artık bu blues tarzına. Okul yolunda git gel, seçici olmaya bile başladı. “Hadi baba” diye bağırdı birden arkadan, “Boom Boom’u açsana!” Hooker, ben ve kızım eve kadar güvercinler gibi kuğurdadık.
Akşam bizimki yine yıktı geçti ortalığı. Vokal ve elektrogitar uyumu şahane bu çocuğun. Haybeye kürek çekiyorsun oğlum bu bar köşelerinde, diye kaç kez söylendim. Dinleyen kim? Biz sivrilirken o köreliyor. Çoğu parçada kıpır kıpır kaynattı dinleyenleri, masaların arasında raks ayinine başlayanlar da oldu. Gizli bir tarikatın gizemli ve meşk etmekten kendini alamayan müritleriydi artık onlar. Açılışı Cem Karaca’yla yaptık, “Sevda Kuşun Kanadında”ydı sonuçta. Oradan U2’lara, Yaşar Kurtlara uzandık; Moğollar’a, Bob Dylanlara. Bu şekildeki curcuna havası da riskliydi aslında. Tınıların bu kadar gelgitli olması. Ama çok seslilik iyi geldi hepimize. Bizim müdavimler de sever yerli yabancı potpuriyi. Önemli olan da bu.
Bar yine dolu, müşterilerin keyfi kimsede yok. Kalabalıkta gülüşmelerin, koyu sohbetlerin, meyvemsi parfüm kokularının arasında çarpışıyor bakışlar. Bir diz mesafesi yakınlıkta, aynı zamanda kilometrelerce uzakta kimler hissediyor buzdağları gibi çarpışan anlık bakışların yankısını? Serin sular kabarıyor kıyılarda, içleri önce ürperiyor sonra birden canlılık geliyor. Umutla, yaşama sevinciyle doluyor tüm derinlikler. Bizimkinin yüzdüğü denizler hariç. Belki biraz da bu yüzden final bir başka oldu. İlk şarkılarda onca yükselip Nirvana’ya eriştikten sonra alçak uçuşa geçti. Kimselere görünmeden, radarlara yakalanmadan, selvilere konup kalabalıklara karışmadan. Karacaoğlan’dan “Üryan Geldim” diyerek bir giriş yaptı ki sonrası tufan.
Elimde pena “Ne yaptın oğlum sen?” diye fısıldadım.
“İşimi” dedi yalnızca ve az önce ortalığı yakıp kavuran kendisi değilmiş gibi gitarını usulca bırakıp dışarı çıktı. Peşinden yetiştim. Bir başkası görse sigarasını çakmaksız yaktığını düşünebilirdi. Hummaya tutulmamıştı belki ama sağından solundan her an duman çıkacak gibi duruyordu.
“İyisin değil mi?”
“Biraz anksiyetemiz var abi, az biraz denge sorunu. Haydi dayanılmaz mide ağrılarını da geçelim ama şuramda bir femme fatale var abi, onu ne yapacağız?”
Birkaç hafta geçmiş, bizimkinin kıyılarında sular biraz olsun durulmuştu. Fırtına öncesi sessizliğiymiş meğer. Nereden bilebilirdik araya giren üçüncü şahsın ortalığı daha da bulandıracağını. Bir süre eve kapandı. Ne telefonları açtı ne kapısını. Barda da onsuz yürümüyordu işler. Sırayla bir şeyler mırıldandık da idare ettik beş on gün. Ama böyle olmazdı ve olmayacaktı da. Ayrıca ne ilk ayrılıktı bu dünyadaki ne de son.
Kızacağını tahmin etsem de ertesi gün erkenden dayandım kapısına. Borazan sesim, koçbaşı yumruklarımla. Neyse ki hiçbirine gerek kalmadı, ikinci zilden sonra açtı kapıyı. Sevdiği poğaçalardan almıştım. Sevinmedi, kızmadı da. Tebessüm etmekle yetindi. Canı burnunda, kavak yelleri başındayken kendisinden herhangi bir heyecan dalgası bekliyor değildim zaten. O balkona geçip sigara dumanına yarım kaldığı yerden gömülürken ben de mutfağa geçtim. Çay mı giderdi bu büyük saatte kahve mi?
Balkonun demir korkuluğuna yaslanmış, işe gidenleri izliyordu. Resmi köleleri, şirket kurbanlarını, çocuk bakıcılarını… Bir şey fark etmiş, önemli bir şey duymuş gibi el işaretiyle beni yanına çağırdı. “Dinle” dedi eliyle gökyüzünü göstererek “İşitiyor musun?” Araç uğultularına karışan bir iki martı çığlığına kulak verdim. Neyi işitmem gerekiyordu? Gülerek “İşte bu” dedi. “Ortaya koyduğumuz her çalışma doğanın taklidi aslında, dikkat et. Türetilen ilk sözcükler nasıldı? Yansıma seslerden oluşan, doğadaki sesleri çağrıştıran sözcükler. İlk tınıları düşün. Rüzgârı, dalganın kıyıda kırılmasını, şelaleden düşen köpüklü suyun şırıltısını üst üste koyuyoruz biz de. Tüm yaptığımız bu aslında. Etraftan ödünç aldığımız sesleri harmanlayıp duruyoruz. Coştukça fırtına gibi hızlanıyor, sabah yeli gibi duruluyoruz duygulandıkça.”
Normale dönüyordu nihayet. Ne dediğine yahut ne demek istediğine tam olarak odaklanamadım ama yapacağı beste için doğru yolda olduğu aşikârdı. Doğanın bıraktığı izlerde.
Kahvaltımızı balkonda sessiz sedasız yaptık, birer çay daha doldurdum bardaklara. O sigara paketine davranırken ben de gitarını getirdim odadan. Sonuçta akrebin zehri çıkacaksa yine gitar teliyle çıkacaktı dışarı. Bir git başımdan, der gibi elinin tersiyle itti aramızdaki boşluğu.
“Hadi” dedim. “En iyi bildiğimiz şeyi yapalım dostum. Komşuların kafasını ütülemeye şu cazgır martılar kadar hakkımız yok mu?”
Gözlerini kaçırarak birkaç metre ötemizde sıralanan, yanaşık nizam apartmanlara sığındı. Kararsız kalışını, huzursuz bacaklarını sallayıp çakmakla oynayışından anladım. Sonunda anladı, kurtuluşu yoktu. Sigarasını dudaklarının arasına alıp gitarı kaptı elimden. Bıyık altından gülmemi görmezden gelerek rastgele tıngırdatmaya başladı. Ben de dizlerime vurarak ritim tutmaya… Sabahın mistik sakinliği ve yükselen güneşle ortalığa yaydığı enerji, doğaçlama çalışmak için bire birdi.
“Geçende yazdığımız sözlerin üzerinde çalışalım mı?” diye sordum.
Her parçanın hemen öncesinde grup üyelerine dönerek bir bakış atar bizimki. Hazır mıyız arkadaşlar, dercesine. O an hiç olmadığım kadar hazırdım. İki hecelik işaret fişeği ateşlendi.
“Haydi!”
edebiyathaber.net (19 Aralık 2024)