Öykü: Sır ormanı | Aslı Avcı

Ekim 30, 2025

Öykü: Sır ormanı | Aslı Avcı

“İki âlem vardır: İlki varlık âlemi, ikincisi mana âlemi.

Varlık âlemi gündüz gibidir, olanı biteni açıkça görürsün,

Kendini kolayca ele verir.

Mana âlemi ise gece gibidir, onu bulmak için,

Mutlaka gönül ışığını yakman gerekir.”

Mevlana Celaleddin-i Rumi

Bir varmış, bir yokmuş… İnsan evladı; göğe bakıp huzur bulurken, toprağa basıp verdiklerine minnet duyarken, ecdadına hürmet, torununa kalbini sunarken, alın terini en büyük nimet sayarken; nice ozanlar, âşıklar, dünyanın sırrına ermek için yollar arşınlarken, ustalar geceleri gündüze katıp, sese ulak olacak sazlar yaparken, kulaktan kulağa fısıltısı dolaşan bir sır ormanı varmış. İnsanlığa hem en büyük armağanı sunabilecek hem de en büyük cezayı verebilecek, artık kimselerin hakkında konuşmak istemediği, yok saydığı, yakınından bile geçmediği sır ormanı.

Yıllar yılları, hikâyeler hikâyeleri kovalamış, sır ormanının çok yakınındaki küçük köyde, suskunluğu bozacak günler başlamış. Bu köyde Kadim isminde bir delikanlı yaşarmış. Kadim, babası Seyit gibi bir saz ustasıymış. Kadim, henüz çocukken; köyün tozlu meydanında topaç çevirip, tahta çubuktan at yapıp koşar yaşlardayken, babası Seyit bir anda kör oluvermiş. O günden sonra lakabı da Kör Seyit kalmış. Kadim, her devrilen yılla birlikte babasının hem saz âşıklığının hem de ustalığının tükenişine, izi geçmeyecek “ah!”lar çekerek tanık olmuş.

Derken, günlerden bir gün, sabahlardan bir sabah, tavanı ahşap direklerle, duvarları taşlarla örülmüş; geçmişi taşımaktan yorgun ama bir o kadar da dingin evin, küçücük odasından bir çığlık yükselmiş. Kadim’in çığlığı. Çok uzun yıllardır neredeyse her gece aynı kâbuslar uykularının misafiriymiş Kadim’in. Yalınayak, ter içinde taş avluya atmış kendini, babası tahta sedirin üzerinde kırık tebessümü ile elini uzatmış boşluğa doğru. Öpmüş babasının sıcacık yaşlı elini, uzanmış dizine. Ellerini okşamış. Avlunun sokağa çıkan tahta kapısı açılıvermiş birden, içeriye yaşlıca, heybetli bir adam girmiş. “Seyit!” diye seslenmiş!  Kör Seyit fırlamış oturduğu yerden, tanımış sesi hemen, “Kör Bedrettin; hem yolumun, hem sazımın, hem cehaletimin ortağı, hoş geldin” demiş. Kadim bir babasına bir misafire bakmış; babasının aynası gibiymiş misafir. Seyit mutluymuş arkadaşını görmekten bir o kadar da tedirgin.

İki eski dost bir süre yalnız sohbet ettikten sonra Kadim’i çağırmışlar. Nereden başlayacağını bilememiş Kör Seyit. Öyle uzun bir hikâyeymiş ki bu.

Yıllar yıllar önceymiş, namı uzak diyarlara kadar ulaşmış; iki saz aşığı, iki usta. Biri Seyit, diğeri Bedrettin. Tellerinin çaldığının, dillerinin söylediğinin, ellerinin can verdiği sazın eşi benzeri yokmuş.  Sır ormanı sadece ikisine geçit verirmiş; mühürlü kapılarından geçip, aradıklarına ulaşmalarına ve ulaştıklarını alıp çıkmalarına engel olmazmış. Aradıkları; gönüllerindeki sese, sırra varmak için aracı olacak, alıp sonsuza ulaştıracak sazmış. Ulaştıkları; sazlarına sesini verecek ağaçmış. Yalnızca kendi seslerine, sırlarına beden olacak ağacı değil, nice sesin, sırrın bedeni olacak ağacı, sahiplerine ulaştıracak ulaklarmış ikisi de. Uzun yıllar bu böyle sürüp gitmiş. Sır ormanı, kendi sırrına yolculuk eden âşıklara yol açmış. Ama verilen sözler tutulduğu sürece… Ormanın kalbine ilk ulaştıklarında verdikleri bir söz varmış, sadece sesini duyabildikleri ağaçları alacaklar, burada yaşadıklarını kimseye anlatmayacaklar ve en önemlisi; sır ormanın tekliğini kabul edecek, başka topraklarda yeşertmeye çalışmayacak, mahremiyetini bozmayacaklarmış. Uzun zaman sözlerine sadık kalmışlar. Gel zaman git zaman kulaklarına birtakım sözler ulaşmış. Duymazlıktan gelmişler. Sözler her geçen gün çoğalmış “Ağaçları fideleyin dört bir yana, neden yalnız sır ormanında yetişsinler? Her insanın hakkıdır, sessinin sırrının eşlikçisine ulaşmak”. Çoğaldıkça kulaklarından akıllarına oradan da düşüncelerine sızmışlar. Yapma denilene uysaydı insan, “günah” denilen bulaşır mıydı Adem ile Havva’dan torunlarına… Ağaçları fideleyip büyütmeye başlamışlar ki, Sinek çıkagelmiş, sır ormanının bekçisi, yol göstericisiymiş. “Bir daha ormana giremeyeceklerini, ormanın lanetine uğradıklarını; âşıklığın, sesin, telin sonsuza iz bırakmasının artık mümkün olmadığını, bu geleneklerin her geçen gün azar azar eksilip sonunda tükeneceğini, gerçeği göremeyecek kadar kör olduklarını” iletip gitmiş. Kısa bir zaman sonra Seyit ve Bedrettin kör olmuşlar, diktikleri ağaçlar hızla büyürken tek gecede kurumuşlar. Zaman izini sulara bırakıp aktıkça, sazlarını çalamaz, sözlerini diyemez olmuşlar ki bu körlükten daha büyük bir cezaymış.

Kadim, tüm olanları öğrenince anlamaya başlamış; insanların sır ormanından yemin etmiş gibi hiç konuşmamalarını, babasının kalbinin ve gözlerinin tükenişini, gördüğü onca kâbusu. Boynuna dolanan dalları, duyduğu anlaşılmaz sesleri, sürekli konuştuğu ama yüzünü görmediği varlığı, çığlıklarla uyanışlarını…

Kör Seyit, her şeyi anlattıktan sonra, Bedrettin’in buraya gelme sebebini açıklamış, bugünün mutlaka geleceğini bildiği içinmiş dostunu tedirgin karşılaması. Lanet son noktasına ulaşmış, tek bir âşık bile kalmamış. Bunun anlamı; artık insan evlatlarının gönüllerindeki sırra ulaşıp, o sırrı ölümsüzleştirmesinin imkânsız olmasıymış.

İki eski dost bu lanetten kendilerini sorumlu tutuyorlarmış, çıkar bir yol aramışlar. Yeniden anlaşmaya varmak üzere Kadim’i elçi yapmaya karar vermişler. Bunu duyan Kadim, ne cevap vereceğini bilememiş. Çok korkmuş. Babasının başına gelenlerden, ormanın gücünden, olanlardan, olabileceklerden ölesiye korkmuş lakin dile getirememiş bunları. Karar vermek için üç gece zaman istemiş. Kafasındaki düşünceler korkularla bir olmuş, ömrünün bir ucundan diğer ucuna çekiştirmişler Kadim’i. Bu hal, kâbuslarından da betermiş. Ne kadar korkarsa korksun bir düşünceye saplanmış aklı “ya başarırsam!”. Kabul etmiş, ona sunulan bu görevi kutsal saymış. Mühürlenmiş kalplerin anahtarı olma umudunu, muskası yapıp yola koyulmuş. Atı Sırat’ın sırtında sır ormanın kıyısına ulaşmış. Gerçek mi hayal mi bilemediği sislerle kaplı bir uğultuya kapılmış gibiymiş. Sırat huysuzlaşmış birden, inmiş sırtından, yularını sımsıkı tutup yürüyerek devam etmiş yoluna. Tam bu sırada bir gölgeye ilişmiş gözü, irkilmiş. Gölge bedene bürünmüş. Bedenin gözleri, Kadim’in bilinmezliğin çaresizliği ile dalgalanan yüzünde dolaşmış. “Korkuna, çaresizliğine, çare olma umuduna, cesaretine tanık olduğumu bil, hoş geldin Kadim!”

Adamın davudi sesi bir süre yankılandıktan, Kadim’in artık bedeninden dışarı fırlamış gibi çarpan yüreği ve boğazına tıkanıp kalan nefesi biraz rahatladıktan sonra, titrek kırık bir soru dökülmüş ağzından “Kim olduğunuzu bilmek isterim…”

“Sır ormanının bekçisi diyenlerde var, fanilerin ve sırrın arabulucusu diyende. Sinek adım, arafta kalmış bir Can’ım”  yanıtını vermiş.

Allak bullak olmuş ruhu ve aklı birden dinginliğe kavuşmuş Kadim’in, sağ elini kalbinin üstüne koyup başını hafif eğerek selamlamış Sinek’i: “Sözün yoluma ışık olacak, sen araftaki arabulucu isen ben ışığına muhtaç faniyim.”

“Atın burada kalacak, hayvan olan canların kulakları her sese katlanamaz, bu bir. Tek bir mum yakabilirim yoluna, sesleri duymaya çalış; her bir zerrenin sesini, kendinin de bir zerre olduğunu unutmadan, bu da iki” demiş.

Kadim “Yaktığın mumu muskama ekledim, var ol, can ol…” diyerek gülümsemiş. Sırat’ın yelelerini okşayıp, pırıl pırıl gözlerinin içindeki aydınlıkla daha da umutlanarak yoluna devam etmiş. Adımları sıklaştıkça etrafta hiç ses olmadığını fark etmiş. Ne bir yaprak hışırtısı ne bir kuş sesi ne de bastığı toprağın sesi… Bir süre olduğu yerde durmuş, Sinek’le konuştuklarını düşünmüş, “duymayı bilene” demiş. Tekrarlayarak yürümüş “duymayı bilene” … “Duymak için önce görmek gerekir” dermiş babası, etrafına kenetlemiş gözlerini, içinde olduğu yer muazzam bir ormanmış lakin beklediği gibi sıra dışı bir durum yokmuş. Şimdilik. “Duymayı bilene”, usulca dökülüyormuş ağzından “duymayı bilene…” Derken bir hışırtı duymuş, sağa sola bakınmış, anlayamamış kaynağını. Gözlerini kapatmış, ilk duyduğu kalbinin atışlarıymış sonra az önceki hışırtı tekrar çalınmış kulaklarına, yumuşak, narin bir hareketle oluştuğunu anlamış. Açmış gözlerini, birkaç metre ilerisinde kuru yaprakların üzerinde ilerleyen tırtılı görmüş. Bu sesi duyabildiğine inanamamış. Tekrar kapatmış gözlerini; ağaçların gövdesine tırmanan karıncaların, yaprakların damarlarında ağır ağır ilerleyen damlacıkların, toprağın nefes alıp verişinin ve can olan her şeyin sesini duymaya başladığını fark etmiş.

Renkler, kokular, sesler, görüntüler muazzam hareketlerle dönmeye başlamış etrafında. Karşısında, bembeyaz çiçeklerini iç sızlatan kokusuyla dans ettiren daha önce hiç görmediği bir ağaç görmüş. Yaklaşmış ve gövdesine sarılmış; kulağını sıkıca yerleştirince, içine doğru akmaya başlayan bir ses duymaya başlamış. Ses; kadife gibi, dünyadan uzaklaştırıp görünmeyen âlemleri düşündüren, pişmanlıkla şükranı aynı anda hissettiren, kulağa üflenen ilahi bir nefes gibiymiş. Kadim’in gözyaşları ağacın kokusunu kucaklayıp toprağa doğru yol almış. Dizlerinin üzerine çömelip hem bedenini hem de yeni tanıştığı bu dünyanın tattırdığı hisleri duyumsamaya çalışmış. Yaşadığı bu eşsiz an, keskin, hızlı ve rahatsız edici bir sesle bölünmüş, gözlerini açıp üzerine doğru saldırıya geçen sarmaşığı görmesi, çevik bir hareketle kenara sıçrayıp, kalın gövdeli ağaca tırmanması bir olmuş. Soluk soluğa aşağı doğru bakarken sarmaşığın sürünerek geri çekilip yok olduğunu izlemiş. “Cehennemi pusuda bekleyen cennet bahçesi burası” diye düşünmüş. Başına gelebilecek her şeye razı olarak inmiş ağaçtan. Temkinli adımlarla devam etmiş yoluna.

Birden, minik kristallerin çarpışmasıyla ortaya çıkabilecek, narin seslerin içinde bulmuş kendini, ışık huzmelerinin uyumlu hareketiyle canlanmış etraf. Kadim de içten bir gülümseyişle kendi etrafında dönmeye başlamış.

“Bu kusursuz düzene ihanet edilir mi?”

Ses, bıçak gibi kesmiş Kadim’in doğayla dansını. Bir süre beklemiş olduğu yerde, bu kâbuslarında konuştuğu sesmiş. Ne bir kadının ne de bir erkeğin rengini taşıyormuş. Derinlerden yankıyla gelen, çok tanıdığı ve çok korktuğu sesmiş. Başını çevirdiğinde kökleri, gövdesi, dalları, meyveleri ayrı ayrı dalgalanan koca bir dut ağacı görmüş.

Kadim artık sonsuz bir rüyada olduğunu düşünerek, tüm hislerini boşluğa bırakarak, “uykularıma hükmeden ses; demek sır ormanın sahibi, sesimize erecek yolun öncüsü sensin dut ağacı” demiş.

“ Ben sadece hakikatin sesine beden olmuş bir ağacım” derken, gövdesini bir insan gibi Kadim’e yaklaştırmış, “uykularına hükmetmedim, buraya geleceğini bildiğim için, korkunu ve merakını canlı tutarak, seni bu yolculuğa hazırladım, aklın ve ruhun yerinde kalsın istedim” demiş.

Kadim, hayatın hiçbir şeyi nedensiz yaşatmadığını anlayarak, ağacın ihtişamını izlemeye başlamış. Sorusunu tekrarlamış ağaç “Bu kusursuz düzene ihanet edilir mi?”

“Edilmez” diye bir çırpıda çıkmış cevabı ağzından. Hemen ardından “Verilen sözden de dönülmez” derken, babası ve Bedrettin’in tutmadığı sözün ağırlığı çökmüş üstüne, utanmış.

Dut ağacının meyveleri renk değiştirmeye başlamış: “ Hep daha fazlasını istemek, fanilerin en büyük zaafı oldu” derken, meyvelerinden siyah damlalar akmaya başlamış.

Kadim yüzüne damlalar yağarken “Cehaleti, ders çıkarılmış hatalarla pişirmek, öğrenmek değil midir? Bırak öğrendiğimi göstereyim” demiş. Cevabı beklerken sarmaşıkların sesini duymuş, dört bir yanını sarmışlar. Bu defa kaçış yokmuş. Önce bacaklarını sonra kollarını en son boynunu sarmışlar. Nefesi ağır ağır kesilirken çırpınmayı bırakmış. Sır ormanın ona hediye ettiği sesleri düşünmüş, ölmeden önce sadece bu seslerin huzurunu hatırlamak istemiş. Gerçek gibiymiş hatırladığı tınılar ve o tınıların arasından, içinden kopan bir ses duymuş, gönlüne gizlenen sesmiş bu. Kadim’in sırrı, gerçeğiymiş. “Keşke bu sırrımı ölümsüzleştirecek kadar vaktim olsaydı” diye düşünürken, yere yığılmış. Sarmaşıklar çekilmiş, dut ağacından yağan damlalar kesilmiş. Öksürmeye başlamış, nefesi tıkanarak dışarıya ulaşmaya çalışıyormuş.

“Kendi sesini buldun, onu sır ormanın sesiyle birleştirebilsen, ağaçlarını alıp çıkabilirsin. İnsanlığın ve babanın cezasını hatırla, söz ver, sır ormanın mahremiyetine sadık kalacağına” cümle iki kere tekrarlanarak son bulmuş.

Kadim ayağa kalkmış, sağ elini kalbinin üstüne koymuş, derin bir nefesle bırakmış cümlesini “sözüm canımın ve tüm canların sözü olsun. Sözümden dönersem cezam dilediğin olsun”.

Yine minik kristallerin sesi, ışık huzmelerinin dansı kuşatmış her bir yanı, dut ağacı kaybolmuş, yoluna şükürle devam etmiş Kadim. Karşılaştığı tüm ağaçları kucaklamış; kiminin ince ince yükselen, kiminin kalbin sert atışı gibi kiminin de usul usul akan bir nehir gibiymiş sesi. Ama kendi sesiyle, sırrıyla buluşturabileceği eşi hemen bulamamış. Biraz daha yol aldıktan sonra; yaprakları tabak gibi, kokusu keskin, dingin bir ağaca yaklaşmış. Sarılmış, ağacın sesi, bir zamanlar babasının sazından dökülen seslerin neredeyse aynısıymış, dinlerken bir sürü dize saçılmış zihnine, “bu benim ağacım” demiş. Ancak ağaç inanmamış Kadim’e, kenetlenmiş toprağa, salmamış köklerini, dallarıyla saldırmış. Kadim bedenine çarpan dalların acısına aldırmadan, tekrar kucaklamış ağacı. Kendi sesine odaklanmış, kısa zaman sonra ağaçta duymaya başlamış ve Kadim’in sesinin aracı olduğunu anlayarak bırakmış köklerini. Kadim ağacı alırken şu dizeler kendiliğinden dökülmüş dilinden:

“Ormanın süsüydün,

Ağacın hasıydın,

Adem’in beşiğinde,

Kapının eşiğinde sen varsın,

Sırrımın yolu senden,

Affını diliyorum,

Ormanın tüm nimetlerine aşk ola.”[1]

Sırtlamış ağacını, vakti geldiğinde diğer seslerin ağacını almak için tekrar dönmek üzere, ayrılmış sır ormanından. Sinek ve atı Sırat onu beklemekteymiş. Yara bere içinde, dev ağacı inanılmaz bir güçle taşıyarak ulaşmış yanlarına. Sinek bir baba gibi kucaklamış Kadim’i, “sözünü tuttuğun sürece, bu ormanın bir zerresi de sensin, bu yolculuğunda tabi tutulduğun sınav bir kerelikti” derken bütün duyguları içine alan bir tebessüm etmiş.

Kadim yaşadığı uzun yıllar boyunca, canlanan tellere sözlere hizmet etmiş. Sır ormanından seslerinin ağacını, eşlikçisini alıp, onlara ulaştırmış. Gelen her ağaç, dokunduğu kalbin mührünü açmış. Babası yaşadığı sürece oğluna minnet duymuş.

Kadim yolculuğu boyunca kolay olanı hiç seçmemiş, biliyormuş ki, kolayı seçmek hakikati unutmaktır.

Kadim, hayata türlü sır yükleyip, onun anlamını arayan fanilere tek bir şey anlatmaya çalışmış;

“Kalbindeki sesi dünyaya bırakabilen sırrı çözendir.”


[1] Tahtacı Alevilerinde ağaç kesme gülbengi. “Geçimim senden” dizesi “sırrımın yolu senden” olarak değiştirilmiştir.

Yorum yapın