Meliha Akay’dan “Gırnatacı” adlı öykü

Ocak 30, 2005

Meliha Akay’dan “Gırnatacı” adlı öykü

  Sokak sakinleri de kapıda, camda. Birazdan gösteri başlayacakmış da onu bekliyormuş gibi bakıyorlar. Aslında şanslı sayılırım! Çalmaya başladığımda neler olacak kim bilir? Seyircim şimdiden hazır, diyerek okşuyor klarneti. Güneş görmese de boğazı tepeden gören sokağın kadınları kaş göz işaretleriyle kim olduğumu soruyorlar birbirlerine. Sokak çalgıcısıdır, diyorlardır, eminim. Varsın öyle desinler; nereden geldiğimi, bu şehirde neden kaldığımı, nasıl döneceğimi hiç bilmesinler! Çalmaya başlayana dek varsın öyle bilsinler. Kadıköy benim dilimi bilmez, ben onun dilini!  
       Sen de o gözle bakarsan bozuşuruz bak! Rıhtıma sıralanmış para toplayan çalgıcılardan değilim ben. Soru sormaya da kalkma! Anlattığım neyse o! On gündür buralardayım, geldim, bir daha da dönemedim. Ne bir yakınım var, ne de dostum diyebileceğim bir tanıdığım…Ama şu Kız Kulesi hariç! Görür görmez vuruldum derler ya, öyle işte. Dün geceyi orada geçirdim, bir saat oldu ayrılalı! Geceyi orada geçirdim dediysem, orada geceledim, ya da orada çaldım sanma sakın! Onu görebildiğim bir kayanın kuytusunda, bir gün orada çalmanın hayallerini kura kura sabahladım…Hatta bir ara, dalgaların sesini de yanıma alıp yepyeni bir melodi çaldım akerdeonumla…Gecenin üçü ya da dördü…Şafaktan önceki kızıl karanlık! Kulenin duvarlarına sinmiş eski zaman masallarını, izlerini taşıdığı aşkları ta yüreğimde duydum sanki…Bir baktım sahilde ne kadar şarapçı, çöp toplayan çocuk varsa yanı başımda. Bir anda bütün hislerim; sanki yıllarca bu anı beklermişçesine, son zerresine kadar çaldığım parçaya aktı. Hafifleyiverdim oracıkta. Bir yol oturup soluklandım. Yosun kokusu, balık kokusu, yanık kokusu, anız kokusu derken hayatın kokusu doldu içime birden bire…
       Sonrası burası işte. Bayılırım bu sokağa. İki de tanıdık var desem yalan olmaz. Beni duyar duymaz cama kapıya fırlarlar. Can kulağıyla dinlediklerinden olsa gerek, onları görünce daha bir coşar klarnetim de, akerdeonum da…Önce bir Şehrazad çalarım, ardından bir daha. Sonra Poloveç dansı’na gelir sıra, Borodin’den… Bir iki kez para vermeye kalktılar. Alır mıyım hiç! Ben rıhtımda çalan çalgıcılardan değilim ki! Dillerini bilmesem de anladılar beni. Yürek dili bütün dillerin önünde gelir diye boşuna dememişler! Eyvallah! Ama; kendi dilimi konuşan birini duyar duymaz bütün hücrelerim dört nala! Tut tutabilirsen! Ee? Sen hoşlanmadın galiba bu şarkılardan. Çayda Çıra sever misin?  
       Niye öyle baktın yüzüme? 
      Anladım sayılır ahbap! Bu kadar çok biliyor da sokaklarda ne arıyor diyorsun, değil mi? Eh, doğru da diyorsun. Amma velâkin şimdilik buralardayım. Bir gün beni de… Neyse! Nereden geldiğimi, neden kaldığımı soruyor gözlerin! Gelibolu’dan geldim. Köklerimin ait olduğu yer Beyaz Rusya. Yaşadığım yer mi? Her yer benim! Herkesim, hiç kimseyim! Niye gülüyorsun, herkes başaramaz ki bunu! Çocukluğumdan beri çalarım. Bu yaşıma geldim, gidip atalarımı bir göreyim dedim. Buraya da vize işlemlerim için geldim. Gelmişken boğazı bir göreyim dedim. Görüş o görüş! Ne olduysa Kız Kule’sini gördükten sonra oldu. Ne Rusya’ya gidebildim ne Gelibolu’ya dönebildim.  Benim dışımda kaç kişinin düşlerindeydi, gizlediği söylencelerle, geçmişiyle, siluetiyle, asaletiyle kaç kişinin düşüncelerini / uykularını toz duman ediyordu? Onlar da benim kadar sevdalı mıdır? Salacak Kayalıklarından duvağı açılmamış gelin izler gibi izlerken, sularda dans eden ışıkları eski zamanların şarkılarını söylerken, taşlarına dokunurken, daracık merdivenlerini döne döne çıkarken, masalsı pencerelerinde prenseslerin parmak izlerini ararken, balkonundaki dürbününden yüzyılların ötesine bakarken, ahşabını koklarken benim hissettiklerimi hissederler mi? Kolumun altına kıstırıp gitme isteği ile bunun imkânsızlığı arasındaki düş kırıklarının üstüne basa basa yürüyorlar mı? Kanıyor muydu, elleri, ayakları, hayalleri?…
       Hayatında seni her şeyden vazgeçirecek bir güzele / güzelliğe vuruldun mu hiç? Tutsağı oldun mu böyle bir tutkunun? Yeni bir hayata başlamanın aslında elindekilerden vazgeçmekle mümkün olacağı gerçeğine çarptın mı duvara çarpar gibi? Söyle, yaşadın mı böyle bir şeyi? 
        Sen olsaydın benim yerimde; gidebilir miydin? 
     Tek hayalim birkaç gece Kız Kule’sinde klarnet ya da akerdeon çalabilmek. Sonrasında ölsem de gözlerim açık gitmez. Hani şeytanın ayağını kırsam da orada çalabilsem; kulenin gizlediği anılar, taşına ahşabına sinmiş notalar ve kokular, tanıklık ettiği aşkların hüznü ve coşkusu bana eşlik edecek, bundan öylesine eminim ki! Beni içine çeken, benliğimi ele geçirip esir alan bir güç var Kız Kulesinde. Pek çok yerde çaldım, ne saraylarda gözüm var ne salonlarda; olacaksa ille de burası olmalı. Kulenin yalnızlığında kendi yalnızlığımı gördüm, ruhum birden bire onunla bütünleşiverdi. Deli saçması bunlar diyorsun ama değil. Bir gün sen de yaşarsan ancak o zaman anlarsın beni. 
       Sen? Hani şu salonlarda caka satmak için okur – yazarlığını her dem anlata anlata dolaşanlardan mısın?  Pek benzemiyorsun ama…Neyse; belki de duymuşsundur…Ah, haklısın tabii. Gelibolu’daki yaşadığımız yerin adını diyecektim. Gül Vadisi ya da Ölüm Vadisi…Klarnet tutkumu anlaman için yaşadığım yerden söz etmeliyim. Yaşadığı yerler insanın kaderini belirler diye boşuna dememişler.  Çok uzak bir tarih sayılmaz aslında; 1920 yılında ülkeyi terk etmek zorunda kalan Beyaz Rus Ordusu ile birlikte Sivastopol limanından İngiliz gemilerine bindirilen on binlerce Rus’tan biriymiş dedem! Kıbrıs’a, Bulgaristan’a değil de Türkiye’ye gelen mültecilerden biri… Sen; Rus mültecilerin yaşadıkları yerleri gördün mü hiç? Niye içini çektin öyle!? Yoksa sen de mi, diyeceğim ama değilsin; mülteci yüzünü, o yüzdeki hüznü kırk yıl öteden tanırım ben! Yine de şaşırttın beni! Şimdiki zamanlarda kimse başkası için kolay kolay içini çekmez de…Neyse, dedemlerin kurdukları çadırlar her yerinden rüzgâr alıyormuş, ısınmanın, korunmanın mümkünü yokmuş… Dayanmışlar dayanabildiklerince. Tiyatro kurmayı başarabildiklerine göre… Dedem orada, Drazdov Tiyatrosunda oynuyormuş. Müzik grupları da varmış, köylere, kasabalara gidip çalıyorlarmış. Aslında kalmaya hiç niyetleri yokmuş. Rusya’ya geri dönüp savaşmakmış düşünceleri de, hayalleri de ama olmamış. Olmayınca olmuyormuş işte. 
       Ne kararlar almışlar, ne hayaller kurmuşlar fakat nafile. En büyük sıkıntı da paraymış. Buralarda paraları geçmediği için dağdan odun kesip Gelibolu’da pazarlarda satarak harçlık çıkarırlarmış. Büyük dedem ustaymış odun kesme konusunda. Bilir misin bilmem, pek kolay bir iş değildir ağaç kesmek. Her canlı gibi ağaçların da bir ruhu vardır elbet. Hani nasıl desem, kurban kesmek nasıl bir tören edasında yapılıyorsa ağaç kesmek de öyleymiş. Büyükannem masal anlatır gibi anlatırdı, ben de bıkıp usanmadan dinler, tekrar tekrar anlattırırdım kadıncağıza. Arada bir, ‘ tansiyonum yükseliyor galiba’ diyerek kaytarırdı… Kaytarsın…Ben rüyalarımda görmeye devam ederdim. Dağı, ormanı, ağacı, odunu, testereyi, kesen adamları, düşen ağaçları…Küçük ellerimle ağaçları tutmaya çalışırdım, çığlık atmak istesem sesim çıkmazdı. Kan ter içinde uyanırdım…Öyle gecelerden birinde ağaçların birini ağlarken gördüğümü hatırlıyorum. Aynı gece, terimi üstümden atamadan sokağa fırladım. Cinlere karıştı, gidiyor elden diyen babaannem de arkamdan… Korkunun zerresini duymadan şafak sökmesini bile beklemeden dağda aldım soluğu. Çoban sürüsünü önüne katmış dağın eteklerinde henüz görünmüştü. Kaval sesini ilkin o zaman duydum. Rüyanın etkisi, kavalın sesi, ağaçların hüznü derken o çocuk yüreğimde çıraya benzer bir şeyler yandığını hatırlıyorum. Çoban bilge adamdı, anladı halimi, hiç bozuntuya vermese de anladı. Saçımı okşadı, sırtımı sıvazladı. Ağlamaya başladım. Ellerimi, o da yetmedi kollarımı açarak ağaçları gösterdim. Salya sümük anlattım babaannemin bana anlattıklarını. 
       Sürüyü bırakıp tepeye tırmandık. Aaa! Biz de neredeyse yürüye yürüye Üsküdar’ı bulmuşuz! Sonra çoban beni kucağına aldı, en cılızından en ulusuna kadar boyunun yettiğince hepsine dokundurdu. Reçine oldu her yanım. Olsun! Sadece reçine mi; başka bir şey daha oldu bana oralarda. Hayallerimin mayalandığı yerdi orası. Şimdiki beni doğuran yerdi…Gerçekleşmeyen düşler çok ağırdır bilirsin! Zaman zaman taşınmaz olur. Düş deyip geçme sakın, insanın hayatın değiştiren tek güçtür o!…
       Kısacası dostum; kaval başta olmak üzere tahta grubundan yapılan bütün enstrümanları öğrenmeye yemin ettim. Çalmayı başaramasaydım tezgåh açıp satardım. Tanrı esirgemedi benden; çalmayı çok kolay öğrendim, kimse göstermeden kendi kendime çözdüm her birini. Gözüm bir şey görmüyordu. Dağdaki bilge çoban ilk öğretmenimdir, bunu inkâr edemem. Flüt, kaval, mandolin derken klarnete daha çok kanım ısındı sanki. Al bak; az dokun! Aran nasıl, sever misin dinlemeyi? Solomon Amca ile bakkalın karısı pek sever benim klarnetimi…
       Bakar mısın şunun asaletine! Mekanizması yumuşacık, anahtarları da hassas mı hassastır. En güç ezgileri çıkarma nedeni de budur! Üç oktavmış ses genişliği…Sen de sevdin değil mi? Evirip çevirip bakıyorsun deminden beri! Merak ediyorsun belli; dur bakayım, kimdi, Denner adında biri bulmuş, on yedinci yüzyıl sonlarında galiba. Aslı da eski Fransız ‘arlümo’suymuş. Bunları sayıyorum diye sanma ki okulunu bitirdim. Hiç o kadar şanslı olmadım! Ama o aşk var ya, içimdeki aşk her şeyin üstesinden gelmeye yetti. Okullardaki müzik öğretmenlerine sorabilmek için gidip kapılarda nöbet tuttum. Birkaç kez başım belâya girdi bu yüzden. Ramazandı, Gelibolu’daki arkadaşım beni camiye götürdü. Büyük bir cami, ya da ben ilk kez gördüğüm için öyle geldi, bilmiyorum. Orada birbirimizle konuşurken durdum, sonra yine konuştum, kâh sesimi yükselterek kâh kısarak… Tamam, dedim, oldu bu iş! Doğruca caminin hocasına gittim. Namazdan sonra klarnet çalabilir miyim, buranın akustiği muhteşem, dedim… Gerisini ne sen sor, ne ben söyleyeyim! Yaka paça dışarı attılar beni. Bilinçli olarak dalga geçtiğimi, hakaret ettiğimi sandılar. Oysa…Yemin ederim ki, en küçük bir kastım yoktu. Hayatımda hiçbir şeyi böylesi bir tutkuyla istememiştim. Çalınan yerin derinliği, akustiği müzisyeni daha da coşturur, kendinden geçirir. Şimdi sen de ukalalık olarak göreceksin belki ama görürsen gör, ne yapayım; kendini aziz gibi hissettirir insana… Öyle olmasa kederliyi ağlatmayı, mutluyu güldürmeyi başarabilir miyiz?    
       Sıkıldın mı yoksa? Alnında ter birikmiş baksana! Gel şurada oturalım biraz! Klarnetim nerede; öyle korktum ki çaldırdım diye. Kafayı yemiş der gibi bakıyorsun ama varım yoğum, her şeyim o benim…Geçenlerde Moda’da bir yerde çalıyordum; hani şu asırlık çınarların altında. Gün battıktan sonraydı. Gümüş saçlı, tonton mu tonton bir kadın geldi yanıma. Çenesi titriyordu konuşurken. Türkçeyi pek anlamıyorum ama mimiklerinden, el kol işaretlerinden anladığım bana yetti zaten. Kızı günlerdir yiyip içmezken, bir kelime bile konuşmazken klarnet sesini duyunca pencere önüne gelmiş ve beni gülümseyerek izlemiş… Evlerine davet etti, gitmedim. Sonra bir tomar para çıkardı çantasından. Ağrıma gitti açıkçası… Arkamı dönüp giderken durdurdu, kırdığını o da anlamıştı. “ Yanlış anladın be evlâdım, yanlış anladın!” diye diye çay bahçesine oturttu. Adımı sordu önce, sonra yerimi yurdumu… Dil bilmiyordum güya; dilim çözülüverdi bir anda. Türkçenin kafasını gözünü yara yara da olsa anlattım nereden geldiğimi. Sonra sustum. Öyle ya, müziğe sevdalı insan pek fazla konuşmaz! Dilindekini, gönlündekini, kafasındakini ezgilerle anlatır. Ki hakkını verebilsin çaldığı enstrümanın… 
       Bak; sen sormadın ama gümüş saçlı kadın sormuştu. Yani İstanbul’a neden geldiğimi… Aslında ne kalmaya geldim, ne çalmaya…Dedim ya, işlerimi tamamlayıp atalarımın yurduna gitmekti amacım. Ah şu Kız Kulesi! Yolumu kesti, hayallerimi, hayatımı ters yüz etti. Ne çok anlatanı olmuştur, sen daha iyi bilirsin elbet. Kıskanıyorum işte, elimde değil. Yazanı da, anlatanı da kıskanıyorum… Gelibolu’da büyüdüğüm için yüzmeyi iyi bilirim. Kayalıklardan Kule’ye gün içinde birkaç kez yüzerek gidip geldim. Ama kesmiyor işte. Bir gün olacak; göreceksin! Yaşadığım sürece hep ağaçların sızısını duya duya çaldıkça diyordum ki; “ Bir gün dünyanın gıptayla izlediği bir yerde çalacağım!” O yer neresiydi hiç bilmiyordum ama artık biliyorum. Şimdi üstüme başıma bakıp, “ Hadi oradan be sen de! Boyuna bakmaz Hasan dağına oduna gider!”diyorlardır. Desinler!… Önemli olan benim inancım, benim çelik gibi güçlü hayallerim. Umudumun son kırıntısına kadar inancımı yitirmeyeceğim… 
       Sıcak iyice bastırdı. Hem baksana, daha haziran ayında bunca yaprak nasıl dökülür, neden dökülür anlamak mümkün değil. Birazdan motor gelecek, Kuleyi gidip gezeceğim ben! İstersen gel, istersen kal! Demek geliyorsun! Son zamanlarda herkes bir şifredir tutturdu gidiyor. Hayatlarını adayacaklar neredeyse şifre çözmek uğruna. Oysa Kız Kule’sinin asırlardır gizlediklerinden, bir büyü gibi taşıdıklarından kimse haberdar değil…

     Klarnetçi gence yol boyu eşlik eden ben miydim,  ben sandığım, müzik aleti çalmayı öğrenememiş kişilerden biri miydi bilmiyorum. Köklerinden, hayatından, geleceğinden, ailesinden vazgeçmek pahasına müziğin ve tutkuların peşinden giden bu gencin ihtirası bir gün gelir de, sizin de tüylerinizi diken diken eder mi, onu da bilmiyorum.

Haziran 2008 / Kız Kulesi

Yorum yapın