Küçük bir ifşa | Havanur Taflan

Ocak 31, 2022

Küçük bir ifşa | Havanur Taflan

İlk insanın varlığından itibaren, konusunu bulmanın rahatlığıyla bilim dalı olma serüvenine başlamıştır tarih. Erkeğin faaliyetlerinin biricik; kadınınkilerin ise tekrarlanabilir olduğunu da söyleyip durmuştur. Ev içindeki işlerin rutin sözcüğüyle tasdik edilmesi bu yüzdendir belki de. Bazı işler -özellikle de onları yapmayanlara göre- monoton ve sıkıcıdır. Düşünsenize her sabah başkalarının bir önceki gün dağıttığını toplamak, bulaşıkları yıkamak… Evet, olağandışı hiçbir olay içermeyen işlerdir bunlar. Fakat hayatımızı idame etmek için de gereklidirler. Hayatlarımızı düzenleyen ve destekleyen basit, dünyevi görevleri yerine getirmek için her gün onlara zaman ayırmak… Sürüp giden hayatın aksamasını engellemek… Peki, hayatın akışı için bu kadar önemliyse tüm bunlar neden görmezden gelinmişlerdir hep?  Küçük, basit, sıradan olmanın yazgısı mıdır bu? İşte bu soruyu sorar bize Francesca Rigotti Küçük Şeylerin Felsefesi kitabında.

Eski Roma’da ev işleri gibi basit işler kölelerin görevidir tarihin bize söylediğine göre. Hatta bu işi gizlice mahremiyet içinde yerine getirdiklerini, özgür yurttaşların ise dışarıda kamusal ve siyasi alanda olduklarını yazar. Peki, özgür olan kadın, kamusal alanda aktif rol oynamış mıdır? Haydi, oynayabildi diyelim… Tarih, ya onu görmezden gelmiş ya da tozlu sayfaları arasında küçücük yer vermekle yetinmiştir. (Sonra da avcının peşine takılmaya devam etmiştir.) Tarihin eril dille yazıldığını düşününce… Çok şaşırtıcı gelmemelidir bu bize. Kamusal hayata kendini adamış olan Hannah Arendt bile kadın etkinliklerine ve işlerine dair doğrudan hiçbir şey yazmamış ve bunları fark etmemişken… Bu durum çok garip gelir Rigotti’ye. Arendt, dünyayı etrafında oturulan bir sofra olarak görür. İnsanları hem birleştiren hem de ayıran sofra… Ama nedense sofrasına sadece erkekler oturmuş. Kadınlara açık bir davette bulunmamıştır. Kamusal alan önemli; mahrem olan ise önemsizdir onun için. 

Edebiyat ve felsefe üzerine düşünmenin bir bebeğin ağlayışları ve bir çocuğun kiriyle bir arada olmayacağını yazan Simone de Beauvoir da buna inanır Rigotti’ye göre. Kadın hep bir seçim yapmak zorunda kalmıştır: ya kitaplar ya çocuklar… Peki, neden erkek bu seçimden nasibini almamıştır?  İşte burada Rigotti “…ya beşik sallayarak bebeğin altını değiştirerek de felsefe yapmak mümkünse!” der bize. “Belki de tüm bu işleri yaptığımız için felsefe yapılıyorsa ve tüm bunlar edebiyata malzeme oluyorsa…” Etik alanında çalışmaları olan Amerikalı araştırmacı Janet McCrocken ahlaki vicdan ve estetik yargının evde doğduğunu söyleyerek doğrular onu. Tarih ise; Âdem ile Havva’nın bilgi ağacının meyvesini yiyerek kötüyü öğrendiği ve ahlaki bilinç edindiğini… Bilinç sahibi olduklarında ise ilk yaptıkları şeyin mahrem yerlerini kapattıklarını söyleyip durur. Bunun ahlakla ne ilişkisi vardır ki? 

Günümüzdeki filozofların kişisel ahlakın ve siyasi etiğin küçük şeylerle ilgili olmadığı ile ilgili fikirlerine Rigotti katılmaz. Onların böyle düşünmelerinin nedeni ise; ya ihmal edilmiş bir ayrıntı olarak görmeleri ya da eve ilişkin olanın kadınla ilişkilendirilmesinden kaynaklıdır. En sık kullandığımız nesneler evdedir oysa. Ve tüm bunlar iyilik, güzellik ve hakikat konusunda dolaysız öğretmenlerdir bizim için. Evle ilgili estetik ve ahlak yargılarının gelişmesinde kadın zorunlu olarak pratiklik kazanmıştır sadece. Yenecek durumda olup olmadığını anlamak için meyve ve sebzelere dokunmak, koklamak gerekir. Çocukların iyi olup olmadıklarını anlamak için tenlerinin rengine saçlarının durumuna bakmak; ses tellerini incelemek gerekir. Bebeklerin dışkısının görünüşü, kokusu da aynı titizlikle yoklanmalıdır. İşte Simone de Beauvoir’a verilmesi gereken örnek de Rigotti’ye göre budur. Küçük kabul edilen nesnelere bakmak ve dokunmaktan onları koklamak ve dinlemek… Her gün yaptığımız tekerrürden ibaret bu işlere yoğunlaşmak yaşamın kendisidir. Hiç farkında olmadan… Her gün neredeyse küçük şeylerin felsefesini yapıyoruz anlayacağınız. Hayatımızdaki şeylerin gerçekliği bizimle anlam buluyor çünkü. O zaman onları şeyden kurtarmamız gerekmez mi?

İnsan hayatının yemek pişirmeye, yemeye, kıyafet dikmeye, giymeye evleri döşemeye bağlı bir çizgisi yok mudur? Bu sabah ne giyeceğim, ne yiyeceğim sorusuyla kafa yormamızdan belli değil midir bu? Bu küçük ayrıntılar ne kadar çok etkiler ruh halimizi…  Kadının ev içi emeği karşılıksız ve görünmez olması nedeniyle tartışılsa da değişen çok fazla bir şey yoktur hala. Fakat sevgi gerektirir bu emek. Bu sevgiye paha biçilememesi midir acaba bunun nedeni? Tabii ki de hayır… Tüm sorun ataerkil sisteminin ev denilen özel alanın duvarları arasına sıkıştırdığı kadına yüklediği bu işleri küçük ve basit olarak görmesidir. Sanki tüm sorumluluklar kadın için yaratılmış gibidir. Evet, günümüzde artık kamusal alana daha fazla dâhil olmaktadır kadın. Fakat eski sorumluluklarından kurtulmamış ve daha çok artan yüküyle… Hep bir tercih yumağının içinde kördüğüm olan yaşamının düğümlerini açmaya çalışarak…

Hem feminist bir edebiyat eleştirmeni hem de bir şair olan Alicia Ostriker, kadın yazar için anneliğin avantajından söz eder bize. Ona göre tüm bunlar onu hayat, ölüm, güzellik, büyüme, çürüme kaynaklarıyla doğrudan ve kaçınılmaz bir temasa sokar. “…bir kadın, bir Yahudi, bir anne, bir eş, bir güzellik ve sanat aşığı, bir öğretmen, bir idealist, bir şüpheci olarak yazıyorum. Eleştirmenler sık ​​sık benim “zeki” olduğumu söylüyorlar ama ben de kendimi tutkulu görüyorum. Aslında ben de herkes gibi zihin, beden ve duyguların bir bileşimiyim ve hepsini devreye sokmaya çalışıyorum.” 

Kadınlar var olmak için hayatın akışındaki tüm zorluklarla mücadele ederken erkek baskısıyla da uğraşmak zorunda kalmıştır. Kişiliklerinden tavizler vererek… Edebiyat tarihi onların varoluş mücadelesi ile doludur. Yazmaya başladıklarında, erkekmiş gibi davranarak önemli görünen hikâyelerinin merkezine erkekleri koyarak var olmuşlardır. Ursula Le Guin de başlangıçta böyle düşünse de feministler sayesinde; “Ben kadın değil miyim? Ve eğer kadınsam neden erkek olarak yazıyorum?” diye sorar kendine. 1985’te “The New Yorker” da yayınlanan kısa hikâyesinde de  Âdem’in kaburga kemiğinden oluştukları için kadınları erkeklerin daha küçük bir parçası gibi gösteren o itaatkâr ilişkiyi reddeder. Her şeyi olduğu gibi kabul etmeyi bırakmamız ve gerçekten çevremizdeki dünyayı ve varlıkları düşünmemiz gerektiğini söyler bize. Havva dünyayı bir kez düşündükten sonra, mutlaka Âdem’den ayrılmalıdır. Onun kendi kaderini tayin etmesi, adını seçmekten daha fazlasıdır. Çünkü hayatını seçmektir onun için. 

Ataerkil kodlarla yetiştirilen erkekler kadını hep küçük önemsiz şeylerin içinde görmüş, onun zekâsını küçümsemişlerdir. Başkan Lincoln tarafından; “Bu büyük savaşı yapan küçük kadın bu mu?” diye karşılanan Tom Amca’nın Kulübesi’nin yazarı Harriet Beecher Stowe gibi… Oysa kadının kendine şans verildiğinde, kendine güvendiğinde yapamayacağı hiçbir şey yoktur. ‘Onlara hiç kendilerine güvenmeleri öğretildi mi?’ der Le Guin’in bir kahramanı Yerdeniz üçlemesinde. “…Hayır. Güven bize öğretilen şey değil. Güç güven olsaydı… Bu kelimeyi seviyorum. Bütün bu düzenlemeler krallar, efendiler, büyücüler ve sahipler olmasaydı, bu çok gereksiz görünürdü. Oysa gerçek güç, gerçek özgürlük, güvene dayanır.” Tanrıçayı tekrar dünyaya getirmektir kadınların istedikleri… Tanrı, tarih öncesinde Tanrıçayı  ​​yutmuştur çünkü.

Okula hiç gönderilmemiş eline bir kitap alsa annesi ya da babası tarafından azarlanmıştı. Daha on yedi yaşında bile değilken bir yün tüccarıyla sözlendirilmiş. Evlenmek istemediği için babası tarafından dövülmüştü. O da Londra’ya kaçtı. Tek istediği tiyatroda çalışmaktı. Ama tiyatroda kadın rollerini de erkekler oynamaktaydı o zamanlar. Sonra biri ona acıdı ve sahip çıktı. Küçük bir şans yakaladı. Yetenekliydi oysa. Fakat hamile kaldığını öğrenince intihar etti. Woolf’un, Shakespeare’in döneminde bir kadının onun dehasına sahip olsa bile ancak böyle bir hikâyesi olacağını düşünüp Kendine Ait Bir Oda adlı kitabında yarattığı hayali kahramanı bu kadın. Shakespeare’in kız kardeşi Judith. Shakespeare gibi bir deha… Ama yanlış bir cins olarak doğmuş ne yazık ki…

“…Yazacaksam eğer kendime ait bir odam olmalı. Yemek odasında yazamıyorum. Çünkü sofra hazırlanıyor sofra kaldırılıp, çocuklar giydiriliyor, yıkanıyor, bir sürü şey…” Ne aptalca düşünce! Ne kadınca! Amerika edebiyatının en etkili kadın yazarı Elizabeth Barrett Browning yazıyor bunları. Şair kocası Robert’in ise hiç böyle bir derdi yok… “Çalıştığım, iyi, düzenli bir aile kadını olduğum bir gün. Yayıntıları topladım, odaları düzene koydum, makasları, anahtarları, makbuzları, eski saatleri, ortalıkta kalmış dergileri yerlerine yerleştirdim; mektupları eledim. Hiçbir yere çıkmadım ama hiçbir yerde de değildim.”  der Tomris Uyar da. 

Erkeğin, kadını kendi hizmetinde, onun için, onun bedenini, onun rahatını, onun çocuklarını beslemek için yaratıldığını düşünen ataerkil zihniyet… Bunlara yönelik olmayan yaptığı herhangi bir şeye, karşıgelime duyduğu duyması öğretilen kin, haset, kıskançlık, garez… Kadın yerleşik olanın bu gücüne karşı ne yapmalı peki? Ona verilmiş rolü oynamaktan vazgeçmeli mi? Kolay mı bu? Aileyi, kamu zorunluluklarının önüne koyması gerektiği ya da özel alanın dışında çalışıyorsa evini ihmal edeceği söylemleri hala devam ediyorken… Sanki aile sadece onun tekelindeymiş gibi bu söylemleri destekleyen bir iktidar diliyle de çevrelenmişken… Ama her şeye rağmen… Vazgeçilmemesi gereken mücadeledir bu. Kadınlar değiştikçe ve toplumsal rolleri ve koşullara bağlı gerçeklikler geliştikçe, “doğal” olan da değişecektir. Ama bu değişim için çok yolumuz var. Birçok genç kadın, “Ben feminist değilim. O savaş bitti.” diyebilir belki de. Yanıtı Le Guin verir onlara; henüz başınızı cam tavana çarpmadınız galiba… 

Erkek egemen düşüncesiyle oluşturulmuş, insanın insanoğlu diye adlandırıldığı, tanrının erkeklerin diliyle konuştuğu, tek gidilebilecek yönün ileri, daima ileri olduğu toplumdan, zaten büyük ölçüde dışlanmış durumdayız. Le Guin’in dediği gibi; Evet, tamam bu onların ülkesi,  biz kendimizinkine bakalım. Gerçeğin, örtülerin altında saklanmadığı güvenle inşa edeceğimiz ülkemize… Tarihte tüm zorluklara rağmen büyük işler başaran büyük ninelerimizin o hikâyelerinin kılavuzluğu yetecektir bize.

Işık karanlığın karşıtıdır. Önündeki engeli kaldırdığımızda nasıl ortaya çıkıyorsa… Gerçek de, cehaletin örtüsünün kaldırılmasıyla ortaya çıkacaktır. (Örtü imgesi bile kadınla ilişkilendirilir ne yazık ki.) Şeylerin hakikati küçük şeylerden çıkar çünkü. Bizimle ilişkilendirilen her şeyi (…) unutuşun o mağarasından çıkarıp hakikatin gerçekliğindeki yerine koyacağız bir gün. Yeter ki kimsenin tutunabilecek bir kol olmadığı gerekçesiyle bile manzaramızı kapatmasına izin vermeyelim. Yalnız başına yol aldığımız gerçeğiyle yüzleşelim. Felsefe hayatın üzerindeki örtüyü kaldırmaksa ve örtük olanın ifşası da örtünün kaldırılmasıyla mümkünse… Tüm örtüleri kaldırıp hayatımızdaki şeyleri ifşa edelim. İşte bunu başardığımızda; Judith’in de doğmasını sağlarız belki… 

“Eylem, bütün belirsizlikleriyle, bize sürekli bir şeyi hatırlatıyor –insan ölmek zorundadır, 

ama insan ölmek için doğmaz, insan yeni bir şeye başlamak için doğar.”

H.Arendt

Kaynakça

https://www.joydigitalmag.com/everyday-life/heroes-of-the-faith-harriet-beecher-stowe

Küçük Şeylerin Felsefesi, Francesca Rigotti, Notos Kitap

Kendine Ait Bir Oda, Wirginia Woolf, Kırmızı Kedi Yayınları

Dünyanın Kıyısında Dans, Ursula Le Guin, İthaki Yayınları

edebiyathaber.net (31 Ocak 2021)

Yorum yapın