Tavhane Çocukları: “Acıyı dindirmek hiçbir zaman kolay olmamıştır.” | Sema Güler

Mart 23, 2022

Tavhane Çocukları: “Acıyı dindirmek hiçbir zaman kolay olmamıştır.” | Sema Güler

“Yurtsuz olmak adsız olmak demektir’’ diyor ya hani John Berger. Tam da öyle… Tavhane Çocukları romanında hiçbir şeyin kurtaramayacağı çocukların ve ellerinde kalan tek şey olan bedenlerini ortaya koyarak göç etmeleri, göç kavramının en önemli sebebini oluşturuyor belki de… Bir çatı altında toplanan, sınır ötesinden gelen çocuklarla, kendi yurdunda sürgün olan kimsesiz çocuklar için sahiden bir umut mümkün mü? 

“Çocukluk bütün dillerin tek alfabesidir.

Çocukluk bir yoldur, ne başlangıcı vardır ne de sonu. 

Çocukluk bir ülkedir, ne sınırı vardır ne de bayrağı. 

Çocukluk bir ömrün çatısıdır. 

Hayatın gerçek iktidarı çocuk sabrıdır. 

Çocukluk tüm yanıtların tek bir sorusudur. 

Çocukluk, gelecekle imzasız bir anlaşmadır.’’*

Bir kitaba başlarken önce, kendime bu yazar edebiyat düşüncesiyle ve yazdığı metinlerle nasıl bir ilişki kuruyor, onu soruyorum. Sonra anlıyoruz aslında edebiyatın kendisi dünyaya yöneltilmiş bir sorudur; yazarların hiç cevaplandırmadıkları. Bu bağlamda Adnan Gerger’in, Tavhane ile kurduğu bağ çok samimi, çocukluğumuz gibi… 

İthaki Yayınları’ndan yayımlanan Adnan Gerger’in 5. romanı Tavhane Çocukları, şöyle tanımlanmış:

“Herkes silip atmak istiyor dünyadan diğerini. Diğeri olmanın, herkesleşmekle kesiştiği nokta bu işte. En mutlu günler, beklenmedik anlar, umulmadık insanlar, köyler, şehirler ve geri kalan her şey bizi çiğneyip tükürmek için sanki. Hayat, çözüldükçe mükâfat vereceğine cezalandıran bir bulma olmaya devam ediyor.’’

Bu tanımı güçlendiren de Tavhane Çocukları’nı okurken insanın düşüncelerinde ve yüreğinde bir nakarat gibi beliren, dönüp dolaşan şu duygu oluyor: 

“Acıyı dindirmek hiçbir zaman kolay olmamıştır.” 

Yaşam değiştirmek, bağları koparıp yeni başlangıç yapmak, bir irşada tabi olmaktır… Peki, bu mümkün mü? 

Bir çatı altında toplanan, sınır ötesinden gelen çocuklarla, kendi yurdunda sürgün olan kimsesiz çocuklar için sahiden bir umut mümkün mü? 

“Yurtsuz olmak adsız olmak demektir’’ diyor ya hani John Berger. Tam da öyle… Tavhane Çocukları romanında hiçbir şeyin kurtaramayacağı çocukların ve ellerinde kalan tek şey olan bedenlerini ortaya koyarak göç etmeleri, göç kavramının en önemli sebebini oluşturuyor belki de… Romanda karakterler, aynı zaman dilimi içindeki farklı konumlanışlarda görünürlük kazanıyor.  Ve okura başlangıç noktası ne olursa olsun-bu noktayla bağını yitirmeden– yer değiştirme ve yeniden konumlanış imkânı sağlıyor. Adnan Gerger, romanda işte bu mümkün olup da olmayanın üzerinde okuru hep yanıt aramaya zorluyor.

‘Tavhane’ :

Farsça kökenli bir kelime. 

Birinci anlamı: Yoksulların sığındığı sıcak yer

İkinci anlamı:  Merdiven, balkon vb. yerlerin kıyılarına çekilen, 20-30 cm yüksekliğindeki set, limonluk. 

Kitapta ‘Tavhane’ sözcüğünün her iki anlamında kullanılması, bir rastlantı değilse eğer, incelikle düşünülmüş hoş bir ayrıntı olmalı.   

 “Encam, Tavhane’deki ilk gecesinde; gelirken yolda ilk dikkatini çeken limon bahçeleriyle dolu mahallede kimsenin yaşamadığını, gecenin sessizliğinin gündüz de süreceğini sanıyordu.’’ (Sayfa:77)

Bellek köyündeki katliamdan tesadüfen kurtulan Narin ve Encam kardeşlerin trajedisinden tutalım da,  zurnayı aşk ile çalan Yasin’in adından vazgeçmesi herkesin onu “Aşküfledi” diye hitap edişi, en dokunaklı kesitlerden biriydi romanda. Çünkü Sultansu köyünde zurna çalma, yedi kuşak devam eden dede baba mesleğiydi. Zurnanın, ’Mağara sesi’ne benzetilmesi- ne güzel bir tanımlamaydı.  

“Denir ki; Yasin, kucağında Pelin’in cesedi çürüyene kadar öylece durdu. Ben diyeyim kırk gün, siz deyin kırk bir gün… O kırk gün içerisinde yemeden içmeden içindeki o yangınla ağzından öyle sesler çıkardı ki değme zurnalara nefes çıkarttı.

İşte, o günden sonra adını unuttu. İşte, o gün Aşküfledi namı dört bir yanda duyuldu, bilindi.’’ (Sayfa: 89)

Acıyı dindirmek sahiden mümkün olmamıştır. 

Romanın başkarakterlerinden biri olan Kopuk’un, Tavhane’de çocuklara yüksek sesle okuduğu Fernando Pessoa’nın, ‘Huzursuzluğun Kitabı’ adlı eserindeki 165. sayfa ilgimi fazlasıyla cezbetti:   

“Yazmak, unutmaktır. Bunun yanı sıra edebiyat, hayatı görmezden gelmenin de en hoş yoludur. Müzik bizi yatıştırır, görsel sanatlar uyarır, canlı sanatlar (dans ya da gösteri gibi) avutur. Ne var ki bunlardan birincisi hayattan uzaklaşır giderek çünkü onu bir uykuya dönüştürür, ikinci sırada gelenlerse hayattan kopmaz; bir bölümü görsel, dolayısıyla hayatı yöntemler üzerine kurulu olduğundan, geri kalanlar ise bizzat insan hayatından beslendiklerinden.

Edebiyatın durumu bambaşkadır, o hayatlık taslar. Bir roman, asla olmamış bir şeyin öyküsüdür, bir dram ise öyküleme tekniği kullanılmamış bir romandır. Bir şiir, dizeler hâlinde konuşmadığımıza göre, aslında kimsenin kullanmadığı bir dile dökülmüş düşünce ya da duyguların ifadesidir.”  

Genel olarak edebi tür olarak romanın herkesçe kabul edilmiş bir tanımı yok günümüzde. Ve romanın gelişmeyi sürdüren, yani henüz tamamlanmamış olan tek tür oluşu şeklindeki yapılan tanımlamalar bana daha yakın geliyor. Bu bağlamda,  tek bir tanımdan ziyade kendi kuramsal temellerini çizmeye çalışan (kurgu, anlatım, kahramanlar, zaman ve mekân vb. ögeleri ele alarak düşündüğümüzde) Gerger’in toplumsal gerçekçi bir roman yazdığını söyleyebiliriz. 

Gerçekçi romanın sanırım en önemli sorunu, estetik ölçüt noktasında yaşamış olduğu gerilimdir; bir yandan belirli ideolojik/politik iletileri ön plana çıkarmak gibi bir asli unsuru dert edinir, diğer yandan da bu gerilim ortasında, kendi estetik değerlerini korumayı hedef alır. Bu anlamda Tavhane Çocukları’nda estetik değerleri çok iyi korumaya çalışmış yazar.  Romandaki bu estetik ve lirik anlatıların çokluğu, yazarın bu estetik değerlere nasıl da sıkı sıkıya bağlı olduğunu kanıtlıyor. Örneğin bu bölüm:

“Narin’in o minik gövdesi, masallardaki yıldızların arasına saklanmış da yere düşmüş, yeni kızarmış elmalardan birine dönüşüvermişti çabucak. Elinin boşaldığını fark etmesiyle bir karaltının havalandığını, Narin’in yere bir kitabın sayfaları gibi çırpınarak indiğini çığlıklar, bağrışmalar arasında gördü. 

Narin’e araba çarpmış, onu havaya savurmuştu. Narin, avcının tüfeğinden çıkan saçmayla vurulmuş bir serçenin daldan düşmesi gibi yere çarpmış, sadece dingin bir ses çıkmıştı: Pat!” (Sayfa:61)

Yine coğrafyamızın sıkça yaşadığı, acılı hallere uyarlanacak bir bölümünde de şöyle yazıyor: 

“Cenazeler ancak akşama doğru olağanüstü güvenlik önlemleriyle getirildi. Ne deşilmiş toprağın ne gökyüzünün ne de yeryüzünün bu insanların acılarını paylaşmaya cesareti vardı.’’ (Sayfa: 18)

Adnan Gerger’e de çok sevdiğini düşündüğüm Roland Barthes’in öğretileriyle sırtımı yaslamak istiyorum:

“Yazar rahibe benzer, yazman notere..’’ 

“Yazar dünyanın niçinini, nasıl yazmalı sorunsalında özümsemiş kişidir. Yazar edebiyatı amaç olarak görür, dünya, edebiyatı yazara araç olarak geri gönderir. Bir edebiyatçı, bir politikacı gibi çözüm getirmez sorunlara; edebiyatın politikaya katkısı da buradadır.’’ 

Tavhane Çocuklarında Gerger, somut koşullar içinde yasayan belirli bir tarihsel gerçekliği kendinde taşıyan somut insanları anlatır; sorunlar ise bu insanları anlatılmasından çıkar; çözümler de bu anlatışın içinde gizlidir. Tavhane Çocukları bu anlatışın gizini başarılı bir şekilde korumuştur. 

Romanda karakterlerin görünümleri ne olursa olsun, -bir arka plan olarak ya içinde oluştuğu toplumun ya da daha geniş ölçekte dünyanın politik halini taşıyor.  

Tam da bu noktada romanda yer yer toplumsal yaşamın ikiyüzlü, aşağılık, sahtekâr boyutlarını incelemiş “Yüzü Yırtıklar” diye imlenen kişileri işaret etmiş.  İktidarın medyadaki egemenliğinden sonra işten atılanlardan Elif Durudağ ile birlikte kitabın ilk sayfalarından başlayarak Tavhane Çocukları’nın gizini aramaya koyulmuştur okuyucu ile birlikte.  

Genel olarak edebiyat ile politika arasındaki ilişkinin birbirinin etkileşim sahalarına nüfuz eden ve birbirini tehdit eden bir çerçevede geliştiğini gözlemlemek mümkün. Bir nevi romancının siyasal kimliği ile romanında olması gereken edebi kimliğinin birbirine karışması tehdidi gibi. Bu çok hassas bir terazi öyle sanıyorum ki. Tavhane Çocukları’nda bu teraziyi iyi koruduğunu söyleyebiliriz Gerger’in. 

Romanı, siyasal olaylar dâhil tüm yaşam biçimlerinin temsil edildiği bir sanat faaliyeti olarak ve yazarı da romanda tüm yaşam biçimlerinin kurgusal tanrısı olarak düşündüğümüzde hiçbir kahramanın veya olayın yandaşı olmamış, böylelikle propagandacı olma riskinden korumuştur anlatıcıyı. Romanda ideolojinin mikro düzeydeki analizini yapmış ve bireysel vicdana seslenmiştir. Tavhane Çocukları’nda, Ahmet’in dilinden dökülen şu sözlerle: “Savaşta dünya, çocuklar için dönmez; silahların ve bombaların sesinden, evlerinin başlarına yıkıldığı günde durur. Savaşta en çok çocukların dünyası ellerinden alınır.” (Sayfa: 116)

Tavhane çocukları, kanıta ihtiyacı olmayan bir masumluktan alıyor gücünü. Metinlerinde hissettiğim müziğin coşkun dilinin ve unutulmaya yüz tutan, ötelenen enstrüman olan zurnanın iyileştirici hüznü için teşekkür ediyorum. 

Romanı bitirdiğim bu soğuk kış gecesinde,  M. Mungan dizeleriyle susan susturulan çocukları tek tek öpüyorum:  

“Çocukluk taşınabilir bir şeydir, alınsa da elinden geçmişi.

Ben konuşmam, susarım. 

Bu aklamaz ki sizi’’

Kaynak: Adnan Gerger. Tavhane Çocukları. Roman. 1. Baskı. İthaki Yayınları, İstanbul, 2002

* Bölüm başlarında yazarın özdeyişleri.

edebiyathaber.net (23 Mart 2022)

Yorum yapın