Büyülü gerçekliğin romanı | Tufan Erbarıştıran

Ekim 25, 2016

Büyülü gerçekliğin romanı | Tufan Erbarıştıran

koca-karinli-kentOnlar da insan…

Suzan Samancı, Güneydoğu coğrafyasında savrulan insanları, yaşanan haksızlıkları, köhnemiş gelenekleri, unutturulan dilleri, devlet baskısını edebi bir dille kahramanların üzerinden okurlarına ulaştırıyor. Onun romanlarında, yarattığı kahramanlar ete kemiğe bürünür, sesi ve davranışı ile gözümüzün önüne gelir. İşin bu gerçeğinden yola çıkarak, yerelden evrensele uzanan sosyal ve toplumsal önermelerin satır aralarında yer aldığı, sıradan insanların büyük öykülerini yazar. Bu kahramanlar günlük yaşamda sıkça karşılaştığımız, kapı komşumuz, esnaf, kitapçı, seyyar satıcı, piyangocu, doktor, öğretmen olabilir. Ancak her birinin tinselliğinde, büyük umutlar ve düşler vardır. Kendilerinden bile sakladıkları bu düşlerin diplerini, asıl gerçekliğini Suzan Samancı açığa çıkartıyor. Onların hepsini önce bir insan olarak ele alıyor, sonra okurla tanıştırıyor.  

Koca Karınlı Kent romanında, bolca imgeler, sanrılar, düşler yaratarak, okur-yazar-kahraman üçlüsünü, kurgunun akışkanlığı içinde bir yontu ustasının mahareti gibi harmanlıyor. Günlük yaşamda ezilen insanların psikolojik tepkilerini ve bunların sonuçlarını görürüz. Özellikle kadınlarda her zaman bir dinginlik, sakinlik, utanmışlık duygusu hâkimdir. Sözün geçerliliğini kaybettiği, bunun yerine ağıtların, türkülerin, çığlıkların, haykırışların bolca yer aldığı bir roman, “Koca Karınlı Kent.”

Suzan Samancı, Güneydoğu coğrafyasından devlet baskısı nedeniyle, büyük bir kente kaçan bir ailenin dramını anlatıyor. Aslında onların izleğinde, tüm bu perişanlığı imliyor. Ailenin her bireyi, kendi dillerini, âdetlerini bu yeni geldikleri kentte kullanmakta zorlanır, çatışkılar yaşar. Her biri kendi dillerini gizlice konuşurken, iki kültür arasında kalmış, Havin’in kardeşleri lümpen bir boşluğa düşer. Onların kendileri gibi olma diye bir lüksü ya da şansları yoktur. Kahramanların kökleri ve gelenekleri, konuştukları “dil” ile bağıntılıdır. İnsanın konuşma özelliği ve ayrıcalığı, bu coğrafya insanlarının kişiliklerini de oluşturmuştur. Michel Foucault’un söylediği gibi, “Dil kendinde, iç yayılma ilkesine sahiptir.”

Romandaki kahramanların tipik özellikleri yerine, onların “dil” ile olan özlemlerini, temelinde “dil” olan bağışık yapılarını anlatmış. Her ne kadar romanda “dil” üzerinden bir yayılma, kendini ifade etme, bu ilkesel duruş ile kişilik temalı bir yaklaşım, okuru derin bir düşünmeye yönlendiriyorsa da, asıl gerçekliğin kendisi ile olan bağlantısıdır. Aynı sorunların temelinde her zaman bir “dil” özlemi vardır. İnsan konuşan bir varlıktır. Şarkı söyler, şiir okur, nara atar, kahkahalarla güler… Sadece bu da değildir; insanın “dil” ile kendi tanı(t)ması, onun  aracılığı sayesinde kökleriyle bağlantı kurması, dinsel ibadetini yapması, kendini var eden bir değişmezlik ilkesiyle örtüştürmesi bundandır hep. Kahramanların Kürtçe konuşmaları daha çok tek başına kaldıklarında ve yakınlarıyla gerçekleşmektedir. Bu “dil” özlemi, onları coğrafyalarına daha çok çekmektedir. “Kuzuları bokundan tanıyan Arges… s/15”

Aile büyük kente geldiklerinde, okuldaki çocuklar onların konuşmalarıyla alay eder. Öğretmenin söylediği şu söz, güzel midir, acı mıdır, bilinmez artık! “Şışşşt çok ayıp onlar da bir insan”(s.18) Aynı coğrafyanın iki farklı toplum arasında aşılamaz bir “set” vardır. Aradaki bu aşılamaz “set” tarihsel süreçte yaratılan, gelip geçen tüm hükümetlerin ilgilenmediği, devletin derinliklerinin ise sinsice ördüğü bir bataklıktır. Kökleşmiş, çamurlaşmış, aşılamayan bu “set” nedeniyle, kahramanlarımız yaşadıkları çevreyi farklı görmektedir. Havin’nin gözlemi bu doğrultudadır. “Akşamüstü güneş bahçemizden çekilirken, dama çıkardım; zengin çatılar kalın enseli kalantor adamlara zayıf çatılar, avurtları çökük cılız adamlara dönüşürdü.” (s.12)

Suzan Samancı, bölgedeki gerçekleri, yaşanmışlıkları ve adaletsizliği, siyasi bir söyleme dönüştürmeden, edebi bir dille yansıtıyor. Her kişi(lik), bir sestir aslında. Kendi dilini konuşamayan, sürekli göçebe ve ölüm korkusuyla yaşayan insanların, bilinç kaybı yaşaması gerçeğin öteki yüzüdür. Kahramanlar bu anlamda çıplak gerçeğin acımasız yüzüyle tanıştıklarında, iyice savrulur ya da kendi içlerine gömülür. Neredeyse otistik bir suskunluğun, septik dağılmaların, intihara yakınlaşmaların dilsel serüvenidir okuduğumuz roman. Düşle gerçek arasında, kendi kişiliğini bulmaya çalışmak, çölde bir vaha aramanın dayanılmaz acısıdır. Çölde görülen serap, insanın yaşadığı bellek yitiminin sonucunda ortaya çıkar. Romanda da buna benzer sahneler vardır. Havva, Bayza, Novin gibi karakterler, maskelenmiş yaşamlarında, kendi içlerine dönük bir yaklaşımla, ezilmişliklerini aynalara bakarak söyleyebilmektedir. Karşılarındaki o ayna, sırlı bir cam olmaktan çok ötedir artık. Oraya yansıyan görüntü, kahramanın olmak istediği, yaratmaya çalıştığı yeni bir “ben’dir.” Yüzlerini, ancak aynalara açabilen, tinsel bir belirsizliğin ve Noolojik (Eşzamansızlık) yapıyı, bir türlü kıramayan, neticede törpülenmiş güdülerinin esiri olmuşlardır. Onların isyanları, sessiz çığlıkları, düşleri kendi tinselliklerinin içinde gömülen saklı bir hazinedir. Onun kapağını açmak, gün yüzüne çıkarmak, gerçeği görmek iradesi, yaşanılan göçler, baskılar ve gelenekler ile üstü kapatılmıştır. Bu hazinenin mühürlü kapağı, bir tür dışa vurumla, keskin bir siyasi söylem ya da isterik bir bedensel haz ile tanımlanmak istenir. Ancak işin gerçeği böyle değildir.

Romandaki kahramanlar genellikle, sınırdaki belirsizliliğin yarattığı “Salto Mortale (ölüm atlayışı) sonucu, yaşamın kıyısında gezinmektedir. Yazar, bu tür ikilemleri, yaşamın kıyısındaki tehlikeli gezintileri, büyük bir ustalık edebileştiriyor, hiçbir zaman arabesk bir yapıya dönüştürmüyor. Oscar Wilde’nın söylediği gibi, “Metafizik gerçekler, maskelerin gerçekliğidir.” Romanda anlatılmak istenilen, maskelenmiş sunî bir saklanma ile gerçek yaşamın farklılığını yansıtan, bu düzlemde kurgulanmış bir roman, “Koca Karınlı Kent.”

Suzan Samancı, bölgedeki sosyal yapıyı iyi tanıdığından, insanların tepkilerini, sevinçlerini, özlemlerini, düşlerini, çekincelerini, acılarını ustaca tanımlıyor. Her bir kahraman farklı kişiliklerle, ülke gerçeklerini kendi bakış açılarından yorumlamaktadır. Bu tanımlama, sinema tekniğinde kullanılan, tıpkı 25. kare gibidir. Her şey gözlerinizin önünden akıp giderken, aradaki o gizlice seyredilen tek bir sahne sizin zihninizde belirginleşir ve duygularınızın ona yönelmesine neden olur. Kişinin bilinç kaybı, bellek yitimi sonucunda, gördükleri karşısında sağlıklı bir yorum yapması olanaksızdır. Kendi yaşadığı toprakları özleyen, oradaki yaşadıklarını, anılarını, yeni geldiği kentte bulamayan bir ailenin dramatik öyküsüdür okuduğumuz. Havin’in sessiz çığlığı, yaşadığı özlemle bütünleşmiştir. “Uzun yürüyüşlerde toprağın sesini duyarım, meşe ağacına sarılıp gözlerimi yumuyor, ağaçlarla bütünleşiyorum! (s.124) Kahramanın kendi toprağını özlemesi, onunla kendini örtüştürmesi, o toprağın sadece orada olduğunun bilincine varması, şu an yaşadığı yeri yabancı bir coğrafya gibi görmesi… İşte bütün bunlar insanî değerler kapsamında, kişilik ve coğrafya ile özdeşleşen lirik bir anlatımın sonucunda okurla buluşuyor.

Yazarın bunca gerçeği damıtarak arındırması, kahramanların bu denli savrulması köklerinden koparılma nedenidir. Havin bu kurgunun en önemli kahramanıdır. Onun görüş açısından, yaşadıklarından, düşlerinden, zaaflarından elde edilen ipuçları sayesinde, bölgesel yapının ne denli sorunlu insanlar yarattığını anlıyoruz. “Bilincimden bu sahneler akıp geçerken, tüy gibi hafifliyorum, bilincimin bu tatlı oyunları da olmasa…” (s.151) Havin’in üzerinden, bölgesel değişmelerin, haksız göçlerin, unutulan dillerin yarattığı bir travmadır bunlar. Unutmak için uyumak, gözlerini kapatmak, düşler kurmak ile soyut bir boyutun içinde istemsizce yuvarlanan, Havin’in söyledikleri romanın can alıcı sözleridir. Kahramanların kendi duygularını gerçeğin ötesine taşımaları, toplumla olan bağlarını soyut bir yapıya dönüştürmek istemeleri, onların kendi içlerine kaçıştır aslında.

Romanda kahramanların fizikî özellikleri, yöreye özgün tanımlamalar ile betimlenir. “….buruşuk incire benzeyen yüzünde…”(s.12) “Tuluk yanaklı adamın kırçıl kaşları oynuyor.”(s.145) Anadolu’ya özgü bazı gelenekler, âdetler vardır. Sözgelimi, muska, nazar, kara kedi, umacı, şifacı, lokman hekimi gibi. Bunlar bölgede görülen günlük yaşamın yansımalarıdır. Küçük kızların gelin olması, başlık parası gibi gelenekler azalsa da, halen varlığını sürdürmektedir. Yeni nesil ile eski nesil arasındaki, gelenekçi ve yenilikçi tartışması romanın bazı bölümlerinde iyice sivriliyor, su yüzüne çıkıyor.

Gençler kendi kişiliklerini bulmak isterken, yaşlılar da onları kendi geleneklerinden kopmakla suçlamaktadır. Havin’in annesinin giydiği dar bir kot, kendisinin giydiği tayt bile başlı başına bir olaydır. Yöresel giysilerin, ataerkil yapının içinde önemli bir konumu vardır. Kocanın bakışı ve isteği, kadının değişmemesi üzerine kuruludur. Kadının ekonomik ve sosyal haklarını fark edip bu kazanımlarını kullanmaya başlaması, erkek için dayanılmaz bir acıdır. O nedenle, yöresel giysisini çıkaran, kentli olmaya özenen biri için bu değişim, gelenekçi ve yenilikçi çatışkının ilk basamağıdır. Toprağa bağımlı olmak; giysiler, türküler, alışkanlıklar, gelenekler, âdetler, davranışlar, “dil” ile özdeştir. Kişinin kendi toprağından koparılması, tüm bunların dışında kalması anlamındadır. O nedenle, aynaya baktıklarında, kendi geleceklerini değil, her zaman geçmişlerini görürler. Taha’nın sözleri düşündürücüdür. “Biz yaşadığımızı sanıyoruz, biz hiç yaşamadık ki!” (s.153)  Taha’nın sözlerinde doğruluk payı vardır kuşkusuz. Kendi istediğinin dışında, zorla ve baskıyla başka yerlere göç etmek, kendi dilini konuşamamak, yerel giysilerin dışına çıkmak… Bunlar o kişiyi, aynaya baktığında çıplak görünmesini yansıtır. Yaşamın anlamını sorgulamak, onu doyasıya koklamak, irdelemek, kendi özüyle bağdaştırmak, bireysel bir haktır. Suzan Samancı, bu kaçışların, göçlerin, anlamsızlığın, korkuların, iki kültür arasında sıkışmışlığın öykülerini, çarpıcı bir anlatımla karşımıza getiriyor.

Suzan Samancı, bu kaçışları ve göçleri, insanın kendine olan yabancılaşmasıyla ilişkilendiriyor, onların ağızlarından yaşanan çatışkıları anlatıyor. Bireyin kendine dönük ifadesi/bakışı, toplum ile uzaklaşması, yalnızlığının sonucunda oluşan bireysellik nedeniyle, düşler ve sanrılar arasında sıkışıp kalması kaçınılmazdır. Yabancılaşma ile başlayan bu eksik dönüşüm, sonunda kişinin özgüveninin yitirmesine neden olacaktır. O bundan böyle, kendini tanımayan, toplumda tek başına yaşayan, ifade eksikliği olan biridir. Hiç kuşkusuz bunda konuşamadığı “dil”in etkisini de eklememiz gerekiyor. Yabancılaşmanın ilk evresinde, konuştuğu “dil”den uzaklaşması ve bağlı bulunduğu coğrafyadan koparılma duyguları, kişide tam anlamıyla bir travma yaratır. Bu ikilemi aşamadığı sürece, sürekli bir dışavurum ile kendini tatmin edecektir. Belki de tamamen içine kapanacak ve toplum dışı biri olaccaktır. Hiçliğin ve yok oluşun, sonsuz döngüselliğinde çırpınan, kendini ötekileştiren bir toplumda sesi, soluğu çıkmayan biri olmanın dayanılmaz acısını yaşayacaktır. Bakın ne diyor Havin, “Durmak, koca karınlı kentlerin karnında inlemek yok oluş değil midir?” (s.142)  Var oluşunu bağlı bulunduğu coğrayaya ve konuştuğu “dil” üzerinden tanımlar, Havin. Onun bilinçaltında kendini yenilemekle, özlem duyduğu anıları arasında sıkışması bundandır. Havin’in düşleri genellikle içe dönüktür. “Yalnızlık yüreğimi kemiriyor, ay ışığının halesi gittikçe genişliyor….     ….Mermi yağmuru…   …Yangınlar, böğürerek kaçışan hayvanlar…” (s.113)

Jung’un ünlü “Akretipleri” nasıl bir gün tetiklendiğinde, o kavram gerçeğe dönüşüyorsa, Havin’in de bilinçaltında gerçekleşmesini istediği şeyleri düşlerinde görmektedir. Düşleri bir tür sığınak gibidir. O görüntüler sayesinde, gerçeğe ulaşmak için çabalar, uğraşır. Havin’in amcası, ona omzundaki alaca bir kuşu verir. “Onu iyi anla, sev ve koru” der. (s.22) Kuş bilindiği gibi özgürlüğü çağrıştırır. Gökyüzü, uçmak tutkusu, kanat çırpmak, kuşlar gibi süzülmek her zaman kişide özgürlük duygularını yaşatır. Havin için böyle bir duygu yoğunluğu yerine, anılar ve düşler öne çıkar, onların arasında kendine bir yol bulmaya çalışır. Önündeki yol çıkmaz sokaklarla doludur. O da bunun farkındadır. “Hangi yöne gideceğimi bilemedim, yere çakılı demir kazık gibiydim.” (s.97)

Havin, Karadeniz bölgesindeki akrabalarının yanına gider. Bir tür kendinden kaçış, kendini sorgulama, gerçeği arayış, yabancılaşma gibi duyguların etkisiyle, bu yolculuğa çıkar. Orada da asker cenazelerini görür, üzülür. Karadeniz’in hırçın dalgalarına bakar, geçmişi düşünür. Orada tanıştığı Hava isimli kadının kocası tetikçidir. Ne zaman yeşil tulumunu giyse, birilerini öldüreceğini anlar. Hava, küfürlü konuşur, herkese dikleşir, sigara içer ve dünyayı umarsamaz bir haldedir. Hava, aktar işi yapmaktadır. Romanda ilginç bir karakter olarak gözümüze çarpar. Tıpkı Keve, Gonca gibi.

Suzan Samancı, yarattığı kahramanların özlemleri, duyguları, sözleri, davranışları ile onların bu göç nedeniyle yaşadıkları karmaşayı anlatmış. Her birinin istekleri, düşleri, kişilikleri farklıdır. Romanı okurken, bazen mitolojik bazen de felsefi bir sözün akışkanlığına kapılıyorsunuz. Yazarın tarihsel önemi olan, bazı kişileri de aralıklarla yansıtması, romanın düşünsel derinliği açısından olumlu bir katkı yapmış. Alfabe öğrenmeye başlayan her çocuk gibi, romandaki kahramanlar da yeni geldikleri bu kenti tanımaya çalışır. Ancak onların esas tanıması gereken, kendileridir.

Suzan Samancı’nın bu romanı, üzerinde felsefi ve sosyolojik boyutta tartışmalar yaratacak bir derinlikte yazılmış.

Tufan Erbarıştıran – edebiyathaber.net (25 Ekim 2016)

Yorum yapın