Kanguru Defteri; gerçekliği kıran eleştirel bir metin | Emek Erez

Aralık 29, 2017

Kanguru Defteri; gerçekliği kıran eleştirel bir metin | Emek Erez

Her ânı birbirine benzeyen günlere hapsolmuş bir yaşam, çağımızda bireyin önemli sorunlarından. Bu öyle normal bir hâl almış ki çoğu zaman farkına bile varmıyoruz. Çalan saatin ziliyle güne başlayıp yollara düşen, yaptığı işi sadece yaşamını devam ettirmek için yapan, sıkıntı ile varlık çabasının iç içe geçtiği bir hayat. Gündelik yaşamımızda bunu kıramasak da bunu başarabilen edebiyat metinleri var neyse ki.

Yaşamı rutin bir şekilde devam ediyorken, karakterlerinin başına gelen bir olay ile bizi birden gerçekliğin dışına çıkaran, Kafkavari üslupla yazılmış metinlerin başardığı şeylerden birisi de bu normalliği kırmak. Kobo Abe’nin “Kanguru Defteri” adlı kitabı da böyle bir metin. Sıradan bir yaşam süren, işine giden, işyeri kurallarına öylesine uyan kitabın başkarakteri, bir sabah bacağında farklılık hissederek başlıyor güne. Başta üzerinde durmasa da turp filizi olduğunu düşündüğü bitkilerin bacağında bitivermesi, karakterimizi bambaşka bir dünyanın içerisine sokuyor. Kobo Abe’nin kitabı, bu absürt olay ve kahramanı üzerinden, kurumlar, modern dünyada bireyin durumu, tüketim gibi pek çok konuyu sorgulatıyor okura.

Bacağında turp filizi yetişen bir insanın aklına gelen ilk şey hastaneye gitmek olacaktır ki karakterimiz de öyle yapıyor. Yazarın eleştirel bakışı da ilk burada ortaya çıkıyor. Karakterin derin kaygılarla gittiği klinik benzeri yerde ilk karşılaştığı bürokratik işlemler oluyor. Çünkü kurumlar için bireyin başına ne gelirse gelsin önemli olan mekanizmanın işlemesi, karakterimizin ki bacağında turp filizi çıkması gibi bir hastalığı var, sıraya giriyor, kayıt yaptırıyor, uzun zaman doktorun kendisini çağırmasını bekliyor. Kısacası, dünyanın en tuhaf hastalığı ile karşı karşıya olsanız bile, kurumlar bazında öncelikli olan bürokrasi ve sistem. Foucault’nun “Kliniğin Doğuşu” adlı metninde de belirttiği gibi; “uygarlık olarak hastane, nakledilmiş hastalığın asıl yüzünü kaybetme tehlikesiyle karşı karşıya kaldığı yapay bir yerdir” (age. 33). Çünkü bir kapatılma kurumu olan hastanede hastanın durumundan çok onun kaydının tutulması, kâğıtta bir istatik olarak varolması önemlidir ki Koba Abe’nin karakterinin başına gelen de bunun yansıması. Ayrıca modern toplumda İvan İllich’in adlandırmasıyla doktorlar “medikal bürokratlardır” (İllich: 2011) ve işleri hastadan çok hastalıkla ilgilenmek ve onu kâğıtta veri hâline getirmektir. Kitabın ilerleyen sayfalarında karakterin kurduğu şu cümleler de sanırım fikrimizi destekler nitelikte; “Hastane koğuşlarındaki hemşirelerin izin istemek gibi bir yükümlülüğü yoktur. Hastalar ise adına yatak dediğimiz kalıplara dökülmüş, zar zor insanı andıran defolu ürünlerden başka bir şey değildir.”

“Kanguru Defteri”ni önemli kılan barındırdığı bu ince eleştiriler bana kalırsa, işi daha güzel bir boyuta taşıyan ise bunu gözümüze sokmadan, edebiyat metni tadını hiç kaybettirmeden yapması. Yani alt metinde yer alan eleştirinin anlatıya ustalıkla yerleştirilmesi ve birinin diğerinin önüne geçmemesi. Bu açıdan “Kanguru Defteri” üzerinde durmaya değer bir metin.

Kitap sonrasında gerçekliğin sınırlarını sonuna kadar zorlayan bir anlatıyla devam ediyor. Okurken yaşananların karakterin tedavi esnasında gördüğü halüsinasyonlar mı yoksa başına gelenler mi olduğunu metnin son cümlesine kadar anlayamadığımı itiraf etmeliyim. Kitap boyunca “tuhaflıklarla” örülü anlatı hiç hız kaybetmeden devam ederken, yazarın incelikli eleştirisi de sürüyor. Karakterimiz sırtında yatakla birlikte hastaneden çıkıyor ve her şey daha da garipleşiyor. Bir yatak,  ona bağlı bir hasta yollara düşüyor ve bir yerde yatağın tek ayağı lağım çukuruna sıkışıyor. Yoldan geçen birisi durumu fark ediyor ancak sanki tüm bu olanlar çok normalmiş gibi konuşmaya başlıyor ve tek derdi bu olay için kimi arayacağı oluyor. Polisi mi, itfaiyeyi mi yoksa belediyeyi mi? Yazar bizi bir sorgulama ile daha baş başa bırakıyor çünkü yine başkarakterimiz olan hastanın absürt durumundan çok, işin bürokratik kısmını önemseyen bir tavırla karşı karşıya kalıyoruz. Burada aslında aklımıza takılması gereken şu gibi geliyor bana her şey öyle “normalleşmiş” ve kurumların denetimine geçmiş ki bireyin konumunun, ne yaşadığının bir önemi yok. Birey kurumlar tarafından, bu bazen hastane, bazen belediye, bazen de polis; denetlenmesi, gözetlenmesi, hakkında karar verilmesi gereken bir nesne durumunda.

Bacağında kök salmış turp filizleri, sırtında yatak, yollara düşen karakterin asıl amacı hastalığına derman olması beklenen bir kükürt kaplıcasına ulaşmak. Cehennem vadisinde bulunduğu söylenen kükürt kaplıcasına doğru yola çıkan bu esnada yatağıyla oradan oraya savrulan, başına olmadık şeyler gelen karakterin karşısına çıkan outdoor spor malzemeleri satan bir dükkânda gördüğü gri ve siyah renkli, kıpkırmızı bağcıklı jokking ayakkabılarına gözünün takılması ise ayrı bir ironi. Çünkü içinde bulunduğu durum düşünülünce bir insanın en son aklına gelecek şey olurdu. Ancak burada yazarın ince eleştirilerinden birisiyle daha karşı karşıyayız, nasıl bir hâl içerisinde olursa olsun tüketmekten vaz geçmeyen insan ile. Üzerine düşününce gerçekten de böyle değil mi hangi durumda kalırsa kalsın, onca savaş, katliam, ekolojik yıkım haberi insanı tüketmekten alıkoymuyor. İnsan türü hep daha fazlasını, daha yenisini, daha farklısını isterken ve “Kanguru Defteri”nde olduğu gibi her şey o kadar anormalken tüketmeye devam ediyor.

Kobo Abe’nin “Kanguru Defteri” dünyanın ve bireyin içerisinde bulunduğu durumu, her şey ne kadar saçma olursa olsun, sıradan bir şekilde devam eden yaşamı anlatmanın yolunu bulmuş bir kitap. Bürokrasiyi, öznenin kurumlar karşısındaki konumunu, ilginç bir hikâyeyle, hiç kaybolmayan merak unsuruyla ortaya koymuş yazar. Okuru, zamansız, mekânın belirsizleştiği, “garip” olarak nitelendirebilecek karakterlerle (eğri gözlü kız, cüceler)  dolu bir hikâyenin içerisine sokarken, aslında modern dünyanın eleştirisini sunuyor okura. Bireyin değersizleştiği, kurumların gözetiminde bir nesneye dönüştüğü, tüketimin bir yaşam biçimi hâline geldiği bir dünya resmi bu, yani şu an içerisinde bulunduğumuz, bacağımızda turp filizleri bile çıksa “normal” olarak değerlendirip rutini bozmayacak kadar her şeyi olağan karşıladığımız dünya.

Kaynaklar

Foucault, M., (2002), “Kliniğin Doğuşu”, (Çev. Temel Keşoğlu), İstanbul: Doruk.

İllich, İ., (2011), “Sağlığın Gaspı”, (Çev. Süha Sertabiboğlu), İstanbul: Ayrıntı.

Emek Erez – edebiyathaber.net (29 Aralık 2017)

Yorum yapın