Filiz Özdem: “‘Bütün Ateşler Söndüğünde’ umutla biten ilk romanım”

Nisan 12, 2022

Filiz Özdem: “‘Bütün Ateşler Söndüğünde’ umutla biten ilk romanım”

Söyleşi: Tuğba Çelik

Tuğba Çelik, Filiz Özdem’le Yapı Kredi Yayınları’ndan yayımlanan Bütün Ateşler Söndüğünde romanı üzerine konuştu.

“Her yara, bir DNA parçası gibi bizi, insan oluşumuzu, hayatla ilişkimizi belirler. Yaralar, belli bir yas süreciyle elbet kapanmış gibi görünür, ama yok olmaz. O yaraları almadan önceki insan olmaya dönmek gibi bir şansımız olamaz. O yaraların bizden aldıklarıyla, bize verdikleriyle yaşamaya çalışırız, yaşamaya alışırız. Biraz tahammül gücümüz artar, hepsi bu. Yoksa hiçbir yara geçmez, mıh gibi kalır.”

Uzun zaman sonra yeni romanınızla buluştuk.  Yeni roman çok etkileyici, yürek yakan bir dille yazılmış. Ellerinize sağlık. İlk sorum şu: Bu romanı İstanbul’dan Bodrum’a taşındıktan sonra yazdınız. Değişen mekân, yazarlığınızı hiç etkiledi mi?

Değişen mekândan çok, değişen hayat biçimi beni rahatlattı. Artık sabah dokuz akşam altı bir işe gitmek, saatlerce trafikte kalmak gibi bir derdim yok. Emekli oldum ve uzaktan, ofise gitmeden çalışma özgürlüğüm var; pandemi yüzünden hayatımıza giren uzaktan çalışma, benim hayatıma altı yıl önce, emeklilikle girdi. Haliyle büyük şehrin telaşından, çarpıntısından, gürültüsünden, yükünden kurtardı Bodrum beni, bu da ister istemez insan olarak rahatlamamı sağladı. Yoksa İstanbul’da da Anadolu yakasında deniz kıyısında, bahçeli bir evde yaşıyordum; orada da bahçeye bir şeyler ekip dikiyorduk, meyve ağaçlarımız vardı. İstanbul’un şanslı insanlarından biri olarak yaşadım. Ama elbette evden çıktığında insan şehir telaşının, karmaşasının içine düşüyordu. Sadece bir şeyi fark ettim bu soruyla… Bütün Ateşler Söndüğünde benim altıncı romanım… Ve umutla biten ilk romanım. Belki Bodrum farkı budur, bilemiyorum. Ama kesin olan bir şey varsa burada uzun süreler yalnız kalıyorum, pek insan görmüyorum ve kendi içimde yürüme, odaklanma anlarım çok daha fazla ve bölünmediğim için zaman çok uzun gibi, günler çok verimli.

Romanın ana karakteri Pervin aşkı gençlik yıllarımızda yanlış ve eksik algıladığımızı düşünüyor. Ne diyordu? “Fiziksel yakınlığı, beğenmeyi aşk sanıyoruz. Bütün bunlardan azade, bir türlü açıklayamadığımız, anlamlandıramadığımız ruhsal yakınlığı, dindirilemeyen ruh yanılgısını henüz bilmiyoruz.” Aşkın yaşla birlikte gelen bilgelikle derinleştiğini sezdim. Aşk bizimle birlikte değişen bir şey midir?

Sorunuzda cevabı da veriyorsunuz aslında. Evet, biz değişiriz, bizimle birlikte hayatın her alanına dair algılarımız da değişir. Çocuğumuzla kurduğumuz ilişkiden tutun, dostluk anlayışımıza, aşk anlayışımıza, dünyayla ilişkimize kadar her şey… Çünkü aslında zamanla olan ilişkimiz değişmiştir. Orta yaşa geldikten sonra, insan zamanın kıymetini daha iyi anlıyor. Çünkü artık geri sayım başlıyor. Her an çok kıymetli ve heder etmeye gelmez. Gençlik elbette har vurup harman savrulabilecek bir dönem gibi, hayata ve kendimize karşı daha “hovardaca”, fazla verecen, hesapsız kitapsız olduğumuz, kaynaklarımızın hiç tükenmeden çağladığını sandığımız bir dönem. Sonra “zaman”ı fark etme yaşı geliyor ve bu yaş, tuhaf bir biçimde çatallanan bir durumu beraberinde getiriyor: Kimi “konfor alanını”, yani rahat ettiği ve huzur bulduğu alanı bozmayacak biçimde bir hissetmeye odaklanıyor, kimi de tam tersi, “vakit daralıyor” endişesiyle daha gözü kara davranabiliyor. Bu, meselenin bir ayağı. Diğer yandan, ben yaraların iyileşmediğini düşünüyorum. Üstten üste yaralar kapanmış gibi görünse de, zamanla insanın kalkanını güçlendirdiğini gözlemliyorum. Yaralar olduğu yerde duruyor, o yaralarla baş etmeyi, onlara rağmen yaşamayı öğreniyor insan, ama dediğim gibi, bu arada kalkanını güçlendirmiş oluyor sadece. Bu da ister istemez hayatla arasına bir mesafe koymayı getiriyor.

Pervin kadınlık bilgisini vecizelerle döktürüyor. Romanın diğer önemli karakteri Asaf bile yaşlılığı anlatırken, kütüphane müdürünün “Donunu çekebilmek bile çok değerli” diyen annesini anımsıyor. Bu romanın, kadınların sıcak ve gerçekçi dünyasını ön plana çıkardığını düşünüyorum. Dünyanın buna çok ihtiyacı var bence. Bu tavrı özellikle seçtiğinizi düşünebilir miyiz yoksa kendiliğinden mi doğuyor bu dil?

Bu, benim kadınlık bilgime yaslanan bir durum sanırım ve genel olarak her romanımda baskın olduğu söylenebilir. Hem de en naçar haliyle anlatılan kadınlık durumunda bile. Kadınlar anne olsalar da olmasalar da, doğuştan donatıldıkları bir hayatı koruma, sürdürme, hayatta kalma içgüdüsüyle kendilerini gerçekleştiriyorlar. Tuhaf bir biçimde bu, kadınları hem korumacılık anlamında “muhafazakâr” kılıyor, hem de inadına “devrimci” yapıyor. Kadınların yılmaz savaşçılar olduğuna tanık oldum hayatım boyunca. Dişil enerji müthiş, tarifsiz, mucizevi bir güç. Kitaplarımda anlattığım erkek karakterleri de aslında biraz bu dişil enerjinin dilinden anlattığımı sanıyorum. Dişil enerji ayakları yere basan, çok dönüştürücü bir güç bence ve evet, dünyanın buna çok ama çok ihtiyacı var.

Her romanınız altı çizilecek cümlelerle doludur. Ama “Bütün Ateşler Söndüğünde” ile sanki bir basamak daha çıkmışsınız. Felsefe eğitimi aldığınızı biliyoruz. Yazarlığınız düşünceyle mi yoksa deneyimle mi genişliyor sizce?

Basamak çıkma konusunda ne diyeceğimi bilemiyorum, bütün kitaplarımda aynı yerden baktığımı sanıyorum. İnsan kendine ne kadar bakabilirse tabii… Temelde akılla değil, duyguyla yazdığımı düşünüyorum. Her yazarın takıntılı olduğu konular vardır herhalde: Benimki insan ruhu. Yaralar, travmalar… Kalem oynatmak için çok zengin, çok zevkli bir alan. Buradan yürüyünce de ister istemez psikoloji, felsefe gibi disiplinler insana yeni katmanlar, yeni rotalar veriyor. Deneyim demek ne kadar doğru, bilemiyorum.

Hangi yazar dışadönük bir hayat yaşayabilir? Fazlasıyla deneyim sahibi olabilir? Ben oldukça içedönük, kapalı bir hayat yaşadığımı söyleyebilirim. Burada deneyimden ziyade “gözlem” kavramını kullanmak belki daha yerinde olur. Ondan sonra da düşünce devreye girer ister istemez. Hayaller, bir karakter yaratmak, o karaktere bir hayat biçmek. Her romanda, çok farklı yerlerden gelen, kişisel deneyimlerimden farklı şeyler yaşayan karakterler üstüne odaklanmaya çalışıyorum. Onlar gibi düşünmeye, hissetmeye çalışıyorum.

Asaf romanda oğlunu kaybetmiş bir adam olarak karşımıza çıkıyor. Bu ülkede çocuğunu kaybetmekle sınanan yüzlerce insan var. Bu roman bu yüzden aynı zamanda bir yas romanı. İyileştirici bulur musunuz yas kavramını?

Az önce söylediğim gibi… Ben yaraların iyileştiğini, geçtiğini düşünmüyorum. Her yara, bir DNA parçası gibi bizi, insan oluşumuzu, hayatla ilişkimizi belirler. Yaralar, belli bir yas süreciyle elbet kapanmış gibi görünür, ama yok olmaz. O yaraları almadan önceki insan olmaya dönmek gibi bir şansımız olamaz. O yaraların bizden aldıklarıyla, bize verdikleriyle yaşamaya çalışırız, yaşamaya alışırız. Biraz tahammül gücümüz artar, hepsi bu. Yoksa hiçbir yara geçmez, mıh gibi kalır.

Can karakteriyle aşkta hoyratlığı, özensizliği gözler önüne seriyorsunuz fakat Pervin ona tutkuyla âşık. İnsanlar neden zalimlere âşık olur? Roman bu tür aşkların enkazından kurtuluş formülü verir mi bize? Yoksa bu bir kader mi?

Doğrusunu isterseniz, ben zaten hayata dair herhangi bir formül verilebileceğini düşünmüyorum. Çünkü hayatın formülü yok. Ancak her deneyim bize yeni yollar, yeni pencereler, yeni bakış açıları sunabilir. Tabii, görmek istersek. Pervin’in aşkı da aslında takıntılı bir aşk ve bu takıntısını besleyen yaraları var. Benim meselem zaten aşk değil, bu da bir aşk romanı değil, aşk belki yaralarımızı görünür kıldığı için bir kılıf sadece. Aşk Meçhule Yürür romanımda yazdığım bir cümleyi anmak isterim: “Bizi inciten aşk değil, teslimiyet.” Benim meselem, söylediğim gibi, insanın yaraları. Yaralara bakmayı, onların sebep olduğu duygu ve davranışları anlamayı, insan ruhunun derin katmanlarında gezinmeyi seviyorum. İnsan sadece aşk yüzünden enkaz yaşamıyor ki, hayat türlü sebeplerle tepemize enkazlar yıkıyor ve bu enkazların altından çıkıp yeniden hayata tutunmak büyük bir mesele. Çünkü o enkazın altından ne kadar çıkmış olursak olalım, bir yanımız her zaman orada, o enkazın altında yatmaya devam ediyor aslında.

Yazdığınız çocuk kitaplarıyla Türkiye’ye mal olmuş, çocukların çok sevdiği değerli bir yazarsınız. Bilgeleşen dilinizi, umutla dolu çocuk kitaplarınızda da görüyoruz. Her ne kadar acıyı öne çıkarsa da “Bütün Ateşler Söndüğünde” romanı da umutla bitiyor. Gerçekten bütün ateşler söner mi? Sizce edebiyat acılarımızı biraz olsun dindirir mi?

Söylediğim gibi, bu benim umutla biten ilk romanım sayılır. Kısmen, Rüya Bekleyen Adam romanımda da ana karakter Selim’in kızı Duru için de umuttan söz edilebilir. Edebiyat acılarımızı dindirir mi? Bence dindirmez. Ama acılarımıza bakmayı, onları ve kendimizi anlamayı sağlayabilir. Edebiyat, sanat bize çıkış yolunu değil, yolu, yolun kendisini gösterir. Alımlayıcı da edebiyat eserlerinde “kendi yoluna” benzeyen yollar gördükleri için metinle bir özdeşleşme kurabilir, kendi yolu üstüne düşünebilir. Romanlarımda hep ruhun karanlık bölgelerine bakmayı denediğim için çocuklar için de yazmaya başlamışımdır belki. Yetişkinler için yazmak hırpalayıcı bir süreç, çocuklar için yazmaksa sağaltıcı. Çocuk kitapları beni çok mutlu ediyor. Bu dünyadaki yolumuzun, kaç yıl yaşarsak yaşayalım çok kısa olduğunu düşünüyorum. Ve bu yol bence çocuklukla kapanıyor. Sonrası ufak tefek taşlar koymak sadece, rötuşlar yapmak. Ergenliğe kadar olan dönem bence çok ama çok önemli bir dönem ve insan oluşumuz orada şekilleniyor, yönünü alıyor; biz o süreçte neye baktık, neyi gördük, neler biriktirdikse, sonrasında hep oradan ve ona göre bakıyoruz dünyaya. Bütün kalbimle, herkesin çocukluk sürecini iyi, güzel geçirmesini diliyorum. Çocuklar için yazdıklarımla, onları biraz da olsa çevrelerini, onları kuşatan canlı-cansız varlıkları fark etmelerini sağlayabiliyorsam, ne mutlu bana. Bir çocuğa verilebilecek en güzel hediye, onun kendisini kuşatan dünyayı fark etmesi, görmesi ve anlamlandırması bence. Bu, büyük bir zenginlik çünkü.

Üslubunuz, dilinize işlemiş olan deyimler, yerel söyleyişler, doğaya dair izlenimlerle özgün ve çok kıymetli.  Genelde İstanbullu, kentli aileleri anlattığınız romanlarınıza bu özel söyleyişler nasıl girebiliyor?  Bir yazarlık dersi veriyor gibisiniz: Hem kent hayatının bungunluğunu anlatmak hem de cıvıl cıvıl, güçlü bir otantik dili kullanmak nasıl oluyor?

İstanbul’da doğmuş büyümüş biri olsam da, ailem Kayserili. Dolayısıyla Anadolu kültürünün ister istemez izleri var. Bunun dışında, çocukluğumdan beri yaşça benden büyük olanları ve ihtiyarları çok sevmişimdir. İhtiyarların dizinin dibine oturur, onlara hayatlarını anlattırır ve büyük bir ilgiyle dinlerdim. Onların anlattıkları hikâyelere, masallara kulak verirdim. Kalabalık bir ailede ve sözlü anlatı geleneğinin sürdüğü bir ortamda büyüdüm. Çocukluğumdan beri çok gözlemci ve meraklı bir çocuktum. Yalnız insanlar özellikle çok ilgimi çekerdi. Dikkatimi çeken insanlara çocukluğumda da kendi kafamdan bir hayat yakıştırır, hayaller kurardım. Bence her şeyin başı merak… Çevremizde olan biten her şeye karşı duyulan merak. Bir sokağın, bir yapının, bir bahçenin, bir ağacın, bir hayvanın hikâyesini merak etmek. Dilimi, bu meraka borçluyum, çokça dinlemeye. Bir de tabii, çocukluğumdan beri kitap okumaya duyduğum tutkuya, kitapların bana açtığı dünyaya…

Yeni yazacaklarınız var mı? Diğer roman için bu kadar bekleyecek miyiz?

Hayal ettiğim bir şey var. Bitirebilir miyim, yapabilir miyim bilmiyorum. Dünyayı kuran dört elementten yola çıkarak yazmak. Bütün Ateşler Söndüğünde bunun ilk ayağı: Ateş. İkinci ayak. Su: Sudan Heykeller’i yazıyorum şimdi. Sonra da hava ve toprak gelecek. Hiç durmadan çalışıyorum, ama çok fazla işe odaklıyım: Bir yandan yayınevinin işleri, editörlük, bir yandan çevirmenlik, bir yandan çocuk kitapları, bir yandan yetişkin kitapları… Havada uçuşan fikirler… Çalışmayı seviyorum.

Sorularıma içtenlikle yanıt verdiğiniz için size çok teşekkür ederim.

Ben teşekkür ederim.

edebiyathaber.net (12 Nisan 2022)

Yorum yapın