Turgay Çumak: “Kötü olan yarattığımız sistem mi yoksa o sistemi yaratan insanın kendisi mi?”

Haziran 6, 2023

Turgay Çumak: “Kötü olan yarattığımız sistem mi yoksa o sistemi yaratan insanın kendisi mi?”

Söyleşi: Mehmet Bahçeci

Yazar Turgay Çumak, kalemiyle kısa süre önce tanıştığım edebiyat emekçilerinden.  Renkli bir biyografiye ve buna paralel olarak da zengin bir anlatım gücüne sahip. Türkçeye olan hâkimiyeti ve üslubu, daha ilk birkaç sayfadan okuru sarıp sarmalar nitelikte. Onda, hikâyeyi ustaca kurgulama yeteneğinin dışında; düşünen, araştıran ve sorgulayan adamdan izler de göze çarpıyor… Sözü daha fazla uzatmayalım ve ilk sorumuzla röportajımızı örmeye başlayalım.

Kaleminizle henüz tanışmamış okurlarımızı düşünerek kendinizden ve çalışmalarınızdan bahseder misiniz? Kimdir Turgay Çumak?

Öncelikle böyle güzide bir mecrada bana da yer ayırdığınız için teşekkürlerimi sunuyorum. 1989 yılında, Sakarya’nın Akyazı ilçesinde dünyaya geldim. “Okumaya, yazmaya ve de en önemlisi zihninde hikâyeler yaratmaya ne zaman başladın?” diye sorarsanız, inanın hiç hatırlamıyorum. Kalemi elime aldığımdan beri yazıyor, okumayı öğrendiğimden beri okuyor ve kendimi bildim bileli hayal kuruyorum. Yazmak, benim için hiç bitmeyen bir serüven…

İlkokul yılları boyunca gizli saklı doldurduğum şiir ve öykü defterlerim vardı. Sonra o defterlerin yerini lise yıllarında gazeteler aldı. Karadeniz Ereğli Denizcilik Lisesinde yatılı olarak eğitim gördüğüm yıllarda katıldığım edebiyat yarışmaları ve aldığım ödüller yazmaya olan şevkimi daha çok arttırdı. Profesyonel olarak yazın hayatına ilk adımı da böylelikle attım. Edebiyat öğretmenimin de yüreklendirmesiyle ilk olarak ilçenin yerel yayını olan Demokrat gazetesinde  köşe yazarlığı yapmaya başladım. Yine aynı medya grubunun radyosunda “Müzik Trafiği” adlı bir program sundum. “Mikrofon tozunu bir kere yutanlar bir daha elinden bırakamaz” derler. Benim için de öyle oldu. Nereye gidersem gideyim kendimi daima basın-yayın ve medya sektörlerinin içinde buldum.

Lisans eğitimi için gittiğim Çanakkale’de bir yandan Radyo Çan FM’de şiir programları yaparken diğer yandan da Çan Gazetesi’nde sırasıyla köşe yazarlığı, muhabirlik, editörlük ve sorumlu yazı işleri müdürlüğü gibi etkin görevler üstlendim. Yine o sıralarda hem Pegai hem de Demokrat gazetelerinde de yazmaya devam ettim. Üniversite yılları benim adıma dolu dolu geçti diyebilirim. O dönemde bağımsız bir tiyatro grubu olan “Çan Fransisko” tiyatro toplululuğunu kurdum. Oyunlar yazdım, yönettim. Yine aynı yıllarda, üniversite bünyesindeki, “Şiir, Müzik ve Şehir” topluluğunun kuruluşunda bulundum.

Şu anda her ne kadar eskisi gibi sektörün içinde çok fazla yer alamasam da okumayı ve yazmayı hiçbir zaman bırakmadım. Çocukluk yıllarımdan beri en büyük heyecanım olan bu tutku, bugün iki güzide eser ile taçlandı. İlk romanım Şeytan, Azrail ve Gardiyan 2019, ikinci romanım Efendisizler Korosu ise 2022 yılında okuyucu ile buluştu. Nefes aldığım sürece yazmaya devam etmeyi düşünüyorum…

Efendisizler Korosu nasıl ortaya çıktı? Bize biraz romanınızın içeriğinden bahsedin.

Aslında Efendisizler Korosu, küçük bir fikirle ortaya çıkan büyük bir fikirler silsilesi. Bir anda parlayan ufak bir kıvılcımın koca bir ateşi harlaması gibi… Hikâyeyi enine boyuna düşünüp, olaylara, durumlara ve karakterlere zihnimde can vermeden önce basit bir fikir vardı aklımda; tutkunu olduğum plaklar hakkında bir şeyler yazmak. Plaklar ve pek tabii şarkılar… Böyle başladı her şey; küçük bir fikirle… Stephen King, yazma serüvenini anlatırken şöyle der; “yazmaya başladığında hikâyenin sonunu bilmek, bütün eğlenceyi mahvetmek demektir.” Evet, plaklar hakkında bir şeyler yazma düşüncesi ile yola çıktığımda ne yazacağım hakkında en ufak bir fikrim yoktu. Bu, Şeytan, Azrail ve Gardiyan’ı yazarken de böyleydi. Okuyucunun, hikâyenin ne yönde gelişeceğini bilmediği gibi ben de karakterlerin neler yapacağını ve olayların ne yönde gelişeceğini bilmiyordum. Bunun, yazmak için kötü bir yöntem olduğunu düşünenler de vardır muhakkak. Ancak ben, bu durumun hikâyeyi gerçekten yaşamak anlamına geldiğini düşünüyorum. Tıpkı Tolstoy’un “Anna Karenina öldü” haykırışı gibi ben de Şeytan, Azrail ve Gardiyan’ın ana karakterlerinden biri öldüğünde hüzünlenmiştim. Çünkü onu böyle bir sonun beklediğini ben de bilmiyordum. Onlar gerçekten yaşıyorlardı benim zihnimde. Benimle uyuyorlar, benimle uyanıyorlar ve hayali bir evrende, kendi kaderlerini inşa ediyorlardı.

Efendisizler Korosu için önce “plaklar” fikri vardı. Sonra “bozuk plak gibi tekrar etmek” deyimi oldu ana fikir. Ardından “insan” geldi. İnsanlığın makûs talihi olan tekerrür… Distopya ve polisiye ile harmanlanmış bir hikâye gibi dursa da aslında iki türe de ait olduğunu düşünmüyorum ben. Çünkü bu iki türün genel niteliklerini tamamen karşılamamakla birlikte herhangi bir türe ait olması da gerekmiyor. İnsanı anlatıyor Efendisizler Korosu; herhangi bir biçime sokulmaya gerek duymadan, en yalın ve soyut haliyle. Distopyalar günümüz toplum yapısını baz alarak karanlık geleceği inşa ederler. Efendisizler Korosu geleceği göstererek bugünü anlatıyor. Polisiyelerde cinayet ve gizem vardır. Bilinmeyen üzerine örülür kurgu. Efendisizler Korosu’nda katil de belli maktul de. Ölen de biziz, öldüren de, katilin peşine düşen de. Aslında bizi anlatıyor hikâye…

Her iki romanınızı da baz alarak cevaplarsanız, eserlerinizin yazım ve yayımlatma safhalarında ne gibi zorluklarla karşılaştınız ve bu zorlukları nasıl aştınız? Karina Yayınevi ile çalıştığınızı görüyoruz, yayınevinizle nasıl kesişti yolunuz? Memnun musunuz?

Aslında gerçek hikâye burada başlıyor. Nitelikli bir eser ortaya çıkartmaktan daha çok eserin okuyucu ile buluşma süreci çok daha sancılı. Bir sürü yayınevine dosya gönderme, daha sonra bekleme, bekleme ve daha çok bekleme… Bu dönemde sabırlı olmak gerekiyor. Aslında hem ülkemiz hem de dünyada durum aynı. Edebiyat dünyasına yeni adım atmış her yazar için kendini kanıtlama safhası var. Herkes iyi ve büyük bir yayınevi ile çalışmak ister. Ancak takdir edersiniz ki ilk etapta bu bir hayli güç. Önce inanmak gerekiyor; yazdığın esere ve anlatmak istediğin hikâyeye inanmak… İnandıktan ve çabaladıktan sonra da gerisi çorap söküğü gibi geliyor.



Karina Yayınevi’nin adını yazar bir büyüğüm sayesinde duydum. Daha sonra kendilerini araştırdığımda profesyonel bir kadro ile güzel işlere imza attıklarını gördüm. Türkiye’nin en büyük kitap fuarlarına katılıp yazarlarına imza günleri yapma imkanları tanımaları da kendilerini tercih etmemde en büyük etken oldu. Ayağımın tozuyla TÜYAP İzmir Kitap Fuarında imza günü düzenledim mesela. Okuyucular ile buluşup küçük söyleşiler yaptım. Hayatımın en güzel ve değerli günlerinden biriydi. Yayınevinin desteği ile büyük kütüphanelerde yer aldı kitaplarım. Geniş dağıtım ağı sayesinde hem yurt içi hem de yurt dışında geniş bir okuyucu kitlesine ulaştı. Bu gibi konularda yayınevimden memnun olduğumu söyleyebilirim.

Ancak dediğim gibi; ilk etapta yeni bir yazar olarak işimiz bir hayli zor. Basım ve dağıtım iyi olduktan sonra da yayınevinden daha fazla bir şey beklememek gerekiyor. Kitap basılıp da okuyucu ile buluştuktan sonra gerisi onlara kalıyor. Eserin kaderini de okuyucu belirliyor. Eğer yazdıklarınız kalplere dokunacak kadar güçlüyse, kitap haline bile gelmesi gerekmiyor. Bugün Kafka’nın dünyanın her yerini karış karış gezen eserleri gibi belki hayattayken belki de bu dünyadan göçüp gittikten sonra ulaşması gereken yere bir şekilde ulaşıyor. Aslolan, bundan sonraki nesillere miras bırakılmayı hak edecek kadar değerli bir şeyler yazabilmek. Biz yazar olarak üzerimize düşeni yaptık, şimdi sıra okuyucuda. Edebiyat dünyasında ne kadar kalıcı olacağımıza onlar karar verecek… Ve ölümsüz olmayı hak edip etmediğimize de…

Ne tür kitaplar okursunuz? En sevdiğiniz yerli ve yabancı yazarlar ve eserler hangileridir?

Yazarın sermayesi okuduklarıdır. Yazmak için önce okumak, okuyup dolmak ve taşmak gerekiyor. Aslında her türü okuyabildiğimi söyleyebilirim. Genel olarak klasikleri okumayı tercih ediyorum; Türk ve Dünya Klasikleri. Her zaman şu soruya cevap aramışımdır; “yüz yıl önce bir düşünce hakkında yazmış biri, bugün yaşasaydı ne yazardı?” Sanırım cevap bizde saklı. Önce okuyup o fikirleri özümsemeli sonra bugün hakkında yazmalıyız. Bu bir bayrak yarışı ise; bugün bayrağı taşıyan eller olarak geçmişte yazılanlara kulak vermeliyiz.

Klasiklerin dışında da yazdığım konular ile ilgili kitapları okumaya özen gösteriyorum. Yazmak eylemi öyle bir şey ki bazen bir cümle yazabilmek için sayfalar dolusu kitap okumanız gerekiyor. Başlamak için bir fikre ihtiyacım olduğunu söylemiştim ama bilginiz olmadan da fikir üretemiyorsunuz. İnsanın hiç bilmediği bir konu hakkında yazmaya çalışması çok tehlikeli. Az bilip yazması ise tamamen trajedi. Bir de anlatıcı olarak objektif olmanız gerekiyor. Bunun için de her türü okumanız gerekli. Yazdığınız konu hakkındaki her türlü bakış açısına hakim olmalısınız.

Sevdiğim yazarlara gelince inanın bu konuda bir tercih yapmak oldukça zor. Ancak yerli ve yabancı birer yazar ve eser söyleyecek olsam galiba Yusuf Atılgan Aylak Adam ve George Orwell 1984 derim.

Efendisizler Korosu‘nda çok iyi seviyede cümle işçiliği çıkarmışsınız ki, bunun üstünde özellikle durmak isterim. Nasıl başardınız bunu? Cümleler çok ahenkli, anlatım son derece akıcı… Bu işin sırrını sizden dinleyelim. Ne kadar sürede yazdınız romanınızı?

Şeytan, Azrail ve Gardiyan’ın ardından Efendisizler Korosunu yazmam yaklaşık dört yıl sürdü. Bu süre zarfında hikâye çok kez evrildi, biçim değiştirdi. Sonunda ise ortaya, ilk yazdığım halinden bambaşka bir iş çıktı. Ancak her ne kadar hikâyenin gidişatı değişse de yazım tarzım hep aynı kaldı.

Şiir, düz yazının yontulmuş halidir” derler. Sanırım metni şiir haline getirmeden yontmayı, ona ahenk vermeyi, kafiyeli cümleler kurmayı seviyorum. Diğer türlüsü kaba geliyor bana. Bunun için ayrı bir çaba harcadığım da söylenemez. Hep böyleydi. İnsan yedisinde neyse yetmişinde de öyledir derler ya, buna inanırım ben. Galiba işin sırrı; kendin olabilmek… Bugün, ilkokulda yazdığım bir kompozisyon ödevini görseniz yine aynı cümlelerle karşılaşırsınız. Yıllar önce gazeteye yazdığım bir makalede veya radyo için hazırladığım bir reklam metninde de aynı üslup vardır. Üslup yazarın imzası ise benimki de bu. Yıllar sonra altında adım yazmayan bir metni okuduklarında bunu Turgay ÇUMAK yazmış desinler isterim. Özgün olmak, olabilmek günümüzde en büyük meziyetlerden biri. Eğer bunu başarabildiysem ne mutlu bana…

Öte yandan her ne kadar kendine ait bir yazım tarzı oluştursan da özgün olabilmek çok zor yine de. Ne zaman müthiş bir hikâye bulduğumu düşünsem daha önce birçok yazar tarafından kaleme alındığını görüp hüsrana uğradım. Hiç yazılmamış bir şeyi yazmak neredeyse imkansız gibi. Hayata dair ne varsa, yüzyıllar boyunca herkes ucundan köşesinden bir şeyler karalamış. Bize kalan, neyi anlatacağımız değil, nasıl anlatacağımız aslında. Asıl ustalık, harfleri doğru sıraya koyabilmek.

Profesyonel mesleğiniz polislik. Çalışmalarınızda mesleğinizden izler sıklıkla görülmekte. Yazın yolculuğunuzda farklı tür ve konulara da yelken açacak mısınız? Üzerinde çalıştığınız dosyalarınız var mı? Kısaca bahseder misiniz?

Aslında Şeytan, Azrail ve Gardiyan’ı polis olmadan çok önce yazmaya başlamıştım. Ama eseri mesleğe başladıktan sonra bitirdim. Efendisizler Korosunda ise asıl derdim polisiye yazmak değildi. Her ne kadar gerçeküstü, mecazi anlamda cinayetler barındırsa da o da nihayetinde polisiyeye yakın bir tür oldu. Bunu şöyle yorumluyorum ben; Yaşar Kemal, “insan en iyi yaşadığı yeri anlatır” der. Bunu, insan en iyi bildiği şeyi anlatır diye de yorumlayabiliriz. İkisi de benzer şeyler. Sanırım ben de bu yüzden polisiyeye yakın konular seçiyorum; en iyi bildiğim şeyi anlatmak için. Derdim, daha gerçekçi hikâyeler yazmak.

Sorunuzun devamına gelirsek, aslında kendimi polisiye yazarı olarak görmüyorum. Her ne kadar mesleğimden izler barındırsa da yazdığım iki eserde de teknik ve tarz olarak farklı şeyler denedim. Diyalektik bağlamda kendimi tekrar etmek istemiyorum. Şimdi ise daha emekleme aşamasında olan farklı bir hikâye var kafamda. Tür konuna gelirsek, ana teması “yabancılaşma” olan ve galiba içinde birden fazla türü birlikte barındıran bir hikâye yazmak istiyorum. “Bir hikâye kaç farklı türde yazılabilir? Kaç farklı bakış açısıyla anlatılabilir?” Yelken açmak istediğim yeni macera bu. O hırçın denizi aşacak mıyım yoksa konunun ağırlığı altında ezilip batacak mıyım bilmiyorum. Ama en azından deneyeceğim.

Ülkemizde hep olumsuz yanlarıyla anılagelen anarşizm gibi netameli bir kavramı enine boyuna ele almışsınız. Tarafsız duruşunuz ve cesaretiniz övgüyü hak ediyor fakat yazım aşamasında çekinceleriniz olmadı mı hiç? Yanlış anlaşılmaktan korkmadınız mı mesela?

Hayır, asla korkmadım. Hatta üzerine gitmeyi bizzat istedim. Kavramları ötekileştirmeden önce onları anlamamız gerekiyor. Farklı düşüncelere “öcü” diye yaklaştığımız sürece toplum olarak sadece yerimizde sayarız. Anlamlı bir düşünceye sahip olabilmek için de bütün fikirleri süzgeçten geçirip kendi doğrumuzu bulmamız gerekir.

Diğer yandan Anarşizm, tarihsel süreçte hem ülkemizde hem de dünyada bazen yanlış anlaşılmış bir kavram olsa da felsefesi itibarıyla insanlığa en yakın, hatta içimizde olan bir kavram. İnsanın özgür doğasına en uygun olan düşünce akımı olmakla birlikte bu kadar az uygulama alanı bulabilmiş olması hep ilginç gelmiştir bana. “Neden kurallara ihtiyacımız var, niçin bir takım kısıtlamalarla dizginlenmek zorundayız?” diye düşünmüşümdür daima…

Efendisizler Korosu, işte bu önemli soruya cevap arar; “kötü olan yarattığımız sistem mi yoksa o sistemi yaratan insanın kendisi mi?” Bu bağlamda eserde mevzu bahis olan Anarşizm, bu soruyu zihnimize taşımak için sadece bir araç, amaç ise düşüncenin kendisi… Elçiye zeval olmaz diye düşünüyorum.

Efendisizler Korosu ile ilgili okurlardan aldığınız geri dönüşler hangi merkezde?

Geçtiğimiz günlerde bir okurum kitabı bitirdikten sonra şöyle bir yorumda bulunmuştu; “bittikten sonra başlayan kitap…”

Bu yorum benim için gerçekten çok değerliydi. Çünkü Efendisizler Korosu’nda sizin de deyiminizle netameli bir kavramı irdelemiş ve sonunda anlaşılmayı beklemiştim. İnsanları düşünmeye sevk edebildiğimi görmek güzel.

Karakterleriniz arasında en çok Genç’i sevdiğimi söylemeliyim. Biraz patavatsız olsa da ateşli ve heyecanlı yapısıyla, Kapital kurgu evreninin olmazsa olmazı diye düşünüyorum. İyi bir dinamizm ve renk getirmiş romana… Sizin en sevdiğiniz karakteriniz kimdi ve neden?

Aslında Genç, Olgun ve Yaşlı, bir karakter olarak benim zihnimde aynı kişiyi çağrıştırıyor; insanı! Onların mücadelesi bireyin kendisiyle savaşını anlatıyor. Biraz da bu savaştan sağ çıkma çabasını. Ve bu çatışmanın sonunda fiziksel olmaktan daha çok düşünsel anlamda dönüşmeyi temsil ediyor her biri…

Bu yüzden üçünü de ayrı ayrı seviyorum. Hepsiyle bir nebze ortak tarafımız var. Yine de Yaşlı Dedektif’i kendime daha yakın bulduğumu söyleyebilirim. Hikâyeyi anlatmak gibi benzer yanlarımız var onunla ve hayata bakış açımızda kesişen noktalar da bir hayli fazla.

Musiki ile aranız bir hayli iyi. Edebiyat ve müzik arasında sizce nasıl bir ilişki var? Ne gibi farklılıklar ve benzerlikler gözlemliyorsunuz?

Aslında her sanat dalı kendi başına bir hazine olsa da hepsi bir diğeriyle kendini besliyor bence. Edebiyatla müziğin benzerliği ise hiç kuşkusuz en fazla olanı. En başta “söz” ve “sesin” kardeşliği var aralarında. Tıpkı tiyatro ve film gibi sanat dallarında da olduğu gibi önce yazılıyor sonra dile geliyor müzik.

 Bunun için çok da farklı olduklarını düşünmüyorum. Her ne kadar biri “sesin” diğeri ise “sessizliğin” sembolü olsa da sonuç olarak ikisi de katarsis görevini üstleniyor. Ve sonunda ikisi de iyileştiriyor ruhumuzu.

Son olarak, okurlarınıza iletmek istediğiniz bir mesajınız varsa, sözü size bırakalım.

Bitirmeden önce, bu güzel soruları hazırladığınız için sizlere teşekkür etmek istiyorum. Her biri keyifle cevapladığım, ufkumu açan ve beni gerçekten heyecanlandıran sorulardı. Ama cevaplamakta en fazla zorlandığım sorunun da bu olduğunu söyleyebilirim. Düşündüm de; okurlara açık, direkt bir mesaj iletebilecek, onları belli bir düşüncenin peşinde koşmaya sevk edebilecek yetkinlikte değilim galiba. Yazarken de daima bu öngörü ile hareket etmişimdir. Ben hikâyeyi, durumu veya olayı anlatmayı tercih ederim, düşünceyi ise okura bırakırım. Bu yüzden sadece gerçeğin, ama saf gerçeğin peşinde koşmalarını tavsiye edebilirim onlara sadece. Çünkü gerçekler, ışık gibidir, karanlık gecelerde yolumuzu aydınlatırlar. Daima gerçeğin peşinde koşmaları dileklerimle….

edebiyathaber.net (6 Haziran 2023)

Yorum yapın