
Söyleşi: Dilek Deniz İlgün
Devran İnci, ilk romanı Çemberi Kıran ile bireysel hafızayla toplumsal belleği aynı potada eritirken, geçmişin gölgesinden sıyrılmaya çalışan bir ailenin hikâyesini anlatıyor. Anadolu’dan Almanya’ya uzanan bu roman, göçün yarattığı kimlik arayışını, aidiyet duygusunu ve kırılma anlarını içten bir dille ele alıyor.
Biz de yazar Esmahan Devran İnci ile yazma serüvenini, mimarlık geçmişinin kelimelerine nasıl yansıdığını ve roman boyunca yaşadığı içsel dönüşümü konuştuk.
1-İlk kitabınız Suyun Şarkısı 11. Türkan Saylan Öykü Ödülü’nü, Çemberi Kıran ise Everest İlk Roman Ödülü’nü kazandı. Edebiyat ödüllerinin sizin yazma yolculuğunuzdaki yeri nedir? Bu süreçler yazarlığınızı nasıl dönüştürdü?
-İlk öyküm 2016 mayısında Varlık Dergisi’nde yayımlandıktan sonra, el yordamıyla ilerlerken ödüller elbette itici bir güç oldu benim için. İlk kitap dosyamı öykülerimin aldığı ödüllerden sonra hazırladım. Suyun Şarkısı, kitaba adını veren öykünün bir yarışmada seçkiye girmesinin ardından, tematik bir dosya oluşturma fikriyle doğdu. Suyun Şarkısı’nın aldığı Türkân Saylan Sanat Ödülü de romanıma yoğunlaşmam için motive etti. Çemberi Kıran ise yazıldıktan üç yıl sonra, neredeyse yazmaya küsmüşken Everest İlk Roman Ödülü’ne layık görüldü.
Yazmak, nerede olduğunuzu ve nereye gittiğinizi kestiremediğiniz bir yolculuk. Bu meşakkatli yolda, genelde kendime güvenimin düştüğü noktalarda geldi ödüller, bu sebeple onları “Devam et,” diyen birer işaret, yoluma ışık tutan birer mum olarak görüyorum.
2-Suyun Şarkısı ile öykü türünde kendinizi duyurmuştunuz, Çemberi Kıran ise ilk romanınız olarak yeni bir anlatım alanı açtı. Öyküden romana geçiş süreciniz nasıl gelişti? Kısa formun yoğunluğundan uzun soluklu anlatının genişliğine geçerken hem yazma disiplini hem de karakter inşası açısından neler değişti?
-Başlangıçta roman yazma fikrim yoktu. Pandemi sırasında hepimiz evlere kapanmışken, aklıma gelen fikirleri not aldığım defterimde bir fikrin çok genişlediğini, kendiliğinden roman yoluna girdiğini fark ettim. O dönem içinde bulunduğum boşluğu, bir cesaretle o hikâyeyi yazarak doldurdum diyebilirim. Yazım süreci tam iki sene sürdü. Böyle uzun sürede, sürekli aynı konuya yoğunlaşarak yazmak çok sabır gerektiriyor ki en çok bu konuda zorlandım.
Öyküden romana geçmek yazma deneyimi açısından çok farklı. Öyküde bir olayı, durumu anlatırken olabildiğince az, öz anlatmaya çalışırız. Yoğunluk ister, gereksiz hiçbir şeyi kabul etmez. Roman ise, mekânı, ortamı, karakterleri ve duygularını anlatarak genişleyip ilerliyor. Bu açıdan romanda zorlanmadım. Çünkü mesleğimden gelen bir etkiyle mekânın anlatının ana ögelerinden biri olmasını, ayrıca karakterlerin ruh hallerine girmeyi, kişisel özelliklerini ve duygularını olabildiğince okura yansıtmayı seviyorum.

Öykü değişik teknikler, anlatım zenginlikleri ve yenilikler kullanmaya uygun bir tür. Roman bu açıdan belki biraz daha statik olabilir. Fakat ben öykü yazarak başladığım için, romanımda da öyküden gelen alışkanlıkla benzer anlatım teknikleri kullandım. Zamanı parçalama, anlatıcı farklılığı, imgesellik, metinler arası gönderme vs… Bu açıdan baktığımda iyi ki öyküyle başlamışım, anlatım vizyonumu zenginleştirdi diye düşünüyorum.
3- Romanınızda okur “çemberi kırma” hareketini roman boyunca hissedebiliyor; kuşakların ağırlığı, bastırılmış hikâyeler, yüzleşmeye dönüşen bir hesaplaşma. Kuşaklar arası “çember” fikrini oluştururken hangi kurgu kararları öncelik kazandı? Başlangıçta bu kırma niyetli miydi yoksa yazarken mi şekillendi?
-Roman aynı döngü içine hapsolmuş üç neslin hikâyesi üzerine kurulu. Her neslin kendinden öncekini nefretle kınamasına rağmen, aynı döngü içine girişi, bu döngüden kurtuluşun nasıl olacağı üzerine ilerliyor. Bu döngü bana imgesel olarak çemberi çağrıştırdığı için kitabın adı Çemberi Kıran. Kitabın adı tabii ki baştan belli değildi ama hikâyenin nasıl ilerleyeceği, çemberin kırılıp kırılmayacağı belliydi.
4-Çemberi Kıran’da üç kuşak -dede Eyüp, baba Çetin, oğul Hann- aynı aile içinde, farklı zaman ve mekânlarda yaşıyorlar. Bu çok katmanlı yapı size nasıl bir yazma süreci getirdi?
-Üç neslin bir uzun dönem hikâyesi olarak anlatılması, yaşadıkları zamanın, yerlerin ve karakterlerinin farklılığı sebebiyle tarihi, kültürel çok okuma yaparak karakterlerimi ve dönemlerini çok iyi tanımamı gerektirdi. Ana kurgusu Köln, Alaca-Alacahöyük hattında ilerleyen, İstanbul ve Ankara’nın da kısmen dâhil olduğu mekânsal zenginliği de iyi verebilmek için, bu mekânlara çok iyi hâkim olmak zorundaydım. Alaca-Alacahöyük bölgesini çok defalar gezip gördüm, kitapta geçen pek çok şeyi yerinde deneyimledim ama pandemi döneminde yazmaya başladığım için öncesinde Köln’ü gezme olanağım olmadı, araştırma ve okumalarla, orada yaşayan yahut dönmüş Türklerle görüşerek yazdım. Ancak roman bittikten sonra gidip oraları görebildim.
5-Mimarlık, mekânı anlamlandırma sanatı; edebiyat ise o mekânlara ruh kazandırma biçimi… Hikâyelerinizde mekânın güçlü bir karakter gibi var olduğunu görüyoruz. Mimarlık eğitiminiz edebiyatınıza nasıl yansıdı?
-Mesleğim beni besleyen en önemli unsurlardan biri. Sürekli görsellik üzerine çalışmak, elbette hikâyelerimin mekânsal atmosferini zenginleştiriyor. Etkilendiğim binaları, tarihi ve doğal yerleri fark etmeden zihnime kaydedip hikâye mekânı olarak kullanabiliyorum, hatta çoğu zaman o mekânlar kurgunun ana ögelerinden biri hâline dönüşebiliyor. Aldığımız sanat tarihi eğitiminin de, metinlerimdeki sanatsal, mitolojik unsurlara muhakkak yansıması vardır.
Asıl önemli yararıysa kurguya etkisi, biz mekân tasarlarken önce istekler doğrultusunda bir ihtiyaç programı yaparız. Yılların verdiği bu alışkanlıkla, kafamdaki tema ve konuya göre şekillenen kurgumu, ana başlıklar halinde, ihtiyaç programı hazırlıyormuşum gibi listeye döküp bir sayfalık kurgu planı yazıyorum. Oldukça matematiksel çalıştığım söylenebilir. Ama ne yazacağını bilip yazarken kaybolmamak, hikâyenin doğru ölçeklendirilmesi, bölümler arası geçişlerin fazla yayılmaması adına bu yöntemi seviyorum.
6-Geleneksel değerler, toplumsal baskılar ve bireysel kimlik arayışı romanın merkezinde. Bu temaları işlerken sizi en çok zorlayan unsur ne oldu? “Suskunluk” ya da “yüzleşme” motiflerinden hangisi yazarken daha ağır basıyordu?
-Roman bir uzun dönem hikâyesi olarak şekillendiğinden o zamanların geleneksel değerlerini, toplumsal baskılarını çok iyi araştırmayı, özümsemeyi gerektiriyordu. Kitaplarla sekiz yaşında Yaşar Kemal okuyarak tanıştığımdan, sonrasında da bu coğrafya üzerine okumaya devam ettiğimden toprağımızın çeşitli dönemlerini anlatmakta zorlandığımı söyleyemem. Her karakterin psikolojik derinliğini ve kimlik arayışını doğru yansıtabilmek için daha çok uğraştım diyebilirim. Üçüyle de bütünleşmeyi gerektiren bir süreçti.
Kitaptaki döngüyü başlatan suskunluklardı, bitirenin de yüzleşme olması gerekiyordu. Bu durumda benim için ikisi birbirinin tamamlayıcısıydı ama yüzleşme gerçek hayatta nasıl zorsa yazarken de öyle.
7-Hann karakteri Almanya’dan Türkiye’ye, geçmişe ve köklere bir yolculuk yapıyor. Bu coğrafi-temporal geçişin sizin için önemi neydi? Türkiye-Almanya hattı sizin için gerçek hayatta da bir metafor mu sundu?
-Çetin’in, problemleri çözmek yerine, kendince bir kaçışla Almanya’ya gideceğini kafamda kurgulamıştım. Köln’deki Ford Fabrikası, iki neslin farklı zamanlarda çalışabilmesi için çok uygun geldiğinden Köln’ü seçtim. Yazmaya hazırlanırken Türklerin Almanya’ya göçü, orada yaşadıkları üzerine çok fazla okuma yaptım, göç edenler ve dönenlerle görüştüm. 2. Dünya savaşı sonrası Almanya ve Türkiye’nin durumu, her iki ülkedeki sosyoekonomik ve kültürel değişim, gurbetçilerin vatandan kopma, kültürel farklılıkla yalnızlaşma, uyumsuzluk konularını derinlemesine öğrenip üzerine düşünmek bana bir dönemi anlamak adına çok şey kattı. İnsanoğlu’nun ekmek parası peşinde o günlerde ve daima nelerden vazgeçtiğine bir kez daha üzülerek tanıklık etmek, elbette ruhsal bir metafor yarattı benim için.
8-Kitap yayımlandıktan sonra okurlardan gelen en ilginç tepki ya da yorum ne oldu? Bu yorum sizi romanı yeniden düşünmeye, belki de farklı bir yazı denemesine itti mi?
-Kitabın babasızlara ithafı, babasızlık yan temasını doğurması okurlar üzerinde derin bir etki yaratıyor. Pek çok kişinin öyle ya da böyle yaşadığı yoksunluğa bir dokunuş oldu sanıyorum. İmza günlerinde kulağıma babasıyla ya da ailesiyle ilgili yaşadıklarını bir cümleyle anlatan okurlar, sosyal medyada özelden yaşadıklarını yazanlar oldu, bu durumdan epey etkilendim. Bu etkilerin sonrası için ne doğuracağını şu an bilemem ama yeni bir yazma deneyimine başlarken öncekiyle içsel bağımı azaltmayı tercih ediyorum.

















