Berkan M. Şimşek: “Hangi yazar çıkıp da ‘Bu metin en çok benim’ diyebilir ki?”

Şubat 5, 2018

Berkan M. Şimşek: “Hangi yazar çıkıp da ‘Bu metin en çok benim’ diyebilir ki?”

Söyleşi: Merve Şen

Leopold’un Sabunu Koç Üniversitesi Yayınları’nın Türkçe edebiyat için yeni bir okuma önerisi sunmayı hedefleyen “Tuhaf Etki” serisinden çıkan ilk üç kitaptan biri. Tanpınar’dan Nabokov’a, Haldun Taner’den James Joyce’a referanslarla örülü roman, hikâyesini edebiyatta intihal üzerinden kurarken okura da bir metnin nasıl ortaya çıktığı, okuyucu-yazar dinamiği ve edebiyatın hayatla ilişkilenme biçimleri hakkında bir dizi soru yöneltiyor.

Geçtiğimiz günlerde Dünya Kitap’ın düzenlediği “Yılın En İyileri” töreninde Polisiye Edebiyat Teşvik Ödülü’ne de layık görülen kitap, kurgunun kendisi kadar yöntemini de dert edinmesiyle donanımlı okura göz kırpan edebi bir zihin egzersizi niteliğinde. Berkan M. Şimşek’le romanı ve aldığı ödül üzerine kısa bir sohbet gerçekleştirdik.

Romanın en dikkat çekici yanlarından biri hikâyeye dâhil olan çok sayıda dipnota sahip olması, ki dipnot demek akla hemen akademik bir düşünce biçimini getiriyor. Senin dipnotlarına baktığımızdaysa kişisel ve teorik olanın iç içe geçtiğini görüyoruz. Anlatıcı bir yandan edebiyat hakkındaki görüşlerini açıklarken bir yandan da dipnotları kendi kişisel davasında bir tanıklık unsuru olarak kullanıyor. Peki, hikâyeyi dipnotlarla kurgulamaktaki amaç neydi? Akademik yöntem kurguya ne anlamda hizmet ediyor?

Aslında Leopold’un Sabunu’nu son haline getirmeden önce iki üç kere tekrar yazdım. Ne anlatacağım belliydi ama nasıl anlatabileceğimle ilgili farklı seçenekler vardı. Bu önceki versiyonların birinde, romanın şimdiki halinde dipnotla verilen kısımlar yalnızca başta, ortada ve sonda bulunuyordu. Ama üst anlatıdaki hikâyeyi de seviyordum ve önemli olduğunu düşünüyordum. Eğer o şekilde ilerleseydim ana hikâyenin içinde unutulup gidecekti, kullanmanın hiçbir anlamı kalmayacaktı. Dipnotlar biraz zorunluluktan doğdu yani, üst anlatıyı hatırlatma ihtiyacından.

Bununla birlikte şöyle bir durum da var. Kitabı okumadan önce okuyucu, yazarla sessiz bir anlaşma yapar, kitabın dünyasını, yazarın yarattığı evreni kendi kurallarıyla kabul eder. Dipnotlar sayesinde kitabın içeriğiyle de uyuşacak şekilde bu okunan metnin gerçek olmadığı düzenli olarak vurgulanmış oluyor. Sürekli okuduğun şeyin bir başkasının yazdığı bir metin olduğu, hatta o bir başkasının da yine başka biri tarafından yazılan bir hikâyenin kahramanı olduğu tekrar hatırlatılıyor.

Leopold’un Sabunu’nu kendisine birden fazla yöntemle yaklaşma imkânı sunan bir metin; yalnızca dipnotları okuyabiliriz ya da üst kurguyu oluşturan tüm bölümleri (“Giriş”, “Ek” ve dipnotlar) pas geçip içerideki anlatıya odaklanabiliriz, istersek bunları eşzamanlı olarak gerçekleştirebiliriz. Eğer sen bu metni yazarı olarak değil de bir okur olarak eline almış olsaydın kendine nasıl bir yol haritası çıkarırdın?

Metni yazan kişi olarak objektif yaklaşmam, ben olsam şöyle okurdum demem mümkün değil ama sanırım verildiği şekliyle, ana metin ve dipnotları birlikte okurdum. Farklı okuma seçenekleri olsa da metni kendi sırasıyla, önceki soruda da konuştuğumuz gibi bunun bir “kurgu” olduğu gerçeğini hatırlaya hatırlaya okumayı tercih ederdim.

“Verem ve Diğer İlletler” gibi kimi bölümlerin bağımsız metinler olarak yazıldığını biliyorum. Bunları nasıl ve ne amaçla kurguya dâhil ettin?

İnkâr etmeyeceğim tabii. Yazım sürecinde bir an geliyor, kitabın içine her şeyi dâhil etmek istiyorsun. Bu noktada asıl önemli olan şey de bu bağımsız parçaların, bütünün içinde sırıtmaması. Kitabı yazarken ben de kenarda duran bazı yazılarımı ya da kısa öykülerimi hatırlayıp bunların bazılarının romanda kullanmak için uygun olabileceğini düşündüm. “Verem ve Diğer İlletler” gerçekten de Mümtaz’ın yazabileceği bir yazıydı mesela – belki benim yazabileceğimden çok daha fazla. Benzer şekilde seni dürtükleyen, işte Eco’nun deyişiyle “Beni yaz, ben çok güzelim,” diyen bölümler de oluyor. Bazılarını hikâyeye yedirebiliyorsun, bazılarıysa ya ileride kullanılmak üzere saklanıyor, ya da bir kenara atılıp öylece unutuluyor.

Romanda edebiyat ve okuyucu arasındaki iletişimi yönlendiren çarkların işleyişini hayli komik ve işlevsel olmayan biçimde işleyen bir yayınevi üzerinden görüyoruz. Yayıncılık dünyasının içinden biri olarak Araf Yayınevi’nin konumunu ve gerçekliğini nasıl değerlendiriyorsun?

Bir noktaya kadar gerçek, bir noktaya kadar kurgu. Mesela kitapta Mümtaz’ın işinin ölmek üzere olan ünlülerin biyografilerini yazmak olması boş yere değil, biri ölür ölmez biyografilerini satışa çıkaran yayınevleri gerçekten de var sonuçta. Bunu iyi ya da kötü anlamda da söylemiyorum tabii ki, sadece komik. Araf Yayınevi de bunların abartılı bir parodisi gibi. Kitapta yayıncılığa dair sözü edilen diğer konular da öyle – parodi.

Romanda hem bir eser var etme çabası hem de bu yaratının altına ben imzası atma mücadelesi var. Peki, sen bu ikilemde kendini hangi tarafa yakın görüyorsun? Eserin bir sahibi olması o eserin edebiyat dünyasında var olabilmesinden daha mı önemli?

Genel çerçevede düşünüldüğünde tabii ki eserin varlığı bir yazarın varlığından daha önemli. Yazar yalnızca metnin yorumlanması için bir araç olabilir, şart değildir. “Gizli Kalmış Bir İstanbul Masalı”, Nurten Ay’dan daha önemliydi mesela. Buna karşın yazar egosu diye bir gerçek de var – yazar egosu da demeyelim de iyi bir şey yazdıktan sonra gelen doğal bir bilinme, tanınma, takdir edilme isteği. Metnin kimin tarafından yazıldığı bu noktada önem kazanıyor. Kim takdir edilmeli? Ama sahiplik bambaşka bir konu. Leopold’un Sabunu’nda tüm hikâye biri tarafından yazıya dökülmeden anlatılıyor, sonra iki farklı kişi bunu kendince çalıp yazıyor, sonra başka biri gelip bunu çalıyor, bütün bu olanların anlatıldığı ayrı bir metin daha var ki o da bir başkası tarafından çalınıyor. Bu durumda hangi yazar çıkıp da “Bu metin benim, en çok benim,” diyebilir ki?

Romanda sürekli olarak özgünlük ve intihal üzerinden yürüyen bir tartışma var. Fakat bilhassa Cafer ve isimsiz anlatıcı arasındaki diyaloglara baktığımızda referans kaynaklarını kullanma biçimleri ortada aslında bir yorumlama meselesi olduğunu gösteriyor. Bu yorumlama meselesine sen nasıl yaklaşıyorsun?

Yorumlama mevzusunda haklısın, kesinlikle öyle bir okuma da yapılabilir. Ama bu durumda bile odak noktası intihal olarak kalıyor, çünkü senin “yorumlama” olarak nitelendirdiğin şeyler de yine intihal. Bunlar Cafer Âlim’in ya da isimsiz anlatıcının değil, başkalarının yorumlamaları. Onlar yalnızca çalıyor, intihal yapıyor.

Romanda Cafer ve isimsiz anlatıcının sayısız edebi göndermeyi hayata nakletme çabası ve bir anlamda hayatlarını romanlaştırma arzuları var. Bu edebiyat ve hayat arasındaki diyalog roman için ne ifade ediyor? Neden bunları sırt sırta bir diyalektik içinde kurmayı tercih ettin?

Edebiyatın hayatla ilişkisi sizin olmasını istediğiniz kadardır. Fikret de Mümtaz da ve hatta isimsiz anlatıcıyla Cafer de edebiyatın geniş kapsamda düşünüldüğünde pek de bir şey ifade etmediğinin farkında olan karakterler. Edebiyat hiçbir anlam ifade etmiyor ama onu biliyorlar ve seviyorlar. Onunla oynuyorlar. Eğleniyorlar. Kendilerini de tıpkı edebiyata karşı olan tutumları gibi ciddiye almıyorlar. Bu yüzden de “hayatın” içinde edebiyat göndermesi yaptıkları zaman absürt bir görüntü çıkıyor ortaya. Onlar da bunun gayet farkındalar.

Leopold’un Sabunu’na baktığında hangi bölümü ya da pasajı olmazsa olmaz olarak değerlendiriyorsun. Romanı tanımlayan bir “işte o an” var mı?

Her ilk kitapta olduğu gibi bu kitapta da birçok eksik ya da daha iyi olabilecek şey var. Ama tekrar dönüp baktığımda kitabın kendime en yakın hissettiğim bölümünün “Kumaş Tarihindeki En Büyük Yolculuk” olduğunu görüyorum. Kitabı tam olarak tanımlayıp tanımlayamayacağından emin değilim ama sırf bu bölüm için bile yazmaya değermiş diye düşünüyorum.

Son olarak da Leopold’un Sabunu’nun layık görüldüğü ilk ödüle değinelim. Geçtiğimiz günlerde Dünya Kitap’ın “Yılın En İyileri” ödül töreninde Polisiye Edebiyat Teşvik Ödülü’nü aldın. Polisiye türü üzerinden değerlendirilip ödüllendirilmek seni şaşırttı mı?

Böyle bir ödül kazanmak her şeyden önce çok onur verici. Ben Leopold’un Sabunu’nu yazarken hikâyenin polisiyeyle ne dereceye kadar ilişkili olacağına dair bilinçli bir karar vermemiştim, fakat gerek cinayet gerekse tüm intihal vakası ve onu takip eden kaçma-kovalama, kitabın genel çizgisini biraz daha polisiyeye kaydırdı. Kitabın deneyselliğinin dışında polisiye yönünün de dikkate alınması, incelenip ödüle layık görülmesi benim için çok sevindirdi, onur duydum.

Merve Şen – edebiyathaber.net (5 Şubat 2018)

Yorum yapın