Asuman Toprak Deniz: “Bazı şeylerin fark edilmesi, yitip gitmemesi gerekiyor.”

Eylül 14, 2021

Asuman Toprak Deniz: “Bazı şeylerin fark edilmesi, yitip gitmemesi gerekiyor.”

Söyleşi: Günnur Aksakal Baykan

Asuman Toprak Deniz, ilk kitabı ile yazın dünyasına başarılı bir giriş yaptı. Kendisiyle, Holden Kitap tarafından yayımlanan Portakal Yokuşu ve öykülerine hayat veren kadınlık halleri üzerine keyifli bir söyleşi yaptık.

Portakal Yokuşu, bir ilk kitap. Yayın dünyasının pandemi ve ekonomik sebeplerle zorluk yaşadığı böyle bir dönemde, kısa zaman içerisinde üçüncü basımını yaptı. Bu konuyla alakalı hislerinizi paylaşabilir misiniz?

O zaman size güzel bir haber vereyim. Kitap dördüncü baskıya giriyor. Öykü kitabının bu kadar kısa süre içerisinde böylesine bir ilgi görmesi beni oldukça şaşırttı ve mutlu etti. Açıkçası böyle bir etki beklemiyordum. 

“Portakal Yokuşu”, İstanbullulara tanıdık gelen bir isim. Ortaköy’den Ulus’a çıkan yokuş… Pek çok kişinin hayatına manzarasıyla, dikliğiyle iz bırakmıştır. Hatta o kadar diktir ki en tepeden bir portakal bıraktığınızda denize ulaştığı söylenir. Siz neden bu ismi tercih ettiniz, özel bir anlamı var mı?

Mekanların insanların hayatında önemli izler bıraktığını düşünüyorum. Aslında bu etki yaşanmışlıklardan oluşuyor. Portakal Yokuşu’nun da İstanbul’daki yaşanmışlık kokan yerlerden biri olduğuna inanıyorum.  

Dediğiniz gibi bir rivayete göre portakal bırakıldığında yokuşun başından denize ulaşırmış. Ben hep o portakalın denize ulaştığında çıkardığı sesi hayal ettim. Hayatın yokuşlu tarafında sonunda hep bir denize ulaşma, düşüncesi beni rahatlattı. Bu sebeple bende yeri ayrı, Portakal Yokuşu’nun. 

Portakal Yokuşu’nu 30, yaşınıza ithaf ediyorsunuz. Bu, 20. yüzyılın en önemli Avusturyalı kadın yazarlarından Ingeborg Bachmann’ın “Otuzuncu Yaş” öyküsünü anımsatıyor. Bachmann, “Her düşünce, yabancı tohumların yeşermesinden başka bir şey değil. Beni ilgilendiren hiçbir şeyi düşünecek gücüm yok, hep beni ilgilendirmeyen şeyleri düşünüyorum” diyerek özetliyor halini. Gerçekten de düşünce sınırlarımız toplumsal kodlarla, başkalarının tohumlarıyla sınırlandırılıyor; kendi dertlerimizi düşünecek güç bırakmıyor sanki. Öykülerinizde yarattığınız kadın kahramanlar bağlamında düşünürsek, neler söylersiniz?

Evet, 30 yaşıma ithaf ediyorum. Bunun bende özel bir yeri var. 

30 yaş insan yaşamında önemli kırılmaların, kararların, değişimlerin olduğu yaşların başlangıcı. Biraz da bu etkiledi sanırım beni.  

Kitaptaki kahramanlar hayatın içinden, hepimizin aşina olduğu, aynı zamanda gözden kaçırdığımız belki de fark etmediğimiz kadınlar. Onların içinde sınırları kabul eden, zincirlerini kırıp kendini var eden, her şeye rağmen yürümeye devam eden kadınlar var. Bu onların hikâyesini yansıtırken aynı zamanda bir ümidin de var olabileceğini göstermek istedim. 

Son zamanlarda, belki de günlük hayatın doğal bir yansıması olarak edebiyata da “kadın” meselesi doğrudan bir şekilde giriyor. Portakal Yokuşu’nda okurlar sadece “kadın hikâyeleri” değil, hikâyelerin kadın tarafından nasıl görüldüğü, kadın bakış açısı çok canlı bir şekilde anlatılıyor. Bu perspektifle yazmak bilinçli bir tercih miydi?

Kadın gibi bakmak toplumumuzdaki en büyük eksiklik. Kadın gibi bakamadığımız için birçok problemle savaşıyoruz. Evet bu bilinçli bir tercihti. 

Hamile olduğu için iş verilmeyen kadınlardan, ilişkilerine uyum sağlamakta zorlananlara ya da evliliklerinde değer görülüp ismiyle hitap edilmeyen kadınlardan şehirde bir başına dolaşanlara dek geniş bir yelpazede kadınlık hallerine yer veriyorsunuz. Bu, hemen her hikâyede değişen kadın profilleri ve yaşam deneyimleri demek… Biraz, yazım sürecinizden ve gözlemlerinizden bahsedebilir misiniz?

Yaklaşık beş yıldan beri dikkatimi çeken, beni etkileyen şeyleri küçük küçük yazıyorum. Aslında yazma alışkanlığım ilkokuldan beri var. Sayısını unuttuğum kadar defter bitirdim. Sevgili günlük, diye başladığım yazı yolculuğumu öyküler ile taçlandırdım. Bir kafede otururken en ufak bir insan hareketi bile beni yazma konusunda harekete geçirebiliyor. İnsan bu dünyaya tanık olmak için gelir. Ben de tanık olduğum hikayeleri heybeme attım. 

“Boşluk” adlı öykünüzde “Bütün gün karın tokluğuna çalışıp ayağını sürüye sürüye eve dönen bu insancıkların hayallerinin sınırı canımızı sıkardı” diyorsunuz. Bir cümlede sınıfsal kaygı, yaşama sevinci, belki gençlik… hayata dair pek çok durumu anlatıyorsunuz. Biraz bu cümleyi konuşalım isterseniz…

İstanbul’da geçim derdi her şeyin önünde. Yaşayabilmek için çok çalışmak lazım. Yaşayabilmekten kastım, kiranı verebilmek ve mutfak ihtiyaçlarını karşılamak. Bunun dışında en ufak şey bile lükse giriyor. Oysa bu dünyaya bir defa geliyoruz. Geçim kaygısından bir durup gökyüzüne bakmıyoruz, çiçek açan ağaçları göremiyoruz. Nisanda açan akasyaları, mayısta açan erguvanları, haziranda açan ıhlamurları, şubatta açan mimozaları fark edemiyoruz. Bu durum canımı sıkıyor açıkçası. Bazı şeylerin fark edilmesi, yitip gitmemesi gerekiyor. 

Her öykünüzün başında bir epigrafa yer veriyorsunuz. Kimler yok ki? Birhan Keskin, Konstantinos Kavafis, Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Ursula K. Le Guin, Haydar Ergülen, Sennur Sezer, Cahit Zarifoğlu, Murat Gülsoy, Attila İlhan, Oruç Aruoba, Oktay Rifat… Şairlerden romancılara geniş bir liste. Bu, okura sizin okuma alışkanlığınız ve yaratım sürecinizle ilgili verdiğiniz bir ipucu olabilir mi?

Her yazar sevdiği şairlerin ve yazarların sözünün büyüsüne sözlerini bulamak ister. Hem okuma alışkanlığı hem yaratım süreci ile ilgili aslında. Bazen yazdığım hikâyelere uygun, sevdiğim alınıtlara yer verdim bazen alıntılar bana hikayeyi yazdırdı. Birbirinden bağımsız değil.

Önümüzde yeni bir çalışma var mı?

Aklımda bir roman var. Onun fikri ile yaşıyorum şu sıralar. Onun dışında pandemiden önce bir inceleme kitabına başlamıştım. Şairlerin, yazarların aşkları hakkında bir çalışma. 

edebiyathaber.net (14 Eylül 2021)

Yorum yapın