
En son söyleyeceğimi başta söyleyeyim. Çıktığından beri bir türlü alıp okuyamadığım sonra da oğlumun doğacağını öğrenince ona okumak üzere beklettiğim “Roko ile Konuşmalar” muhteşem bir kitap.
Zeki, dolu, duygusal…
Asla didaktik değil ama nerelere dokunacağını bilen.
Usta elinden çıkmış, dünyadaki benzerlerinden hiçbir eksiği olmayan, usta bir metin. Felsefenin mizaha yedirerek, şakaları çiyleştirmeden, dile kolay ama yapılması çok zor şeyleri tereyağından kıl çeker gibi kotarmış Meltem Gürle.
Benim için çocuk kitaplarının zirvesi her zaman Büyük Sözcük Fabrikası ve Eksik Parça olmuştur. Roko neredeyse onlar seviyesinde bir metin.
Herkese şiddetle tavsiye etmekle birlikte ben metinlerinden ziyade yazarı özelinde birkaç kelam etmek, yine şahane bir kitap olan İrlanda Defteri, yakın zamanda yayımlanan Meltem Gürle’den bahsetmek istiyorum.
Birikimine yıllardır hayranlık duyan bir okuru, hatta uzaktan öğrencisi denebilecek kadar yazdıklarından, görüşlerinden istifade eden biriyim.
Onun yazıları benim için merakla beklenen pazar sohbetleri demekti. Gazete aldığımız, edebiyat üzerine düşünüp konuştuğumuz, gündemimizin bu kadar pespayeleşmediği nefes alınabilir dönemlerin tezahürüydü bir nevi. Bundan 20 yıl önce de bizden 100 yıl ilerideydi yani.
Tanışmamız da o dönemlerde, benim gençlik hadsizliklerimden biri sayesinde olmuştu. BirGün yazılarından biriyle ilgili ileri geri bir Tweet atmıştım o da gayet nazik bir cevap vermişti. Sonra utana sıkıla sohbeti sürdürmüştüm.
İstanbul’a gittiğimde Lades’te tavuk suyu çorbası içer, kendisinin Diane Keaton’a, eşinin de Allen Ginsberg’e benzerliği hakkında şakalaşır olmuştuk artık.
Zaman içerisinde ilk kitabım yayımlandı. Sabırsızlıkla beklediğim BirGün Pazar yazısının konusu benim kitabımdı. Meltem Gürle benim boksörümü anlatıyordu. Görünce hissettiklerimin tarifi zor.
Hasılı benim için hep öncü, hep mentör, hep tatlı bir kıskançlık, hep “ulan hiçbir şey bilmiyorum çok okumak lazım” hissi vesilesiydi.
Edebiyatın ne kadar güzel, ne kadar önemli bir şey olduğunu, onun gibi ellerde ne kadar güzel anlatılabileceğini keşfedip her okuyuşumda daha da hayranı oluyorum diyebilirim.
Keşke Milli Eğitim Bakanı olsa da Hasan Ali Yücel dönemi gibi bir jenerasyon armağan etse bizlere diye düşünürken maalesef devletimiz ondan istifade etmek yerine ülkeyi terk etmeye zorlamayı tercih etti.
Bu zamana kadar bu duruma çok üzülüyordum. Ama İrlanda Defteri’ni okuyunca fikrim değişti. Ne mi demek istiyorum.
Kitabı okurken sanki Meltem yine her zamanki gibi 100 yıl öteden, muasır medeniyetler seviyesinden el sallıyor gibiydi. Sanki yaşadığımız gündelik dertlerin, politik baskıların olmadığı bir dünyada evrensel normlardan, insani değerlerden, kazanılmış haklardan bahseden, konjonktüre göre dalgalanmayan, bugün durduğun yerden yarın pişman olmanı sağlamayan uzak bir galaksiden bizlere kapsüller gönderip edebiyat sevgisi aşılıyordu.
Okurken artık böyle bir dünyamız olmadığını, olamayacağını fark edip güzelliğine hüzünlendiğim bir metindi İrlanda Defteri. Artık neşemiz, inceliklerimiz, böyle bir vaktimiz, gücümüz, motivasyonumuz yok. Türkiye’de hiç kimse gidip bir resme müze kapanmadan nefes nefese yetişme pahasına bakmaz, bakmaya uğraşmaz sanki artık. Bakan da dalga konusu edilir. Ritüel olarak bira ikram edilen okul toplantıları yapılamaz. Bırakın birayı inek bayramları, pilav günleri, bahar şenlikleri bile yapılamıyor artık.
Ya da havuzda torunuyla şakalaşan bir dede görmek bizim için filmler dışında pek mümkün bir sahne değil. Kitabında da dediği gibi bunlar “orta sınıf Fransız” örnekler. Bize çok uzak yani. Her nevi inceliğimizi aldılar. Öyle ki Meltem bile burada olsa bu kitabı yazamazdı.
“Böyle bir iklimde Sezen Aksu şarkı söylemez.” gibi hamasi bir yerden söylemiyorum. Gitmesine vesile olan olayların benzerleri hala aynıyla vaki. Öğrenciler serbest bırakılsın demek zorunda hisseder ve başkaca bir şey konuşamaz, düşünemez, haliyle yazamazdı.
Elbette salt politik çürümeden de bahsetmiyorum. Edebiyat ortamımız da aynı şekilde derinliğini, inceliğini, birikimini kaybetti. Seçicilerin kimlikleri tartışılsa da en azından bir şeyler içerisinden bazı yazılar seçilirken günümüzde herkes kendinin yayıncısı. Seçilme, demlenme, kristalize etme olmayınca salt hız ve bol içerik aranıyor. Artık Meltem’in Kırmızı Kazağı ya da İrlanda Defteri gibi metin üzerine düşünceler, metinden yola çıkarak anlatılan kişisel hikayeler değil metinleri üst üste dizip poz vermeler, verenler geçer akçe.
Meltem burada olsa edebiyat ortamı ondan da benzer pozlar bekleyecek, Youtube videoları, Instagram paylaşımları yapması istenecekti.
Yani Meltem Gürle’nin kitabını, Meltem Gürle bile yazamaz artık Türkiye’de. Yazarlığın, okurluğun yerini fenomenlik aldığından ve görünür olmak adına başka çare kalmadığından beri belki de yapılması gereken bu. Yargılamıyorum ama yadırgadığımı itiraf etmeliyim.
Kitap ekleri, matbu dergiler kapandığından beri artık orman kanunları işliyor ve kim görünür olursa, kimin daha çok takipçisi varsa o makbul sayılıyor. O dönem yeni çıkan hemen her metin bu dergilerde yer buluyor ve okur kendi meşrebince dilediğini seçip okuyabiliyor, bir şans veriyor en azından haberdar olabiliyordu. Şimdi ise algoritmayla, ne kadar çok story ya da post atıldığıyla ilgili her şey.
Dijital çağ geldi mertlik bozuldu bir nevi. Teknolojinin avantajlarına direnmenin anlamsız hatta antipatik olduğunun farkındayım ama imajın yaratımla mücadelesinde hep metnin tarafında olacağımı da saklayacak değilim.
edebiyathaber.net (17 Haziran 2025)