
“Edebiyat, özellikle de roman, insanı aramaktan, insan ruhunu merkeze koymaktan vazgeçip doğanın dili olmayı başarabilir mi?”
“Edebiyat doğanın dili olmak isteyebilir mi?”
“Doğayla kucaklaşan bir bilinç miyiz yoksa onunla bilek gücünü ve aklını kullanarak savaşan etten kemikten bir makine mi?”
“Yazarak, insan olmanın kahredici ikilemlerinden kurtulabilir miyiz?”
Tüm bu sorulara ve daha fazlasına cevap arayan, insanın, dolayısıyla edebiyatın vazgeçilmezi doğanın edebiyatla bağı üzerine bir düşünce yolculuğuna çıkan, okurunu da bu yolculuğa ortak eden, Oylum Yılmaz’ın denemelerinden oluşan Doğa Yürüyüşleri, geçtiğimiz Mart ayında Doğan Kitap tarafından yayınlandı. Çağdaş Türk Edebiyatının önemli isimlerinden Oylum Yılmaz’ın dördüncü kitabı olan Doğa Yürüyüşleri, dokuz denemeden oluşuyor. Yılmaz’ın, 2012 yılında yayınlanan Cadı, 2017’de yayınlanan ve Duygu Asena Roman Ödülü’ne layık görülen Gerçek Hayat ve 2023’de yayınlanan Ağaçların Rüyası olmak üzere üç romanı bulunuyor. Uzun yıllardır edebiyat ve kitaplara dair deneme ve eleştiri yazıları yazıyor, edebiyat atölyelerinde dersler veriyor. Kitapta yer alan denemeler için, edebiyata, hayata ve doğaya dair yıllar boyu biriktirdiklerinin bir yansıması diyebiliriz.
Kitap, Asuman Kafaoğlu Büke’nin önsözüyle açılıyor. Kitabın ana meselelerinden olan doğa ve kadına vurgu yapan önsözden şu iki alıntıyı paylaşmak isterim:
“Ve her yolculuktan armağanla dönülür, daha önce sahip olmadığın yeni bir şey eklenir benliğine. Doğa Yürüyüşlerimizden bende bir düşünce kaldı: özgürlüğün ancak yalnızlıkla ulaşıldığı fikri.”
“İşte bu kitaptaki denemelerde Oylum Yılmaz binlerce yıldır kaskatı sınırlarla belirlenmiş sosyal rollerinden sapma öneriyor okura. İyi denemelerin her zaman yaptığı şekilde, yeni düşüncelere açılıyor. Dâhiyane bir duruşla, sisteme karşı koyma planı sunuyor bize.”
Kitaptaki her deneme, belirli yazarlara ve eserlerine odaklansa da masaya yatırdığı meselelere paralel olarak başka yazarlara ve eserlerine de uğrayarak yol alıyor. 134 sayfalık ince bir kitap olmasına rağmen elliden fazla eser ve kırktan fazla yazarı konuk ediyor, her cümlesi üzerine uzun uzun konuşulacak düşünceler öne sürüyor. Tüm bu eserleri okuma isteği uyandırıyor, hatta okuduklarınızı bile, okuruna rehberlik ederek bambaşka bir okuma yolculuğuna davet ediyor. En şahane yanı ise, tüm bunları doğayı odağına alarak yapması. Buradaki doğa, romantize ve estetize edilmiş bir doğa değil, aksine vahşi, insanı gerçekle ve kendisiyle güçlü bir çarpma hissi ile karşı karşıya getiren, hayatta kalmak için çabalamaya zorlayan, güzelliğiyle hemhal olabilmek için emek vermenizi, kurallarına uymanızı talep eden ama hiçbir şey vaat etmeyen bir doğa. Aslolanın bu doğa olduğunu ve edebiyatın da ancak böyle bir doğa üzerinden inşa edilebileceğini harika biçimde anlatan bir kılavuz Doğa Yürüyüşleri.
Yaşadığımız dünya uzun süredir can çekişiyor. Yoksul ve zengin arasındaki uçurum giderek büyüyor. Mevcut kaynaklar dünya nüfusunun ihtiyaçlarını karşılayacak yeterlilikte değil. Çok az sayıda insan bu kaynakları aklımızın sınırlarının alamayacağı bir boyutta hunharca tüketirken, milyonlarca insan açlık sınırında yaşamını sürdürmeye çalışıyor. İnsan nüfusu katlanarak çoğalırken, her gün binlerce hayvan ve bitki türü yok oluyor, binlercesinin nesli tükenmek üzere. Buzullar eriyor. Su savaşlarının kasıp kavuracağı bir dünya hiç de uzak değil. Savaşlar durmak yerine çoğalarak, şiddeti artarak sürüyor.
Tüm bunların edebi denemelerden oluşan bir kitapla ne ilgisi var diye soruyorsanız ben de size derim ki Doğa Yürüyüşleri tam da bu nedenle çok önemli. Tüm bu sorunlar, yüzlerce yıl önce, insanın yerleşik hayata ve tarım toplumuna geçmesi, doğayla bağını koparması ile başladı. Doğa Yürüyüşleri, iyi yazarların ve iyi edebiyat eserlerinin, yüz yıl öncesinde bile, doğayla bağını koparan insanın karanlığını anlattığını, bir kâhin gibi bugünümüze de ışık tutabildiğini, zamanlar üstü olduklarını anlatıyor çünkü. Edebiyatın tüm bu sorunlardan bağımsız olamayacağını, hatta eril hakimiyetin gölgesinde var olan edebiyat kanonunun bugün geldiğimiz noktadaki dünyayı var edenlerle sıkı bağları olduğunu anlatıyor çünkü.
Kurgu ya da kurgu dışı, bugün yazılan her kitabın bu meselelerle bir derdi olmalı. Doğa Yürüyüşleri, insan doğasının hakikati ile yüzleşmeye çağırıyor hepimizi. Yüzyıllar önce doğayla bağını dönülmez biçimde koparan, bu nedenle kendi doğasına da ihanet eden insanın kötülüğüyle, erkek egemen zihniyetin ve iktidarların doğa ve kadının üzerine basarak, ötekileştirerek, yok sayarak kurduğu düzenle yüzleşmeye çağırıyor hepimizi. Tüm bunları içeren edebiyatın nasıl kapsayıcı bir dünya sunduğunu anlatıyor.
“Kötülüğü içinde aramayan insan için dünya, doğa, olağan ve olağanüstü, yekpare bir kötülüktür çünkü.”

Oylum Yılmaz her denemede doğada bir yürüyüşe çıkıyor. İlk denemede Londra’da, yaşadıkları bölgede bulunan bir ormanda. Okurunu da yanına alarak. Başlıyor bizimle konuşmaya. Her deneme edebi bir yürüyüş. Meşe ağaçlarının yanından geçerken hissettikleri sözcüklerden bize ulaşıyor, hep birlikte meşelere, sonra bütün ağaçlara hayran olup ilerliyoruz ormanda. Söz konusu meşe olunca, insan olunca, doğa, yoksulluk, insanın karanlığı, iktidar, eril hakimiyet olunca hangi yazarlara ve kitaplara gideceğimizi az çok sezebiliyoruz. Latife Tekin ile başlıyor yürüyüşlerimiz. Ormanda Ölüm Yokmuş, Unutma Bahçesi, Muinar, Sürüklenme, Manves City, Zamansız… Doğanın bir parçası olma halimizi yitireli asırlar oldu ve artık geri dönüşümüz de yok. Ama belki insan olma halinden bir çıkış yolu bulursak bir şansımız olabilir. Latife Tekin edebiyatının özellikle Muinar ve Zamansız’la bunu nasıl başardığını anlatıyor Oylum Yılmaz.
Başka bir denemede yazarımız Bodrum’da, Turgutreis’te, korkunç yapılaşmadan kendini nasılsa kurtarmış bir yamaçta, terkedilmiş bahçelerde yürüyor. Bodrum demek Halikarnas Balıkçısı demek, Mavi Sürgün demek. Halikarnas Balıkçısı’nın Bodrum’u yaratırken ve Bodrum’da yeniden doğarken edebiyatın tüm bunlarla nasıl hemhal olduğunu, yazının ilk başında yer alan soruların Halikarnas Balıkçısı’nın edebiyatında tam karşılık bulduğunu anlatıyor.
O yürüyüşüne devam ederken, edebiyat doğa ilişkisi üzerinden yazarları ve kitapları yorumlarken, on bir yıldır Bodrum Gümüşlük’te, Gümüşlük Akademisi’nin yamacında oturan biri olarak, ne kadar şanslı olduğumu düşünüyorum. Onun, Latife Tekin ve Halikarnas Balıkçısı’na dair söylediklerini, sırf bu topraklarda yaşadığım için, iliklerimde hissediyorum çünkü. Latife Tekin’in ve Halikarnas Balıkçısı’nın sözlerinden Gümüşlük ve Bodrum’un havasına, toprağına, ağaçlarına karışan her ne varsa soluduğum hissine kapılıyorum. Soluduğum o şeyi ne bu vahşi yapılaşma ne de her yaz buraları istila eden hunhar kalabalık yok edebilecek, iki büyük yazarın bize söylediği sırlar ve hakikatler bir yerlerden kendini hep hissettirecek, diye düşünüyorum kıvançla. Oylum Yılmaz, Halikarnas Balıkçısı’nın veda ekişleri ile Bodrum’un her yerine dağılmış tohumların, yapılan binaların temelinden tekrar ve tekrar kök salacağını söylüyor çünkü.
Sonra yolumuz kırlara, “İngiltere kırlarının içinden geçip insanın kendi doğasına, insanın karanlığına inme cesareti” gösteren Bronte kardeşlere ulaşıyor. Yaşadıkları dönemin ataerkil katı kurallarıyla ünlü İngiltere’sinde, roman yazarak ve romanlarının kadın kahramanlarıyla, toplumsal rollerin dışına çıkarak edebiyat kanonundaki kuralları da yıkmalarını, Jane Eyre ve Uğultulu Tepeler‘e dair yaptığı analiz ve yorumlarla anlatıyor Oylum Yılmaz. Özellikle bu deneme, edebiyat ne işe yarar, edebiyat insana ne yapar tartışmalarına farklı açılardan bakabilmemize olanak sağlıyor. Edebiyat iyileştirir, edebiyat terapidir söylemlerine şiddetle itiraz ediyor Yılmaz.
“İnsanlar ancak romanlarda ve hikâyelerde değişirler demek ister gibidir Emily Bronte: Oysa içimizdeki insanlık dışı, o vahşi, o gerçek, o ilkel yerde hiçbir şey değişmez. Rüzgârla, yağmurla, güneşle, kısacası dünyanın zamanıyla bir dikilitaş ne kadar değişebilirse, insandaki değişim de o kadardır, der. Umutlanmayı ve hikâyelerden kendinize bir şifa, bir iyileşme umudu bulmayı kesin! Uğultulu Tepeler’de yazar, doğaya insanlık dışı özgürlüğüyle yaklaşmayı işte bu şekilde başarmıştır.”
Başka bir denemede, “Ölümsüzlüğe karşı, ölmeyi göze alan bir duruş” dediği yazma eylemi ve ölümü konuşuyoruz. Cortazar katılıyor sohbete, onlarca edebiyat eserine ilham olmuş “Aksolotl” adlı hikâyesi ile.
İnsanın içindeki kötülük ve ikilemler için Herman Melville’in Moby Dick‘ine bakıyoruz başka bir yürüyüşte. Sonra da, Melih Cevdet Anday’ın Teknenin Ölümü adlı kitabındaki aynı adlı şiirine…
Kitapta, kadın yazarlar ve edebiyat tarihine damga vurmuş kadın kahramanlara dair yazılanlar, hem çok etkilendiğim hem de güç aldığım, yüreğimi kabartan bölümler oldu. Onları anlatırken Oylum Yılmaz “Bugün karanlığa yürüyorum,” diyor. Kitabın başında yer alan, “Yalnızca cadılarda ağaçların karanlığında gezinecek yürek vardır,” diyen Latife Tekin’e seslendiğini biliyorum bu yürüyüşlerin eşlikçisi okur olarak. Yılmaz, bir okuru tarafından kendisine sorulan, büyük yazarların romanlarında kadın kahramanlar neden hep ölüyor, sorusunun peşine düşüyor. Anna Karenina, Emma Bovary, Bihter neden öldüler? Büyük yazarların eserleri de olsa eril, cinsiyetçi, türcü, insan merkezli dili ve zihniyeti daha çok sorgulamama neden olan bir denemenin içinden çıkıyorum, daha iyi ve daha güçlü hissederek. Oylum Yılmaz, Flaubert’i, Halit Ziya’yı, Tolstoy’u kadınlarla, edebiyatla ve yazdıklarıyla nasıl bir savaş içinde olduklarına dair sorguluyor. Bir yandan Nurdan Gürbilek’in yazılarından, bir yandan Ursula K. Le Guin’in romanlarından destek alıyor. Virginia Woolf’un Kendine Ait Bir Oda’sı ile, Ursula K. Le Guin’in yazıları ile, erkeklerin egemen olduğu edebiyat kanonunu yıkmaya davet ediyor hepimizi. Ben bayağı gaza geliyorum onun satırlarını okurken.
Romanları fantastik ögelerle bezeli Oylum Yılmaz’ın yolu fantastik edebiyata düşmeden olur mu? “Hikâyeler gerçekte sadece tek bir şey hakkındadır der Tolkien: Ölüm! Ölüm ve ölümün kaçınılmazlığı…” Yüzüklerin Efendisi ile fantastik edebiyatı anlatıyor. Margaret Atwood, Ursula K. Le Guin elbette giriyorlar sohbete.
Kitap biterken son denemede Büyükada’da ormanda yürüyoruz yazarımızla. Adalarda yaşayan yazarlarımıza tek tek uğruyoruz. Tabii ki Sait Faik’e de. Edebiyat nasıl ki okur için ilaç, iyileştirici, terapi değilse, yazar için de olamaz, diyor Yılmaz: “Çünkü hayal edilenin aksine, toplumun insan kalbinde açtığı hiçbir yaraya pansuman olmaz edebiyat. Yazdıkça daha çok kanatır, delilleri karartır.”
Kulturalitera Kitap Kulübü’nde bu kitabı konuştuk, Oylum Yılmaz’ın katılımıyla. O gün aramızda olan yazar Işıl Aydın “şiirsel bir öykü” dedi Doğa Yürüyüşleri için. Bence bu kitabı en iyi anlatan ifadelerden biri…
Edebiyatın bu tür denemelere çok ihtiyacı var. Kitapta da sık sık adı geçen Nurdan Gürbilek’in kitapları gibi, çok iyi kitaplar olsa da, sayıları çok az. Çünkü bu tür kitaplar maalesef ne okurdan -dolayısıyla- ne yayınevlerinden yeterli ilgiyi görüyor. Bu nedenle Doğan Kitap’a teşekkürü borç bilirim.
Doğa Yürüyüşleri, tadına doyulmaz bir edebiyat yolculuğu. Sık sık tekrar bakacağımız bir kılavuz. İnsana, yaşama, edebiyata, onlarca yazara ve esere dair çok şey söylüyor, anlatıyor. Çok önemli bir şey daha yapıyor: bir yazarın, Oylum Yılmaz’ın edebiyatını, yaşamdaki ve edebiyattaki duruşunu anlatıyor. Dili, herkesin okuyabileceği yalınlıkta bir kitap Doğa Yürüyüşleri. Ama üst düzey bir çalışma aynı zamanda. Edebiyat söz konusuysa Oylum Yılmaz’ın tavizsizliğinin belgesi. Elbette herkesin beğenisi, tercihi farklıdır. Bugün artık biliyoruz ki her şey her şeyle bağlantılı. Edebi beğeni ve tercihleriniz bile nasıl bir dünyada yaşayacağımızı etkiliyor. Bu nedenle durduğunuz yer önemli. Bir okur olarak, ben tam da Oylum Yılmaz’ın durduğu yerde duruyorum, diyebilirim onun romanlarını ve Doğa Yürüyüşleri’ni okuduktan sonra. Herkesi de bu yere davet ediyorum.
Oylum Yılmaz kitabın sonlarında şunu söylüyor: “Aklımda, daha doğrusu yüreğimde beni ormana, beni Büyükada’nın kızıl çam ormanlarına, beni hikâyelere çağıran bir fısıltıyla yaşıyorum hep. Hiç susmuyor. Ancak yazarken o fısıltıya cevap verebiliyorum.”
Edebiyatı hayatlarımızın vazgeçilmez parçası yapan okurlar olarak, ışığa koşan pervaneler gibi, o fısıltının etrafında toplaşıyoruzdur belki, orada buluşuyoruzdur…
Yaşasın edebiyat! Yaşasın karanlığa yürüyen cadılar!
edebiyathaber.net (17 Mayıs 2025)