Z. Güldem Zeybek Tazegül’den, Charles Dickens’ın, “Edwin Drood’un Gizemi” adlı romanıyla ilgili bir yazı.

Şubat 17, 2008

Z. Güldem Zeybek Tazegül’den, Charles Dickens’ın, “Edwin Drood’un Gizemi” adlı romanıyla ilgili bir yazı.

Elma Dersem Çık, Armut Dersem Çıkma!

Taşıması ağır gelen bir sır bilseniz n’apardınız? Ya da ne bileyim; dünyaca ünlü bir yazarın yarım kalmış bir kitabını elinize geçirseniz? İşte size, bu iki soruya da cevap bulabileceğiniz muhteşem bir roman… Kendisine yüzlerce “beğenilmeyen son” yazılmış bir şaheser. Belki de hayatının romanını yazıyor olduğu düşünülen Charles Dickens’ın geçirdiği felç sonucu ölmesi dolayısıyla nasıl sonlandıracağını asla bilemeyeceğimiz bir sır “Edwin Drood’un Gizemi”.

Romana adını veren her ne kadar Edwin Drood olsa da daha çok amcası, koro şefi John Jasper’ın hikayesini anlatan roman Londra’da, bir afyon batakhanesinde başlıyor. Orada bulunanlardan birinin John Jasper olduğunu sonradan öğrendiğimiz küçücük bir odada. 

Londra’dan Cloisterham’a dönen Jasper’ı, yeğeni Edwin Drood ertesi akşam ziyarete gelir. Drood, amcasının öğrencisi, anne ve babasını yedi yaşındayken kaybettiğinden beri kaldığı Rahibeler Evi’nin gözbebeği olmayı başarmış müthiş güzel, bir o kadar kaprisli ve çocuksu Rosa Bud ile nişanlıdır. Her ikisinin de okuldan tanışan babaları, ölmeden önce onları beşik kertmesi usulü nişanlamıştır. Ama ileride evlenecekleri düşüncesiyle kendilerini kandırmaya çalışsalar da ikilinin, hemen her buluşmalarında kavgaya tutuşmaları gözlerden kaçmaz.





Seylanlı ikiz kardeşler Neville ve Helena Landless’ın eğitimleri için Cloisterham’a gelişleri, hikayenin gidişatını tamamen değiştirecek olaylara sebep olur. Neville, yardımcı papaz Bay Crisparkle’ın yanında eğitim görmeye, Helena ise Rahibeler Evi’nde Rosa ile birlikte kalmaya başlar. Daha ilk karşılaşmalarında Edwin’in nişanlısı Rosa Bud’a aşık olan Neville ve onun güzel kardeşi Helena’dan hoşlanan Edwin ise birbirlerini (belki de doğal olarak) oldukça itici bulurlar. Siyah olmasıyla aşağılayıcı bir şekilde dalga geçen Edwin’e karşı kendisini kontrol edemeyen Neville’in şiddetli öfkesi, münakaşaya tanık olan John Jasper’ın da sayesinde çok geçmeden Cloisterham’da duyulur. Bir yanda Rosa, Bay Jasper’ın kendisine olan ilgisini farkeden Helena’ya aslında Jasper’dan ne kadar korktuğunu ve çekindiğini, diğer yanda ikiz kardeşi Neville da Bay Crisparkle’a, zalim üvey babasından ne kadar nefret ettiğini itiraf eder. Bu arada Bay Crisparkle, Neville ve Edwin’in aralarındaki anlaşmazlığın büyümemesi için araya girer. Onun da çabasıyla  her ikisinin, Noel Arifesi’nde Bay Jasper’ın evinde yemek yeme bahanesiyle biraraya gelmesine karar verilir.





Rosa Bud’ın Edwinle gerçekleştirmesi beklenen evliliğine dair aklında bazı soru işaretleri vardır.  Bunlar hakkında vasisi Bay Grewgious ile ilk konuşan da o olur. Vasisi ona, istemediği bir ilişkiye “evet” diyerek evlenmek zorunda olmadığını belirtir. Aynı konuşmayı Londra’da Edwin’e de yineleyen Grewgious, Ned’e (Edwin’i amcası Ned diye çağırır) kendisine işlerinde yardımcı olan katibi Bay Bazzard’ın şahitliğinde bir yüzük emanet eder ama bir şartı vardır. Edwin, Rosa’nın babasının annesine taktığı bu değerli yüzüğü ya ilişkileri üzerinde iyice düşündükten sonra Rosa’ya evlenme teklif ederken takacak ya da ondan ayrılmaya karar verirse kendisine iade edecektir. Noel Arifesi’nde biraraya gelen Edwin ile Rosa ayrılmaya karar verirler. Amcası Jasper’ın nişanlısı Rosa’ya çılgınca aşık olduğuna dair en ufak bir şüphesi bile olmayan Edwin, haberi duyunca çok üzüleceğini düşünerek bu ayrılığı ona, Rosa’nın vasisinin açıklamasının daha iyi olacağına karar verir. Bu arada yüzüğü de Bay Grewgious’a iade edecektir. Ama ne yazık ki bunu gerçekleştiremez. Zira ertesi sabah esrarengiz bir şekilde ortadan kaybolur. Artık tüm gözler, bu gizemli kayboluşun aynı sabahında iki haftalığına yürüyüş yapmak üzere dağlara çıkan Neville Landless’a çevrilmiştir. Peki ilk bakışta tüm deliller aleyhinde gibi gözükse de, suçlanan kişinin masum olma ihtimali hiç mi yoktur?  





Charles Dickens, şüphesiz İngiliz edebiyatının en başarılı yazarlarından. Okurken kâh senaryo okuyormuş, kâh bir tiyatro oyunu seyrediyormuş hissine kapılabileceğiniz yazarın 1870 yılında beklenmedik ölümü nedeniyle yarım kalan romanı “Edwin Drood’un Gizemi”nde uzun, upuzun cümleler ve birbirinden renkli tasvirler adeta göz kamaştırıyor.





“Bugünkü dik kafalı yeni kuşağa göre çok daha uysal olan eski rahibeler, evin pek çok odasının alçak tavanlarına yansıyan güneş ışınlarından gözlerini kaçırmak için, o tefekkürdeki başlarını bir alışkanlıkla eğmiş ya da eğmemiş; buranın o uzun, alçak pencere kenarlarında oturup, süsleri için kolye yapmak yerine, nefsi terbiye amacıyla boncuk saymış, ya da saymamış; bu rahibeler vakti zamanında pek meşgul olan Doğa Ana’nın içlerinde o zamandan bu yana büyütüp diri tuttuğu engellenemez coşkunluklar yüzünden garip açılı, üç duvarlı çatı katlarında hücre hapsine sokulmuş ya da sokulmamış; işte tüm bunların, belki evin (şayet varsa) hayaletleri için bir önem teşkil edebilirse de, Bayan Twinkleton’ın yarıyıllık planlarında en ufak bir yer bulması dahi mümkün değildir.” (s.36)





Epey puslu ve çingenevari bir hayat süren taş ustası Durdles, sonradan Cloisterham Belediye Başkanı olan müzayedeci lavuk Bay Sapsea, kitabın sonlarında kendisine Keş Prenses denildiğini öğrendiğimiz afyon batakhanesini işleten kadın, hayırseverliği ile hasımlığı arasında ayrım yapılması çok güç olan Bay Honeythunder gibi birçok renkli karakter arasında romanın baş kahramanını, “Bay Jasper bir seksenin üzerinde boyu, kaba, ışıltılı, iyi taranmış siyah saçları ve favorileriyle oldukça karanlık esmer tipli bir adamdır. Tıpkı çoğu karanlık tipli adam gibi o da olduğundan yaşlı görünür. Sesi tok ve güzeldir, yüzü ve vücudu da öyle, tavırları ise biraz kasvetlidir; tıpkı odası gibi.” (s.20) diye tasvir etmiş Dickens.





Hazır kendisinden söz açılmışken Bay Jasper’ın, hikayenin adeta kilit noktalarında:





*Katedral Mezarlığı hakkında herkesten daha çok bilgisi, özel bazı bölümlere giriş anahtarları olan taş ustası Bay Durdles ile mezarlıklara,                                                                              


*Rosa Bud’a ilan-ı aşk etmek üzere katedrale,                                                                             


*Ve aslında hikayenin hem başlangıç hem de yarım kalmış haliyle sonundaki, Londra’da bulunan afyon batakhanesine… 





… yaptığı altı çizilesi ziyaretlerini özellikle dikkat çekici bulduğumu belirtmeliyim.  





Esrarengiz bir kayboluşu konu alan bu romanda, çevirmen altını çizmese belki de kolaylıkla gözden kaçabilecek çok sayıda gönderme bulunuyor. Bunlar çeşitli eserlere, olaylara ve mitolojik hikayelere yapılmış göndermeler. İçlerinde en ilgi çekeni ise yazarın ölen kardeşiyle ilgili olanı. Kardeşi, kendi ölümünden birkaç gün önce çocukken birlikte gezindikleri ormandaki güz yapraklarının kokusunu büyük bir netlikle hatırladığını anlatıyor Dickens’a. Yazar da, romanının ondördüncü bölümünde buna göndermede bulunuyor. Kendi ölümü nedeniyle yarım kalan son romanında…


Çeviride arada sırada da olsa sıkıntıya düşülen anlar yok değil. Hatta bazı cümleleri -yanlışlıklar sezip- tekrar tekrar okuyup anlamaya çalışmak gerekiyor. Yine de  Charles Dickens’ın özellikle uzun, upuzun cümlelerini bu kadar iyi anlamamızda başrolü oynayan Işıl Aydın çevirisine genel olarak şapka çıkartmak gerektiği inancındayım. Biz okuyucular için koyduğu çevirmen notlarının hikayeyi çok daha anlaşılır kıldığı da su götürmez bir gerçek. 





Siz hiç dünyaca ünlü bir yazarın yarım kalmış bir kitabını elinize geçirip sonunu dilediğinizce yazdınız mı? Ben yazdım.





Z. Güldem Zeybek Tazegül – edebiyathaber.net (17 Mart 2011)

Yorum yapın