Yavaşlık Tanrısını neden icat etmedik ki? | Havanur Taflan

Aralık 27, 2021

Yavaşlık Tanrısını neden icat etmedik ki? | Havanur Taflan

 

Günümüzde her şey göz açıp kapayana dek eskiyor artık. Tüketim kültürü içinde her şey birden bire kullanım dışı oluyor. Bizler ise… Şimdide hiç uzun süre kalmayıp internet uzamındaki hareketin formu olan ‘sörf’ yapıyor; bir şimdiden diğerine hareket ediyoruz. Süreksiz ve noksan olan internet zamanının içinde… Kendi zamanımız… Onu yaşayamadığımızın bile farkında değiliz. Kendi hikâyesini oluşturmayanlar olarak zaman dayanağını çoktan kaybettik. Ölüm gerçekliğini unutup yaşamın ruhunu hissetmeden bir oradan bir oraya koşup duruyoruz. Sürekli bir koşuşturma içinde hiçbir şeye tam yetişemeyen soluksuz bir yaşam… Yaşadığımız bu zamanda önceye ve sonraya yer yok Byung Chul Han’a göre. Her geçen gün içi daha da boşaltılmış birbirine eklenmemiş ve yönetilemeyen zamanın canlılarıyız artık. Aceleyle hareket eden anlatının kokusunu hissetmeyen insanlar… Bu yüzden de zamanı yakalayamadığımızı söylüyor Güney Koreli Filozof.

Yaşamın mesafesi daralıyor hızlı hareket ettiğimiz için. Mesafeleri kaldırmak için yaptığımız her girişim, yeryüzüne yabancılaşmamıza neden oluyor. Sürekli sonsuzluğa ulaşmaya çabalama hali mekândan ve zamandan koparıyor bizi. “Çağdaş olmak, çağın karanlığının bize yaptığı çağrıya yanıt vermektir. Genişleyen evrende, bizi en uzak galaksilerden ayıran uzay öyle bir hızla büyüyor ki, yıldızlarının ışığı bize asla ulaşamıyor. Bize ulaşmaya çalışan ama ulaşamayan bu ışığı karanlığın ortasında algılamak, çağdaş olmak budur. Şimdiki zaman bizim için yaşaması en zor şeydir.” diyor Giorgio Agamben. Günümüzde olaylar artık kalıcı iz bırakmadan, deneyime dönüşmeden; hızla birbirini izliyor. Çok hızlı olmak anlamı çözüp dağıtırken anlam kaybı tehdidiyle karşı karşıya bırakıyor bizi. Anlamsızlığın içinde kapana kısılmış koşucularız hepimiz. Tarihsiz bir zamanın içinde… Sorgulamalara geç kalmış… Ama sürekli kaçırdığı zamanlara hayıflanmaktan da vazgeçmeyen…  Oysa olayların tarihi oluşturması için belli bir yavaşlığa ihtiyaç var Baudrillard‘a göre.

   Hayatın öznesi olma arzumuz… Onda hala iddialıyız… Bunun içinde tanrının rolünü çalıp geleceği sürekli tasarlamaya çalışıyoruz. Yazgı olmaktan çıkıp tasarı oldu zaman bizim için. Yapılabilirlik belirliyor geleceği günümüz de. Tüm bunlar ise dünyanın hatta zamanın dengesini bozuyor Byung Chul Han’a göre. Ebedi bir şimdinin kurucusu olarak dengeyi sağlamış olan tanrının da zamandan yavaş yavaş ayrılmasına… İnsan için ömür denilen o aralık… Zamanımız… Freni patlamış bir araba misali yokuş aşağı hızla iniyor, ilerleme ibresinin tam tersine… Ölüm bir hırsız gibi (o uygunsuz zamanda) kapımızı çalmaya devam ediyor eskiden olduğu gibi… (Belki daha fazla) Her şeyi icat etme çılgını olan bizler, Peter Handke’nin dediği yavaşlık tanrısını neden icat etmedik ki? Nedir bu acelecilik? Hızla gittiğimizde sona daha hızla varmaz mıyız? Bir taraftan da Zerdüşt ”zamanında öl!” diyor bize. Ne demek bu? Hiç zamanını yaşayamamış olan zamanında nasıl ölebilir ki? Zamanın sonsuzluğunu düşündüğümüzde… İnsan ömrü zaten çok kısa değil mi? Bu kısacık zaman diliminde hem yaşayıp hem de doğru zamanda nasıl öleceğiz?

“Hayatımızın bütün soruları, biz yaşadıkça arkamızda bıraktıklarımızı görmemizi engelleyen bir çalı yığını gibi değil mi?“ diye soruyor Walter Benjamin. Yaşamın nihai anlamı her birimizin bilgisi ve inancının elverdiği ölçüde en iyi şekilde gerçekleştirilip gerçekleştirilmediğine bağlıdır oysa. Yaşadığımız tüm deneyimlerimiz… Bize yol gösterecek olanlar onlar değil mi? Ama Benjamin arkada bıraktığımız tüm o yığınları kaldırmak bir yana seyretmeyi bile aklımıza getirmediğimizi söylüyor. “…Onu arkada bırakıp ilerliyoruz. Gerçi belli bir uzaklıktan görülebiliyor ama bir gölge, giderek iç içe geçen bir bilmece gibi, belli belirsiz…”

Bizim kahramanı olduğumuz bir anlatı yaşam… Ama Chul Han, olayların sayılıp dökülmesinin otomatik sonucu olmamalı bu diyor. Olayları uzun bir liste olarak sıralamak ortaya ilginç bir öykünün çıkmasını sağlamaz çünkü. Anlatı anlamını o olayların sentezine borçludur. Yaşadığımız her vaktin kendi kokusu vardır. O kokuları içimize çektiğimiz ömür… İşte anlamlı olan budur ona göre. Zamana ihtiyacımız var. Ve onu kullanmak istiyoruz. Doğum ile ölüm arasındaki o aralığı anlatıya dönüştürmek… Saatin sarkacında bir ileri bir geri giden o zamanı daha anlamlı kılmak için… Diğer taraftan çok kısa bir anlatının da çok çekici olabileceğini söylüyor Chul Han. Kısa bir hayatında vaadi yerine getirilmiş bir yaşam idealine ulaşılabileceğini. Tüm mesele bize tanımlanan zamanın içini hakkıyla doldurmak…

   Hayat tercihlerimizden ibaretse eğer… (Tam bir klişe…) Neden düşünmeden sorgulamadan yön veriyoruz biricik olan hayatımıza peki? Yaşamın anlamını (eğer böyle bir şey varsa) ölümün eşiğine gelmeden neden anlayamıyoruz? Geçip giden ömre neden elimizden kayıp gidince hayıflanıyoruz? Hep bir şikâyet haliyle mutsuzluk ağlarını örerken kozadan çıkıp zamanın kokusunu neden yeniden içimize çekemiyoruz? Koşuşturmanın içinde tüm ıskalayıp geçtiklerimiz… Yarım kalmışlık duygumuz… Her şeyi alt etme dürtüsüyle hareket etiğimiz yeryüzü… Keşkelerle ördüğümüz yaşamın içinde ki debelenmelerimiz… Geçmişi değiştirmenin imkânsız olduğunu henüz gerçekleşmemiş olan bir şey üzerinde de etki sağlamamızın mümkün olmadığını bildiğimiz halde… Neden bugünkü zamanın kokusunu içimize çekemiyoruz?

   Bir sinema filmi binlerce bağımsız görüntüden oluşur. Bunların her biri bir şey ifade eder ve bir anlam taşır. Tam bir anlam için filmin tamamını görmek gerekir oysa. Biz geçmişten bugüne birçok sona tanıklık etmedik mi? Auschwitz’den bu yana insanın ne yapabileceğini, Hiroşima’dan bu yana da neyin tehlikede olduğunu bildiğimiz halde; onca yaşanmış deneyimlerimize rağmen hala aynı hataların tekrarlarını neden yapıyoruz? Tarih tekerrür eder sözünü doğrulamak istercesine… Yaşam tüm o telaş ve huzursuzluğu etrafında akarken sürekli kendimizi tekrarlamakla neden meşgulüz?

   “Huzur eksikliğinden dolayı uygarlığımız yeni bir barbarlığa doğru gidiyor. Aktif, yani huzursuz insanlar hiçbir çağda bu kadar revaçta değildi. Dolayısıyla, tefekkür unsurunu büyük ölçüde güçlendirmek için insanlığın karakterinde zorunlu değişiklikleri yapmak gerekir.” diyor Nietzsche. Sanki bugünü görmüş gibi… Haydi, o zaman… Huzurun sevginin ördüğü anlatıları yaratalım. Derin bir nefes alıp…  Kokusunu içimize çekelim… Elimizden kayıp gitmeden ZAMANın…

Ne kadar uzakta

Saatin bir ileri geri vuran sarkacı

Durduğunda duyarsın ancak: ilerler ve ilerlemiştir ve ilerlemez artık.

Günün geç vaktinde, saat

Yakınlaştığı sonsuzluktan zuhur eden

Zamanın solgun bir izidir sadece

Heidegger/ Zaman

Byung-Chul Han, Zamanın Kokusu, Metis Yayınları

Viktor E Frankl, İnsanın Anlam Arayışı, Okuyonus Yayınları

https://eutopiainstitute.org/2014/06/thought-is-the-courage-of-hopelessness-an-interview-with-philosopher-

edebiyathaber.net (27 Aralık 2021)

Yorum yapın