Yaşayan bir otobiyografi | Havanur Taflan

Eylül 7, 2021

Yaşayan bir otobiyografi | Havanur Taflan

Mutluluk varken geçmişte hiçbir şey olmamış gibi gelir insana… Yalnızca şimdiki zaman vardır o an. Ama geçmiş… Bir türlü bırakmaz insanın peşini… Hele bir de hesaplaşılmamışsa… Belleklerimizin derinliklerinde patlamayı bekler bir volkan gibi… Sadece küçük bir an, bir fotoğraf… Gün yüzüne çıkması için yeterlidir. Geçmişin bir bakıma itirafları olan otobiyografilere ne demeli… Bazı yazarları otobiyografilerini yazmaya iten şey nedir peki? Nietzsche’ye göre yazarların itirafları; ‘istemsiz bilinçdışı hatırattır.’ “…Sanırım edebiyat tutkum en başından beri dışlanmış ve küçümsenmiş olma hisleriyle birlikte ilerledi. Geçmişimle ilgili tüm bilgileri veriyorum, çünkü bir yazarın dürtülerinin ilk gelişimine dair bir şeyler bilinmeden değerlendirilebileceğine inanmıyorum” der Orwell. İngiliz romancı, oyun yazarı ve şair olan Deborah Levy’i otobiyografisini yazmaya iten neden de budur belki…   

Yazarın deyimiyle yaşayan bir otobiyografidir Bilmek İstemediğim Şeyler kitabı. Farklı bir anlatım tarzıyla kaleme aldığı eseri aynı zamanda neden yazar olduğu sorusuna bir yanıttır. Kendi ifadesiyle George Orwell’in 1946 tarihli “Neden Yazıyorum” başlıklı makalesine feminist bir yanıt…

“Sözcüklerin bir araya gelişi beni rahatsız ediyordu. Sanki dilimin altında üç küçük çakıl taşıyla dolaşıyordum. Her nedense çakıl taşlarını çıkarmak istemiyordum. Düşüncelerimi kafamın içinden değil yüksek sesle söylemem istenmişti benden, ama ben yazmaya karar verdim. Kalemden çıkıp kâğıda geçen şeyler aşağı yukarı bilmek istemediğim her şeydi…” Güney Afrika’dan İngiltere’ye uzanan çocukluk ve ilk gençlik yıllarında kendini ifade etme arayışına bulduğu çözümdür yazmak. Ama nereden başlayacağını bir türlü bilemez. “…Yazar olmak için, yüksek sesle konuşmayı, biraz daha yüksek sesle ve sonra daha yüksek sesle ve sonra hiç yüksek olmayan kendi sesimle konuşmayı öğrenmem gerekti.” Yüksek sesle konuşmak bağırmak değildir. Bir arzuyu dile getirmenin gerektiği duygusudur Levy’e göre. “Bir şey dilerken her zaman çekiniriz. Çekinmek duraksamakla aynı şey değildir. Bu arzuyu yenme girişimidir sadece… Ama bu arzuyu yakalamaya ve onu dile dökmeye hazır olduğumuz zaman fısıldasak bile duyulur.“ 

“… Bir karar verdim yürüyen merdivenler beni istemediğim yerlere götüren bir sisteme dönüştüyse neden ben de beni gerçekten istediğim yere götüren bir uçakta yer ayırtmıyordum?” Bu düşüncelerle boğuşurken Mallorca’ya onu geçmişine götürecek olan bir uçakta bulur kendini. Ama uçak kalkarken yerle gök arasında sıkışıp kalmanın bir bakıma yürüyen merdivenlerde olmaya benzediğini fark eder. Her nerede olursak olalım geçmiş her zaman bizimle değil midir zaten.

Güney Afrika’da geçirdiği çocukluğundan, babasının hapse atılmasıyla değişen hayatına, anneliğine, yazarlık serüvenine doğru bir yolculuktur kitabı. Babalık, annelik, öteki olma, ırkçılık gibi zor konuların yarattığı acı izleri ve onu yazmaya iten nedenleri bilinçaltının dehlizlerinden çıkarır birer birer… Barbie bebeklerinin o mavi gözlerine sahip olmak istediğini söyler çocukluğunda… Toni Morrison’un En Mavi Göz romanına atıf yapar sanki…  “…İçinde hiçbir giz barındırmayan gözlerim olsun isterdim, çünkü gizlenecek hiçbir şey olmamalıydı.” Kardan adam yaptıkları bir akşam babasının tutuklanması, sabah kardan adamın da babası gibi yok olmasının onda yarattığı travma… Bu yüzden ‘kardan adam nedir?’ diye sorar okuruna. ‘Çocukların evden izlemek için yaptıkları yuvarlak baba figürüdür kardan adam. Ağırdır, özlüdür, ama aynı zamanda temelsiz, dayanaksız ve düşsel…’ Tıpkı yaşamın kendisi gibi…

Kadınlar bir bilinmezliğin içinde yaşamışlardır tarih boyunca… Hala değişmeyen bir yazgıdır bu… “Bir kadının gerçekten ne istediğini asla bilemezsiniz çünkü ona her zaman ne istediği söylenmektedir.” der Levy. Annelikle birlikte kadının yaşadığı çelişkiyi ise; “…Doğurmadan önce olduğumuz kadın tarafından kovalanıyorduk. Onunla nasıl baş edeceğimizi, özgür kadınla nasıl baş edeceğimizi bilmiyorduk. Onu yanıtlamaya çalışıyorduk. Yalnızca çocuk edinen bir takım kadınlar olmadığımızı, tam olarak anlayamadığımız bir başkasına dönüştüğümüzü açıklayacak dili bilmiyorduk.” diye anlatır.

Sosyal sistemin düşündüğü ve siyasallaştırdığı anneliğin bir aldatmaca olduğunu ve dünyanın bu aldatmacayı anneden daha çok sevdiğini söyler. Kadınların dünyanın üzerlerine ördüğü bu aldatma örtüsünü kaldırmamalarının nedeni belki de korkmalarıdır. “…Erkek dünyası ve onun politik düzenlemeleri (hiçbir zaman kadının ve çocuğun yanında olmayan) bizim bebeklerimize duyduğumuz tutkuyu kıskanıyorlardı. Sevgi içeren her şey gibi, çocuklarımız bizi büyük ölçüde mutlu ediyordu. Ama aynı zamanda perişan… Ama asla yirmi birinci yüzyılın yeni ataerkilliğinin bize hissettirdiği kadar perişan değil… Bizden edilgen ama hırslı anaç ama erotik enerjiyle yüklü, özverili ama doyumlu olmamızı bekliyorlardı. Güçlü modern kadınlık… Her zaman her şey için kendimizi suçluyorsak da gerçekte neyi yanlış yaptığımızdan emin değildik.” Amerikalı şair Adrienne’e göre ise; “…Erkek bilinciyle yönetilen kurumlarda hiçbir kadın gerçekten oraya ait olamaz.” Anneliğin erkek bilinciyle yönetilen bir kurum olduğunu anladığında ise her şey değişir hayatında. Bu erkek bilinci erkek bilinçsizliğidir çünkü.

Somut Yaşam adlı kitabında Marguerite Duras kadının yarattığı evin bir ütopya olduğunu yazar.  “…Başka türlüsü elinden gelmez. En yakınlarını, en sevdiklerini mutluluğun kendisine değil mutluluk arayışına yöneltme çabasını engelleyemez.” Levy’e göre kadınlarla ilgili tüm gerçekliği Duras’tan başka hiç kimse bu kadar cesurca söyleyemez. Ne bir feminist kuram ne de düşünce… Orwell saf egoizmin bir yazar için gerekli olduğunu söylerken kadın yazarların saf egoizmini düşünmüş müdür? Kadın yazar için bu egoya sahip olmak kolay mıdır? “…Zira en kirli kadın yazarın bile direngen bir ego edinebilmek için mesai yapması gerekir.” Duras’ın bu büyük egosu kadınlık hakkındaki aldatmacaları ezmesini kolaylaştırmıştır. “…Onun güçlükle edindiği egosunun benimle konuştuğunu işitiyorum, benimle, benimle…” 

Bu dünyada kadın olmak bu kadar zorken bir de kadın yazar olabilmenin zorluğu… Levy’e göre bir kadın yazar yaşamını net bir biçimde hissetmeyi kaldıramaz. Eğer hissederse de sakin kafayla yazması gerekirken öfkeyle yazar. Tıpkı Wolf’un dediği gibi… “…akıllıca yazması gerekirken budalaca yazar. Yarattığı karakterleri yazacağına kendisini yazar. Kendi yaşantısıyla savaştadır çünkü.” Bu yüzden hem kadın yazar hem de kurgusundaki kadın kahramanı sosyal sistemin onu oluşturmak için bir araya getirdiği o aldatmacalarının dilini çözmek zorundadır.

Yaşamda nereden başlayacağımızı ya da nerede duracağımızı bilmek… Hangisi daha önemlidir? Birlikte yaşamaya dayanamadığımız, bilmek istemediğimiz tüm o aldatmacalar… Bunlarla nasıl baş edeceğiz? Her şeyi olduğu gibi kabullenmeli miyiz? “…Kabullenişe doğru giden yola bilet alsam, onu selamlayıp elini sıksam, parmağımı kabullenişin parmağına dolasam, her gün kabullenişle el ele yürüsem, bu nasıl bir duygu olurdu?” 

Bilmek istemediği şeyler… Hayatın tüm aldatmacaları, hatırlanmak istenmeyen hatıralar… Mallorca’da çaresizlik içinde bir çıkış ararken bir kez daha varmak istediği yerin sadece yazarak yarattığı o büyülü dünya olduğunu anlayacaktır. Tıpkı Sylvia Plath, Wolf, Duras, Beauvoir, George Sand (Amandine Aurore Lucile Dupin) gibi… 

Orwell kitap yazmaya başladığında, bir sanat eseri üreteceğim demez kendine. Sadece yazmak ister. Çünkü tek derdi ortaya çıkarmak istediği bir yalan, dikkat çekmek istediği bir olgu ve başlangıçtaki kaygısının sesini duyurmaktır. Ya kadın yazarlar… Onların da istediği bu değil midir? Kadın yazarları yazmaya iten dürtünün erkeklerden farkı var mıdır ki… 

Dünyanın onlara ördüğü aldatma örtüsü yüzünden hemen göremeseler de varılacak olan o yeri… Erkekler(…) gibi öznesi olmak isterler yaşamın… Hem de inadına…

Kaynaklar:

https://www.newstatesman.com/culture/fiction/2021/05/deborah-levy-and-domest

Deborah Levy, Bilmek İstemediğim Şeyler, Everest Yayınları.

George Orwell, Neden Yazıyorum, Sel Yayınları.

Belleğin ışığıdır bu, soğuk ve gezegensi

Siyahtır belleğin ağaçları. Mavidir ışık.

Sanki Tanrı’yım da, gamlarını boşaltır çimenler ayaklarıma

İğneler ayak bileklerimi ve mırıldanır tevazularını

Buharlı, manevi sisler yaşar bu yerde.

Bir dizi mezar taşı var evimle arasında.

Göremem hemencecik nereye varılacağını.

Sylvia Plath, Ay ve Porsukağacı

Havanur Taflan – edebiyathaber.net (7 Eylül 2021)

Yorum yapın