
Söyleşi: Yalçın Sinanoğlu
Üzeyir Karahasanoğlu, ilk kitabı Geçmişi Beklemek’le 2022 yılı Sennur Sezer Emek ve Direniş Öykü Ödülü’nü kazanarak edebiyat camiasının dikkatini çekmişti. Bu ödül, onun öykücülükteki yetkinliğini, anlatısının gücünü bir kez daha vurgulayan bir başarıydı. “Bir kez daha” diyorum, zira yazmadığı dergi yok gibiydi. 2019’dan beri büyük gayretlerle Zonguldak’ta çıkan Altıyedi dergisinin editörlüğünü yapması da cabası. Tüm bunların peşine 2024’ün sonlarında Gece Hep Gece romanını yayımlayınca öyküdeki başarısını romanıyla başka bir seviyeye çıkardığını, rüştünü bir kez daha kanıtladığını düşünüyorum. Evet, bu düşüncelerle bir araya geldik Üzeyir Karahasanoğlu’yla.
İyi edebiyatın peşinde koşturan biriyim ve iyi edebiyat eserinin birtakım izler bıraktığına inanırım. Bu bağlamda şunu sormak istiyorum: Bir edebiyat eserinin gayesi bir şey öğretmek olamayacağına göre Gece Hep Gece ile okuruna nasıl bir iyilik yapıyorsun?
Edebiyatın kendisi bir iyilik değil mi zaten? Her vesilede andığım Metin Altıok’un “Şiir insanları sevmeye yarar,” savını, edebiyatın geneli adına kullanıyorum ben. “Edebiyat, insanları sevmeye yarar!” diyorum. Buna inanıyorum da. Tabii bizim gibi az okuyan, çok konuşan toplumlarda edebiyattan, sanattan beklenenler hiç bitmez. Sanırsın sanatçı, elindeki sihirli değneği kullanmaktan imtina ediyor. Lisedeyken ben de böyle okur, okuduklarımdan şifa umar, varlığıma anlam yüklemeye çalışırdım. İşe yaradı mı, iyi insan olabildim mi bilmiyorum ama edebiyat metinleriyle sorumluluk duymayı, hatırşinaslığı öğrendiğim kesindir. Keşke her okur bu erdemleri kazanabilse!
Gece Hep Gece, Mütareke Dönemi’ni anlatan bir roman olduğu için okur dolaylı da olsa bir şeyler öğrenecek elbet. Tabii benim amacım, okura tarih bilinci vermek filan değil, dahası bu haddim de değil, hakkım da. Aksine sanat kaygısı güden her edebiyatçı gibi ben de okurun metnim sayesinde güzellik ihtiyacını doyurabilmesini önemsiyorum. Özellikle dil ve anlatım bahsinde özel bir eser sunduğumu düşünüyorum.
Öyküyle başlayıp romana geçenlerdensin. Öyküye paydos mu?
Orhan Kemal, öyküden romana geçerken “Hikâye bende romana geçişte bir aşama oldu” demiş. Demiş ama öyküyü terk edememiş. Hatta bu sözünü çürütürcesine defaatle öyküler yazmış.
Benim de öyküye paydos ettiğim yok yahut tersten söylersem, kendimi tamamen romana adamış da değilim. Hâlâ öyküler yazıyorum. Evet, kafamda dönüp duran bir roman, bilgisayarımda epeyi bitmiş bir başka roman da var. Sözün özü öyküyle romanı farklı seviyeler ya da düşman kardeşler gibi görmüyorum. Hatta günümüzde türler arasındaki ayrımların giderek kapandığına inananlardanım. Örneğin oyun yazmaya da kalktım, denemeye yazmaya da. O halde “paydos” demek, “yazamamak” demek kanımca.

Bir tarihsel roman yazmak, tamamen kurmaca roman yazmaktan daha mı zor?
Yalçın, öncelikle “tarihsel/tarihi roman” kavramından hoşlanmadığımı peşinen söyleyeyim. Öyle ki “tarihsel roman”, sadece tarihi gerçekleri anlatan, sanki kurgudan hiç yararlanmayan romanmış gibi hissettiriyor. Bir çeşit “belge roman” gibi yani. Gerçek olaylara, tanıklara, tarihi belgelere, bulgulara dayalı bir roman türü çağrışımı yapmıyor mu? Bunun yerine “dönem romanı” diyorum ben. Böylece tarihsel gerçeklerle kurguyu değişen oranlarda harmanlayabiliyorum.
Senin dediğin gibi salt kurmaca bir roman yazmanın bilinmez nice zorluğu çıkabilir fakat ikisini, gerçeğe ve kurguya bakışları üzerinden karşılaştırmak istemem. Elbette dönem romanı yazmanın çeşitli zorlukları var, bizzat yaşadım da. Kimi yazarlara ardına kadar açılan o büyük kapılar, bana açılmadı mesela. İmkânlarım daha kısıtlı olduğundan bulduğum her kaynağa sarıldım ben de. Kitapçılardan çıkmadım bir süre, sahaflarda taramalar yaptım, makaleleri didik didik ettim. Her kaynağı ciddiyetle, özenle gözden geçirdim, defterlerce not aldım, ulaşabildiğim her şeyi okudum. Yine de şu zordur, şu kolaydır demek istemem.
Neden İstanbul’un Mütareke Dönemi’ni anlattın da Anadolu’nun Kurtuluş Savaşı’nı anlatmadın?
Aslında başta bir Kurtuluş Savaşı, bir Kuva-yı Milliye romanı yazmak istiyordum ama okudukça söylenecek yeni bir şeyin pek de mümkün olmadığını gördüm. Tamam, vefa duyduğum ve mutlaka yazmak istediğim bir dönemdi ancak bunu tekrara düşerek sağlayamazdım. Kimsenin ayak izlerine basmak istemem. Sonra sonra mücadelenin deniz savaşları yönüne eğildim. Kuzeye, Karadeniz limanlarına, Sovyet Rusya’dan yapılan silah ve mühimmat sevklerine yoğunlaştıkça Beyaz Rusların hikâyelerine rastlamaya başladım. Yeterince işlenmemiş, beni büyüleyen hikâyeleriyle muazzam insanlardı. Dolayısıyla arka planda Kurtuluş Savaşı’nın deniz savaşlarının anlatıldığı bir Mütareke Dönemi romanı yazmaya karar verdim.
Ancak Gece Hep Gece’yi resmi tarihin kalıplarından kurtarmadan yazamazdım. Sodom ve Gomore’yi, bilhassa Esir Şehrin İnsanları’nı çok severim ama benim romanım, bir devletin ya da bir milletin tarihine yaslanan bir roman olamazdı. Başta ben öyle bir yazar değilim zaten. Dahası öyle kaotik bir hava hâkimdi ki İstanbul’da, her tarafa mensup kişiler bulunurdu. Kafalar karışık, duygular karışık… Dolayısıyla insanın kişisel tarihine odaklanan bir roman yazmayı amaçladım. Bu nedenle hamasete, yönlendirmelere kesinlikle kulak asmadım. Hikâyeme ne Türk tarihi ne Rus tarihi diye baktım. Yoksa arzu ettiğim atmosferi de oluşturamazdım. Neticede insana baktım, kişilerime eğildim. Çilelerine, fedakârlıklarına yoğunlaştım.
Bu sorunun cevabını ben biliyorum ama seni tanımayanların bilmesi için soruyorum: Neden bir Mekteb-i Sultani, yani Galatasaray Lisesi, romanı? Bir taraftarlık bağın var mı?
Böyle çetrefil bir döneme futbol topundan, ofsayt çizgisinden, penaltı noktasından bakmak sorumsuzca oldurdu, Yalçın. Bir kere Mekteb-i Sultani, yani günümüzün Galatasaray Lisesi, İstanbul’un tam kalbinde, işgal ordularının iştah kabarttığı bir konumda bulunuyordu. Buna rağmen öyle bir okul ki orası, asla eğitimden taviz verilmedi. İdarecileriyle, hocalarıyla, öğrencileriyle her koldan bir fedakârlık yarışına girişilmişti sanki. Düşün, sürekli işgal tehdidiyle karşı karşıya olan ama Osmanlı’nın dahi gösteremediği kimi tepkileri gösteren bir irfan ocağından bahsediyoruz. Türlü baskıya, yıldırmaya rağmen karakol ve postaneyle beraber Türk bayrağını indirmeyen yegâne kurum aynı zamanda. Tevfik Fikret ise hem okulun hem yenileşen şiirimizin ruhu. Özetle dönemi anlatırken bunlardan bahsetmemek, cansız bir roman doğurmak olurdu! Ondan sonra top kale çizgisini geçmiş, geçmemiş ne kıymeti kalırdı?
Romanda öğretmen Haluk ne kadar temkinliyse öğrenciler o kadar tutkulu. Kitaptaki Haluk’un da bir öğretmen hem de bir edebiyat öğretmeni olması hasebiyle Haluk’la ne kadar benzeştiğini söyler misin?
Bazı duygularla düşüncelerin zamansız olduğuna inanırım. Bu hisle yazdım o bölümleri ve iddia ediyorum, gelecekte okuyanlar bazı şeylerin hiç değişmediğini görecekler!
Evet Haluk, sıradan bir öğretmen, bir aydın, bir âşık değil. Dahası bir roman tipi de değil Haluk. Sürekli bocalayan, aklı ile kalbi arasında kalmış, gelgitli bir karakter o. İstanbul’un rezilliğine anbean tanık olan, öğrencileri Anadolu’da verilen mücadeleyle yanıp tutuşurken bir türlü adım atamayan biri. İyi kötü işine gidebilen, parasını kazanabilen, âşık olabilen, gezip dolaşabilen biri. Hayatına, konfor alanına dokunulmadığından böyle tabii. Diğer tabiriyle bıçak kemiğe dayanmamış henüz. Âşık olunca dahi kendisine biçilen rolün dışına çıkamaması da bundan. Ezcümle Gece Hep Gece, bir karakterin dönüşümünü izlek edinmiş bir roman aynı zamanda.
Haluk’a bir ben değil, hepimiz benziyoruz. Zor dönemlerde yaşamış -ki aksi pek de mümkün değil bizde- her aydının biraz Haluk olduğunu düşünüyorum. Bu bağlamda Gece Hep Gece’nin aydına bakışı, ezbere bilinen Yaban’dan da, Ziya Gökalp’in “Halka Doğru” düsturundan da kesinkes farklı. Bir defa peşinen atadığımız “aydın” kavramının içini doldurmamız gerek.
Yazarlığına dair bir hedefin var mı? Şu kadar kitap yayımlamak, şu ödülleri kazanmak…
Attığım taş ürküttüğüm kurbağa değer mi meçhul ama nitelikli bir esere sahip olmak, hayırlı evlat sahibi olmak gibi. Nasıl ki insan yaş aldıkça arkasında duran kişilere bakar, ben de bir vakit sonra arkamda bıraktığım kitaplarla anılmak isterim. Dahası kitaplarımla yol yürüyen okurlarım çoğaldıkça ben de çoğalıyorum. Ödüllere bakışım da bu pencereden. Her ödül, yeni okurlarla tanışmaya vesile değil mi?
Asıl arzum, adımın geçmediği metinlerde, edebiyat okurlarına “İşte, bu bir Üzeyir Karahasanoğlu cümlesi!” dedirtebilmek. Bunu her şeyden çok isterim! Geçmişi Beklemek’te böyleydi, Gece Hep Gece’de de böyle. Öyle ki dil, benim imzam, yaza yaza geldiğim yer. Aynı zamanda varmak istediğim tamamen bana ait bir hayal noktası.
Basılmayı bekleyen bir dosyan var mı?
Var bir şeyler… Epey çoğaldı öyküler. Sanırım önce bir öykü dosyasıyla görünürüm, sonra kafamda dönüp duran şu romanı yazmam gerek. Bir öykü, bir roman sırası harika geliyor kulağıma. Aralara bir de deneme, oyun serpiştirebilsem daha ne isterim? Gönlümden geçen böyle; hayat ne getirir bilinmez.
edebiyathaber.net (15 Mayıs 2025)