Çağdaş Küçük: “Yazmanın bir yetenek işi olduğuna fazlasıyla inanıyorum.”

Nisan 24, 2023

Çağdaş Küçük: “Yazmanın bir yetenek işi olduğuna fazlasıyla inanıyorum.”

Söyleşi: Yavuz Yavuzer

Çağdaş Küçük’le ilk kitabı Yarın FM’e ve yazarın edebiyat dünyasına dair konuştuk.

Yarın FM’in yayınlanma sürecinde neler deneyimlediniz? Özellikle “ilk kitap heyecanınızı” paylaşabilir misiniz?

Biraz öncesinden alırsam, dosyayı tamamlamamla kitabı elime alışım arasında geçen süre iki yıl. Dosyayı yayınevlerine gönderdikten sonra; geç yanıt veren, olumsuz dönüş yapan ve hiç cevap vermeyen yayınevleriyle de karşılaştım. Tabii ben öncesinde kendimce bir sıralama yapmıştım. Öncelik verdiklerim ve ikinci öncelik verdiklerim gibi bir sıralama. Normalde dosya kabul eden yayınevleri, o tarihlerde dosya almamaya başlamışlardı. Sanırım bu durum, o dönemlerde yaşanan kağıt krizinden de kaynaklanıyordu. Açıkçası ben de çıkmaza girmiştim ve galiba olmayacak deyip dosyayı bir kenara koymuştum artık. Aslında kafamda yazmayı planladığım bir roman vardı ve artık buraya odaklanmıştım. İşin ilginç tarafı romanı tamamladığım dönemde Epona’dan bir mail aldım. Aradan neredeyse bir yıl gibi bir zaman geçmişti. Editöryal bir değişiklik nedeniyle gecikmeli olarak dönüş yaptıklarını ilettiler. Gelen mailde, dosyama pozitif baktıkları ve telefon numaramı paylaşırsam görüşmek istedikleri yazıyordu. Aynı günün akşamında Sedat Demir’le kısa bir görüşme yaptık. Sonra da beni, editörüm Fazlı Gök’le tanıştırdı. Bu iletişimden sonra her şey çok hızlı ilerledi. Ağustos ortasında haber almıştım, Ocak ayında da kitap basılmıştı. 

Kitabın basılı halini görmek ne hissettirdi size?

Editörümle de bu duyguyu paylaştım. Kitabı elime aldığımda, beni daha mutlu bir insana dönüştürdü. Çünkü benim dosyaya sonsuz bir inancım vardı. Tabii ki herkesin dosyasına inancı vardır ama açıkçası “şansımı deneyeyim” demedim ya da bu düşünceyle dosyamı göndermedim. Gerçekten yazdıklarıma ve bunları anlatma tarzıma güveniyordum. Ve tabii çok sevindim, çok  mutlu oldum. Bu, uzun zamandır beklediğim bir şeydi. 

Editörünüz Fazlı Gök de bir taraftan ödüllü bir öykücü. Böyle bir editörle çalışmanın size katkıları ya da sizi zorlayan yönleri neler oldu?

Aslında kolaydı, bana ciddi bir konfor sağladı. Öykücü olmasının bana avantajı olup olmadığından tam emin değilim ama benim yazarken göremediğim hataları, eksiklikleri ya da fazlalıkları dış bir göz olarak fark etti. Bana da rahat çalıştığı bir dosya olduğuna dair geribildirim de vermişti. Metindeki tekrarlar konusunda katkı sağladı. Güzel bir iletişim kurduk ve bu durum gerçekten özellikle yazarın kendini rahat hissetmesi açısından oldukça kıymetli. Birbirimize inanmıştık. Yani iki taraf da birbirini dinliyor, anlıyor ve rahatlıkla eleştirebiliyordu.

Aslında kendi öncelik sıranıza göre dosyayı göndermeye başladınız ve bu önemli süreç Epona’nın kitabı yayınlamasıyla tamamlanmış oldu. Yazar için kitabın, ilk sıralarda adı geçen yayınevlerinden yayınlanması ne ifade eder?  Bu durumun avantaj ya da dezavantajları neler olur?

Büyük yayınevlerinden çıkmış olmanızın bazı avantajları elbette vardır. Kitabın tanıtımı, fuarlara katılımınız, kitabevlerinde kitabınızın görünür olması gibi faktörler bakımından yayınevinin güçlü olması oldukça önemli. Bunu herkes tercih eder, çok normal. Tabii butik yayınevlerinin yazarıyla yükselmeyi isteyeceğini ve yazarını ön plana çıkarabileceği fikri de var.

Bu, yazarın lehine bir durum ama yeni ve ekonomik kaygıları, güçlükleri olan bir yayınevinin size ayıracağı zaman ve bütçe de bazen çok sınırlı olabilir. Mesela fuarlara katılmanız çok güç olabilir. Fuarda olmak okurla buluşmak adına elbette önemlidir ama iyi yazılmış bir eser, fuar olmadan da okuyucusunu bulacaktır.

Yazarlar ve kitaplar açısından düşünecek olursak, daha çok kimler besliyor sizi, kimleri okuyorsunuz?

Orhan Pamuk’un özellikle ilk dönem romanlarını çok beğeniyorum. Kemal Tahir’i, Yaşar Kemal’i, Adalet Ağaoğlu’nun romanlarını çok severim. Aynı zamanda sıkı bir Fethi Naci hayranıyımdır. Edebiyata dair eleştirileri, onun günlükleri ve yazıları başucu kitaplarımdır. Edebiyat kuramlarıyla ilgili kitapları okumayı hem severim hem de bir metni kötü gösteren unsurların fark edilmesi bakımından da önemli bulurum. 

Tabii lise ve üniversite dönemlerimde çok fazla klasik okumuştum. Rus ve Fransız klasikleri mutlaka okunmalı bence. Mesela Stendhal’ın Kızıl ile Kara’sı benim bir numaralı romanımdır. En beğendiğiniz roman hangisidir diye sorsanız, onu söyleyebilirim. İngiliz Edebiyatından Iris Murdoch var. Deniz Deniz adlı romanı var, örneğin onu sırf ironisi için bile okuyabilirim. Bir de aklıma gelen Patricia Highsmith’in Yetenekli Bay Ripley’i var mesela. Bu roman, bence bir roman nasıl olmalı sorusunun yanıtını da veriyor okura. Hiçbir şey sırıtmıyor, her şey yerli yerinde. Bu nasıl başardığını bilmiyorum ya da bunu yakalamak zor ama ben bunun bir yetenek işi olduğuna fazlasıyla inanıyorum. Ama bu yazarlar yeteneğin yanı sıra, iyi bir metni yazmak için teknik olarak da çok uğraşıyorlar. Yani bir mühendis kafasıyla başarabiliyorlar. Şimdilerde Julian Barnes’ın eserlerini okuyorum, onu çok beğeniyorum. 

Kimleri ve neleri okuduğunuzu aslında çok da iştahlı anlattınız. Anlattıklarınızdan da yol çıkarak rahatlıkla söyleyebilirim ki gerçekten okur olmak çok keyifli. Bir taraftan birilerini keşfediyorsunuz ve yeni okumalar ediniyorsunuz kendi adınıza. Okumak çok konforlu bir alanken, sizi yazıya, yazmaya iten şey ne oldu? 

Spor üzerine yazılar yazıyordum. 2008 ya da 2010 yıllarında blog yazmak çok keyifli ve yaygındı. Özellikle sporda da çok fazla blog yazarı vardı. Bir de o dönem Twitter da yoktu, insanlar birbirleriyle blog aracılığıyla iletişim kuruyordu. Ben de bir yazayım ve yazdıklarımı blogta yayınlayayım dedim. Tabii sadece yakın çevreniz okuyor en başta ama ben sanki daha başka şeyler istiyor gibiydim. Spor yazarlarını da çok sık okurdum. Sporda başarı ve başarısızlık hikayeleri var ve bunları düşünmek, yasmak beni oldukça motive ediyordu. 

O dönem, Toprak Saha vardı. Başta İlhan Özgen olmak üzere spor yayıncılığı özelinde önemli kişilerle tanışma fırsatım oldu. Çekirdek kadroları hali hazırda vardı ama benim avantajım da şuydu: Onların videolardan izlediği maçları ben canlı izlemiştim. Aynı zamanda yazma tutukum da vardı. Sosyal medyanın olanaklarıyla ilhan Özgen ile iletişim kurdum. Bir yazımın Toprak Saha’da yayınlanmasını çok isterim dedim ve birkaç tane de örnek yazı gönderdim. Sonra o da sağ olsun naiflik, kibarlık gösterdi – ki gerçekten de öyledir – bir yazınızı yayınlamayı biz de çok isteriz dedi. Hiç unutmuyorum iki ay sonra benden; futbolun 10 numaralarıyla ilgili bir yazı istedi. Havalara uçtum, hemen yazıyı yazdım gönderdim. Onlar da beğenmişler, tamam dediler. İlk olarak yazmanın tatminini böyle yaşamıştım. Sonra sonra, spor olayını hikayeleştirerek anlatma fikrine tutundum ve çok keyif almaya başladım.

Böylelikle spor yazılarının dışında öykülere de başladım.  Çünkü kurmacada da yeni kişiler katılıyor aranıza, yeni yerler görüyorsunuz, hiç aklınızda olmayan bir şey düşüyor kağıda ya da aklınızda olanın tamamen dışına çıkabiliyorsunuz. Unuttuğunuz yerler geliyor aklınıza.

Damla Damla Günler öykünüzü konuşalım isterim. Çünkü burası başlı başına belki bir söyleşi konusu… Yazma sancısı var, çevremizin bize esin kaynağı olup olamaması var, dergilere gönderilen ama yayınlanamayan öyküler var, orada yazılanlarla kendi yazdıklarımızı kıyaslamalar var, atölyeler var. Damla Damla Günler, nasıl bir öykü?

Bu öyküyü okuyan çoğu kişi, “bu sensin” dedi. Az önce bahsetmiştim, bir atölyeye katılmıştım ve böyle bir fikir vardı aklımda. Öyküyle ilgilenen kişilerin yazma deneyimleri ya da yaşadığı zorluklar, bende hep bir taslak oluşturmuştu. Bir tarafta şehirde yaşamanın sonuçları var, diğer tarafta taşrada olup bitenler var. Bu açıdan bakıldığında kulağa güzel geliyor. Ben, Damla Damla Günler’de ironik bir şey çıkarayım istedim.Yani yazmaya çabalayan, kendi mevcut sınıfsal farklılığıyla yazmayı ilişkilendiren bir hiciv unsurunun önde olduğu bir öykü yazayım istedim ve öyle çıktı ortaya. Yazmaya çalışan ama sanki yazmak, sadece beyaz yakalıların ya da metropolde yaşayan üst tabaka insanların işiymiş gibi düşünen birini kafamda canlandırıp, bazı ironik unsurları da katarak o taşranın kendine özgü halini kaleme aldım. Ve bu öyküm, Varlık’ta yayınlanmıştı. Çok sevdiğim öyküler arasındadır benim de.

Bu öykünün şöyle bir hikayesi de var. Editörüm, kitabın kalın olabileceğinden ve birkaç öykü çıkarmamız gerektiğinden bahsetmişti. Aslında ben bu öykünün kalmasını istiyordum ve bu fikrime de sıcak baktı, olumlu karşıladı ve eksiltmeden kitaptaki yerini almış oldu.

Yarın FM’de aslında en çok ilgimi çeken öykü “Lüzumsuzsa Söndür” oldu. Onunla devam edelim. Okurken, gerçekten bir tiyatro izliyor gibi oldum. Bir kapı açılıyor Cem geliyor. Sonra başka bir kapı açılıyor ve Cevat geliyor. Farklı bir teknik olarak da aslında ilgimi çekti. Nasıl hazırladınız bu öyküyü ya da nasıl bir çıkış noktanız oldu? 

Aslında benim öykü yazma konusunda naçizane önerim, öykü yazacak kişinin hemen ben oturdum ve bir öykü yazdım dememesi gerekiyor. Bu benim için de geçerli. Çok iyi düşünülmesi ve tasarlanması gerekiyor. Ben hep şuna inanıyorum, bir öyküyle ilgili ne kadar düşünürsem, mutlaka önüme çok daha iyi seçenekler çıkıyor. Önce kafamda yazıyorum hikayeyi, bilgisayarın başına geçtiğimiz zaman tabii ki de işler değişebiliyor ve bazen ufak tefek değişiklikler yapabiliyorum. 

Örneğin; Lüzumsuzsa Söndür’de kriminal bir durum var. Kafamda şöyle bir plan vardı: Bir polis soruşturması olsun ve polisin karşısına sırayla insanlar otursun, sorgudan geçsin. Farklılıkları ve seçenekleri düşünürken, polise ne gerek var ki diye düşündüm ve ortaya böyle bir öykü çıktı. Bu nedenle, baştan çok iyi düşünülmeli, planlanmalı.

Peki uzun hazırlık ve plan sırasında bir otosansür uyguluyor musunuz kendinize? Yani bunu yazmayayım ya da bunun kenarından köşesinden geçeyim dediğiniz yerler oluyor mu?

Sonuçta kurmaca da olsa bir öykü içinde bir grubu ya da kişileri olumsuz gösterecek bir şey yazmış olmak istemem. En başta kırıcı olmak istemem. Mesela Lüzumsuzsa Söndür’de İngiliz lakaplı bir karakter vardı. Karakteristik olarak hikayenin geneline bakılırsa gerçekten kötü bir profil. Ama burada yazılanlar tabii ki bir grubun tamamına mal edilebilecek bir ithamı da içermiyor. Ama yine bir yanlış anlaşılma olur mu diye editörümle konuşmuştuk ve kalmasına karar verdik. Sonuç itibariyle tabii ki bazı konularda gereken hassassiyeti gözetiyorum ama birileri alınıp kırılır diye de kolay vazgeçmiyorum. 

Birçok edebi tür, birbirinden besleniyor. Romanların, öykülerin giriş sayfalarında şair ya da şiirlerden alıntılarla ya da tam tersi örneklerle karşılaşıyoruz. Diğer türler, sizi ne şekilde besliyor? Öyküde size cazip gelen şeyler neler oldu?

Önemli ölçüde romandan besleniyorum. Öykü yazmaya açıkçası ben pek gönüllü değildim. Çünkü okuma becerileri olarak öyküyle ilişkim çok iyi değildir benim. Öyküyü, bir romanla karşılaştırdığımda, o kadar da yoğunlaştığımı söyleyemem. Yani bazı şeyleri tam anlayamıyordum, tam oturtamıyordum. Ama tam anlamıyla romandan güç alıyordum.

Benim öyküyle olan ilişkim, ilk olarak spor yazıları, spor üzerine denemeler, makaleler kaleme almakla başladı ve dolayısıyla o spora dair meseleleri nasıl daha iyi yazarım diye düşünürken öykü seçeneği karşıma çıktı. Yani o anlatacağım meseleyi bir öykünün eksenine oturtarak yazmayı denedim. Ama bundan sonra yazacağım tür artık roman olacak. Bahsetmiştim, bitirdiğim bir romanım var ama Yarın FM çok yeni. Biraz zaman geçtikten sonra yayınlanmasıyla ilgili mutlaka görüşüyor oluruz. Roman yazma deneyimi benim için çok keyifli oldu. Öyküyü her seferinde kurmaya çalışmak gerçekten zorlu bir şeydi benim için. Romandaysa temelde, merkezde bir mesele var ve onun üzerine gidiyorsunuz. Öyküde konudan çok uzaklaşmamanız lazım ama roman size daha fazla seçenek sunabiliyor. Öyküde bir adanın içindesiniz. Siz o adada kalmak zorundasınız. Roman, o adanın limanına yanaşmış bir tekneyle açılmanıza olanak sağlıyor ama öyküde o tekneyi kullanamıyorsunuz. 

Peki atölyeler… Birçok yaratıcı yazarlık atölyesi var. Kendi yazma serüveninize nasıl bir etkisi oldu? 

Atölyeye katılmasaydım da ben tabii ki bu kitabı yazardım ama mutlaka katkısı oldu. Bir kere size bir motivasyon sağlaması anlamında bile faydası var. Yani etrafınızdaki insanlar, onlarla kurduğunuz iletişim; zorlandığınız, dara düştüğünüz, olmayacak galiba dediğiniz durumlarda sizin için itici bir güç oluyor. Atölyeler doğru metinlere kavuşmak ve o metinleri doğru yorumlamak adına da oldukça önemli. Bir kurmaca yazarının en çok üzerinde durması gereken şey, okuduğu metni doğru anlaması bence. Beğendiyse ya da beğenmediyse, bunu kendisine anlatabilmeli. Yani okudum geçtim, çok güzelmiş dememesi, nesnel olarak da o metinle ilgili iyi bir değerlendirme yapması lazım. Atölyede bunun bariz bir avantajı oluyor. 

Son sorum, Maradona mı yoksa köy takımındaki Sezai abi mi (kitabın son öyküsü Mektup’tan)?

Maradona!

edebiyathaber.net (24 Nisan 2023)

Yorum yapın