Uzaklarda bir kum fırtınası | Gönül Kıvılcım

Kasım 30, 2017

Uzaklarda bir kum fırtınası | Gönül Kıvılcım

Kaderi yenemeyen insan, insanın kendinden büyük bir güç karşısındaki aczi. Alın yazısını hayatın odağına yerleştiren Şark’tan uzaktayım. Rasyonel düşünceye ve insan iradesine her fırsatta göz kırpan, göz kırpmakla kalmayıp yarattığı arşivlerle, kütüphanelerle, iradenin altını dolduran, insanın kendi yolunu kendisinin çizdiğine yürekten inanan Garp’tayım. Masamda iki kitap, Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Yaşadığım Gibi’si ve Margaret Atwood’un Damızlık Kızın Öyküsü’nün İngilizcesi.

Huzur’la ve batının zamanını yakalamaya çalışan bir doğu toplumunu anlattığı “Saatleri Ayarlama Enstitüsü”yle huzurumuzu kaçıran Tanpınar’ın “Sanat ölümden sonraki hayattır,” cümlesini yeni evimde, daha doğrusu henüz eve dönüştüremediğim bir dört duvar arasında okuyorum. Etrafımda, düşüncenin uğradığı hiçbir durakta huzur bulamayacağını anlatan öteki yazar ve hayaletler. Theodor Adorno’nun çokça alıntılanmış cümlesi: İnsanın kendini, kendi yurdunda bir sürgün hissetmesi ahlakın gerekliliğidir. Hayatlarının bir kısmı gerçek sürgünde geçmiş yazarlar. Bildiklerimiz ve bilmediklerimiz. Thomas Mann, Nabokov, Mehmed Uzun… Sürgünde, bu büyük musibetin kazandırdığı deneyimleri anlatan ve Ayrıntı yayınevinin Sarı Kitaplar dizisinde buluşturduğu Kürt yazarlar. Selim Berekat (Tüy), Sherko Fatah (Sınırlar Ülkesinde), Fewaz Hussain, (Mezopotamya’nın Kumları).  Sürgündeki Kürt yazarlara görünmez bir ülke yaratan Sarı Kitaplar dizisi Türkiye’de hak ettiği ilgiyi görmedi ne yazık ki.

Ama edebiyat yaşadığımız ya da yaşamasak da tasavvur ettiğimiz, gelişini hissettiğimiz, ayak seslerini duyduğumuz, haklı çıkmaktan korkarak beyaz bir kağıda gölgesini karaladığımız hayali hayatın ve fırtınanın ülkesi olmak ayrıcalığını hep koruyacak gibi. Damızlık Kızın Öyküsü adlı distopyanın yaratıcısı Margaret Atwood, Trump yönetiminin kadın bedenine yönelik dayatmalarından sonra yaptığı konuşmada, “Haklı çıktığım için üzgünüm,” diyor. 77 yaşındaki yazar diziye çekilişini takiben yok satan kitabını 1984’te Berlin’de yazmaya başlıyor. Gerek doğu bloğundaki baskıcı rejimler, gerek İran devrimi, kadını görünmez kılan örtüler, kadının sesini kısmakla kalmayıp bedenini de işgal eden bir dünya.

Kadınları dilsiz bırakmayı hedefleyen bir şiddet. Sadece erkek şiddeti değil, kadınların da göz yumarak, hemcinslerini sindirmeye yönelik politikalara alenen arka çıkarak desteklediği topyekun bir şiddet. Otoriter bir rejimde, kadınların örtülerin arkasında konuşmak ve var olmak zorunda kalışlarını anlatıyor Damızlık Kızın Öyküsü. Olay Gilead cumhuriyetinde geçiyor ve kahramanın adı Offred, ama Margaret Atwood’un o şiirsel diliyle anlattığı kadın Türkiye Cumhuriyeti’nde on beş yaşında iken evlendirilen ve 17 yaşında öldürülen Emine Yayla da olabilirdi.

Eşik.

“Komuta”nın evine girerken, Yeni bir evin eşiği yalnız bir yer, diye düşünüyor Offred. Komutanların bir kısmının eşleri biyolojik olarak doğurganlık özelliklerini yitirdiklerinden totaliter rejimin devamı için damızlık kadınlar komutanların hizmetine sunuluyor. Offred komutanın altına yatmayı beklerken kocasını hatırlıyor, geçmişi, beş yaşındaki kızını.

Gilead’a yakın bir yerde, Amerika’dayım. Her şeyin büyüğünü seven Amerikalılar, boyutları ortalamanın üzerindeki arabalarıyla yanımdan akıyorlar. Araba, üçüncü kol ya da bacak burada. Ben direniyor, yürüyorum. Sokakta başları rastalı, boncuklu siyahi çocuklar. Yuvarlak, yaklaştıkça akı bembeyaz parlayan gözleri var çocukların. Sokaklar geçmişe akıyor, köleliğe, ayrımcılığa. Yaşadığım şehirde bir zamanlar Kuzey siyahların, güneyse beyazlarınmış, ortadan İstanbul’un meşhur Bağdat Caddesi’nin minyatürü, Delmar Caddesi geçiyor. Otobüste, lokantalarda, efil efil joint kokan metro isyonlarında bu bölünmüşlük hissettiriyor kendini; tarih ve şiddet siyah pelerinine bürünüp önünüze fırlayabilir, duyumsuyorsunuz. Bir de öteki şiddet var, sürgünlüğün şiddeti. Delmar’da Iraklı bir Kürt mülteci akşam akşam tanıdık ezgiler çalıyor. Kulaklarıma inanamasam da dünya küçük. Onu buraya savuran fırtınayı ve çaldığı hüzünlü müziği tanıyorum.

Margaret Atwood köleliğin tarihine göndermeler yapıyor son zamanlarda çokça konuşulan Damızlık Kızın Öyküsü’nde. Rejim okuryazarlığa karşı – geçmişte Amerika’da, güney eyaletlerinde, okumaya kalkışan kölelerin bir parmağı ötekilerin gözleri önünde kesiiyormuş. Köleliğe karşı çıkan Amazing Grace şarkısından nefret ediyor baştakiler. Gilead’dan kaçan kadınları Kanada’ya, Yeraltı Kadın Yolları’ndan gönderiyor Margaret Atwood, geçmişte köleliği savunan eyaletlerden özgürlüğe kaçan silahları taşıyan Yeraltı Demiryolları’nı hatırlatan bir ad.

Değişen adlar sadece. Kadın bedeni, baskıcı ve muhafazakâr yönetimlerin tarih boyunca bir numaralı hedefi olmaya devam ediyor. Ama her şeye rağmen geceler Offred’in, geceleri kendi oluyor. Bilinç baskılardan kurtuluyor geceleri. Yolları bir halı gibi kaplayan yaprakların Marquez’in Yaprak Fırtına’sını hatırlattığı bir akşam üzeri, ezberlediğim güzergahı takip ederek memleketten çok uzaktaki evime dönüyorum. Kulağımda yaprakların fışırtısı. Sokakta yaprak fırtınası, renk fırtınası. Pas rengi, ayva pişmişi, limon sarısı, kiremit rengi, amber rengi, altın sarısı yapraklar. Arada memleketteki ahşap evlerin duvarların boyayan kırmızı aşı boyasını hatırlatan doygun kırmızılar… Marquez’in, İstanbul’daki kütüphanemde bıraktığım lime lime olmuş Yaprak Fırtınası ile temasa geçiyor ruhum. Kitabın orijinal adının La Hojarasca olduğunu öğreniyorum. Hojarasca yaprak fırtınasındansa, sokaktaki yaprak denizini, yapraktan halıyı anlatan bir kelimeymiş. Akşam iniyor yaprak fırtınasının üzerine. Lambalarının ışığında sarısı koyulaşan yaprak kümelerini, ertesi gün, belediye işçileri basınçlı hava ile kenarlara süpürecek. Bozkırı burada biraz daha iyi anlıyorum. Her coğrafya kendi imgelemini ve sözlüğünü yaratıyor işte.

Eve fazla eşya almıyorum, ilk ayları bir yatak, bir sandalye, mutfakta birkaç parça kap kacakla idare ederek geçiriyorum. Ev gözüme fazla boş görününce bir kanepe ekleniyor eşya listesine; üstünde şu yazıyı yazdığım daracık bir yazı masası, komşumun ödünç verdiği bir sallanan sandalye, bunlarla sığışıyoruz yeni “ev”ime. Evsizim aslında, iyi böyle.

Orada insanların sevdikleri bedenler gözlerinin önünde erirken, Nuriye Gülmen’in kardeşi “Artık ablamı tanıyamıyorum” derken, burada rahat olmak gelmiyor içimden. Dünyanın kendisi insanın aklını zorlayan gelişmelerle topyekün bir distopyaya dönüşürken, kendi yurdumuzda veya yaşamayı tercih ettiğimiz, bize kapılarını açan bir toprak parçasında kendimizi oraya ait hissetmemek, bir “sürgün” olarak yaşamak, ahlakın bir zorunluluğu gibi geliyor bana bugünlerde.

Sürgünü romantikleştirmiyorum; zorunlu sürgünle, “kendini, kendi yurdunda sürgünde hissetmek” arasında büyük bir fark olduğunun ayırdındayım. Ama özellikle ikinci ruh hali ve daimi muhaliflik, bize dayatılan statükonun esiri olmamak, gerçek sürgünleri anlamanın bir önkoşulu gibi. Hannah Arendt, Amerika’da sürgündeyken yazdığı, yirminci yüzyılın en iyi, kurgusal olmayan, yüz eseri arasına giren kitabı Totalitarizmin Kaynakları’nda, cinayeti sınırlı bir kötülük olarak tanımlar. Çünkü katil geride bir ceset bırakır.  Totaliter rejimler ise Hitler ya da Stalin zamanlarında olduğu gibi toplama kamplarında, insanın yaşadığı gerçeğini ortada kaldırırlar. Kötülüğün türevleri çok, cesetleri ölüm kuyularında yok etmek de bunlardan sadece bir tanesi.

Dışarısı ıslak yaprak kokuyor. “Yaşamadığım Gibi,” yazıyorum önce kurguladığım yazının başına. Çocuk yaşta evlendirilen, çocukluğunu, gençliğini yaşayamayan kadınlar. Okuldu, askerlikti, evlilikti derken başkalarının hayatını yaşayan, mezara gözleri açık giden erkekler. Yaşamadığımız, uzaktan tanık olduğumuz acılar. Batman, faili meçhuller, Cizre, Şırnak, Sur, yok edilen bir coğrafya.

Sonra, yaprak fırtınalarındansa bozkırın göğünü kırmızıya boyayan toz fırtınalarına aşina biri olarak “Uzaklarda Bir Kum Fırtınası” olarak değiştiriyorum yazının başlığını.

Göz gözü görmüyor. “Bu evsize verecek birkaç kuruşunuz var mı?” diye soruyor önünden geçtiğim beyaz, yoksul adam. Bu öyle bir fırtına ki, Iraklı Kürt sokak müzisyenini, hafta sonu kurulan yerel markette falafel satan Suriyeli aileyi, beni, kayıtlı olduğum üniversitede birlikte derse girdiğim, Arendt’in kitabını, Atwood’u ve diğer distopyaları tartıştığım siyahi arkadaşımı, Kübalı, ülkesine dönemeyen bir başka sürgünü, yapayalnız ölümü bekleyen karşı komşumu, “sence entelektüel erkeklere mi aşık olmalı, yoksa ötekilere mi?“ diye soran, hayatın karşısında bir çocuk kadar savunmasız Çinli kadın arkadaşımı (adı Xuela, ilk kar manasına geliyor), bir yürek taşıyan, dünyanın acısını hisseden herkesi katıyor önüne, bulduğu her delikten içeri giriyor, hatta görünen o ki yeni yıla da nefeslerimizi tıkayan, dinmek bilmeyen bu fırtınayla gireceğiz.

Gönül Kıvılcım – edebiyathaber.net (30 Kasım 2017)

Yorum yapın