Tamamlanamayan fotoğraf | Öznur Unat

Haziran 3, 2021

Tamamlanamayan fotoğraf | Öznur Unat


Yiğit Abdullah

Bir gün, kafamda tamamlayamadığım, parçalanmış bir fotoğrafın, inandığım, iman ettiğim ne varsa anlamsız bir saçmalığa dönüşmesine neden olacağını hiç düşünmemiştim.

Anlattıkça açılır insan derler. Ne derlerse denedim, açılamadım. Ama ille de bir şey dememi bekliyorsanız benden, kendi acınıza derman olsun diye ille de bir kelam istiyorsanız, o zaman şunu derim size: Her acı kendi yoğunluğunca onu seyreltecek bir zamana ihtiyaç duyar. Bu sözüm size umut vermesin. Umut alır adamı, gerçeğin dışına savurur. Oysa gerçekte bazı acılar vardır ki zaman da seyreltmez onları.

Erken evlendim ben. Köylük yerde yaşın geldiyse başın bağlanır. Evlendiğimiz gibi karım gebe kaldı. Çok sevindik. Öyle ya sağlıklıydık, aile olmanın gereği buydu. Evladı veren Allah rızkını da verecekti. Gel gör ki benim oğlumun anası, benim oğlumun güzel anası, onu doğururken öldü. Ben daha yirmi beş yaşındaydım. Mavi gözlü Salih’imle kaldık mı biz baba oğul.

Kırk gün geçti geçmedi, anam beni evlendirmek istedi. Güçlü kuvvetliyim, yaşım da genç. Yirmisinden gün almamış kız oğlan kız buldu anam. Çocuğuna bakar, sana karılık eder dedi. El kadar Salih’im kucağımda öksüz kalmış da evlenir miyim ben? Kim öz ana gibi analık eder benim Salih’ime? Hadi tut ki töreye uydum evlendim. O karıdan da bir çocuğum oldu. O çocuk ona ana dedikçe benim Salih’im, mavi gözlü kadersizim, boynunu bükmeyecek mi? Ben tarlada, bahçede, işte çalışırken Salih’ime üveylik yapacak olsa ne yaparım ben? “Yok,” dedim. “Kaderim bu benim ana. İmtihanım varsın ağır olsun. Benim varım yoğum, bundan böyle mavi gözlü Salih’im,” deyip göçtüm oralardan.

Vardık gittik İstanbul’a. Bizi birkaç ay doyurmaya yetecek kadar altını vardı anamın. Doyurmak dediysem karnın doyar işte, yani o kadar. Anam baktı, ağlasa da, kendini yerlere atsa da fayda etmeyecek, çıkardı sandıktan verdi o altınları.

Köy yerinde bizlerin mesleği yoktur. Ha bana sor, ekin nasıl ekilir, çapa nasıl yapılır, bamya ne vakit toplanır, tarla nasıl sürülür, bak bunları çok iyi bilirim. Öyle iyi bilirim ki sana öğrettiğimle bir yıl ekmek yiyeceğin kadar ürün kaldırırsın tarlandan. Velakin bunu bilmek İstanbul’da para etmedi. Önce bir ev bulalım dedik. Zeytinburnu denen bir semtte bizim köyden göçmüş gelmiş bir hısmımız vardı. Onlar önayak oldu da böylece kafamızı sokacak bir dam bulduk. Bir de iş bulmam lazımdı elbet. Salih’imin kısmetine o da denk düştü. Halde işe başladım. Sebzeden, meyveden anlarım zaten ama bulduğum iş, güç kuvvet işiydi. Bütün gün sırtımdaki yükü oraya buraya taşırken Salih’imi emanet edecek birini aradım. Halde bir Halil vardı. Yarım akıllı Halil derler ya, neyse ne. Ben Salih’imi ona emanet ettim. Zaten akıllı dediklerimiz kıydı benim Salih’ime. Allah beni akıldan korusun kalan ömrüm boyunca. Yarım akıllı Halil’le, Salih’imi bir gölgeliğe oturturdum. Halil onunla oyunlar oynar, biberonu ağzına verir, karnını doyurur, şarkılar, tekerlemeler söylerdi. Ben de arada yanlarına gelir şöyle bir bakardım. Salih’im daha küçük, altı bezli. İki arada bir derede altını açar, kızarık görürsem o beyaz kıçına zeytinyağı sürerdim. Öyle de beyaz bir bebekti ki benim Salih’im sormayın gitsin. İki arada bir derede altını açmakla kalmaz konuşurdum da onunla. Agucuklarını tekrarlardım. Ayaklarını oynatırdı gülerek. Güç verdi o bana. Kuvvet verdi.

Böyle birkaç yıl geçti. O hısımlar da anam gibi beni evlendirmek istedi. Ya ne değişti de evleneyim ben? Salih’im, benim biricik evladım, ben ona neden üveylik koyayım. Hele bir mektep okusun, askere gitsin, evlensin, sonra yalnızlık Allah’a mahsus der ben de evlenirdim kısmetse. “Bu bahsi temelli kapatın,” dedim. Kapattılar da hani. Şimdi hiçbirinin hakkını yiyemem. Ama can sıkıntılarına avuntu olsun diye kendi damlarının altında lafımı yaptılar mı, yaptılarsa da ne dediler onu bilemem. Yine de yüz yüze baktığımız her zaman bize yoldaş oldular. Bazı akşamlar Salih’imle onların evine giderdik. Salih’im yaşlarında bir oğulları vardı; adı Memet. Çocuk dediğin akran ister, Salih’im pek severdi onu. Bir akşam evlerinde, pilli bir tren gördük. Yeni almış bizim köylü oğluna. O zamanlar böyle kendi kendine giden tren nerede? Bu tren raylarda kendi kendine gidiyor. Arada düdüğü ötüyor. Ha bi de dumanı var. Lokomotifi duman tüttürüyor. Salih’im bunu gördü. Çok istedi o treni. Her akşam onların evine gitmek istiyor. Tren kıymete bindi, vermiyor öbürü. Çocukken de böyledir, büyüdükçe de değişmez bu. İnsan böyledir; elinde olmayana özenir hep. Sanır ki ona sahip olursa eksiği kalmayacak, mutluluk ondan yana geçecek. Gel gör ki bunlar çocuk. Ne zamanki oyun sırası Salih’e geliyor, öteki ya ağlıyor ya rayı ittiriyor. Kıskanıyor işte, oynatmayacak belli ki. Baktım olmayacak, sordum köylüme kaça almış, nereden almış. “Seksen lira,” dedi. Seksen lira, şöyle bir düşündüm, büyük para. On gün halde çalışınca elime geçen para. O da bahşişlerle ha! Olsun. Salih’im sevdi ya, varsın pahalı olsun, oynasın.

Kendimi olmayacak yüklerin altına vurdum. Nefes almadım. Yarım akıllı Halil’in yanına bile uğramadan günlerce çuval taşıdım. Sonunda baktım cebimde seksen liram olmuş. Bakın benim tek keyfim sigaradır. Onu da para verip içmeye gücüm yetmez de bazen bakarım yere atılmış yarım izmarit var mı diye. O, on gün, bir tane bile tam sigara içmedim. Seksen lirayı denkledim, doğru Eminönü’ne. O gün var ya o gün, o kara treni aldığım gün, bayramımdı benim. Treni buldum, parayı saydım. Oyuncakçıdan bir cigara istedim. Hiç yapacağım şey değildir ha başkasından bir şey istemek. Ama mutlu olunca bir başka adam oluyorsun işte. Yaktım o tam sigarayı. Otobüse gidene kadar keyifle çektim içime. Otobüse bindim, eve gidiyorum ama yüreğim benden önce varmış Salih’imin yanına. Yol boyunca onun gülen gözlerini düşündüm. Yeminle o an, hayalimden bile güzel oldu be! Salih’im elimdekini gördü, oracıkta yere oturdu. Minik elleriyle paketi yokladı da tren olduğunu daha açmadan anladı. “Babam!” diye bacaklarıma sarıldı. O gece hiç uyumadı desem yalan demem. Sabaha kadar kara tren döndü durdu raylarda. Onu izledim. Varım yoğum her şeyim oğlumu izledim. Önce her düdük öttüğünde “Baba bak, baba bak,” dedi. Sonra alıştı, hiç ses etmedi, kendini büsbütün trene verdi. Uyku gözüne vurunca da rayların yanında ağzından akan salyasıyla uyudu. Bismillah oğlum dedim kaldırdım. Uyanmasın diye yatağını önden açmıştım. Koydum onu yatağına, lokomotifi de başucuna. On gün değil yüz gün çuval taşımaya değerdi bu mutluluk. İşte o gece pek huzurlu uyudum. Kaderin eksik bıraktığını tamamlamak zordur ama oğlumu o gün eksikli koymamıştım.

Böyle böyle geçti günlerimiz. İki üç seneye kalmadı benim şansım biraz döndü. Halden her hafta sebze meyve alan bir bey vardı: Rafet Bey. Beni severdi. Hep bana sorardı sebzenin iyisini, tazesini. Bir gün baktım Halil’in yanında oturmuş beni bekliyor. “Selamünaleyküm Rafet beyim, hoş geldin” dedim. “Hoş bulduk,” dedi ve evelemeden gevelemeden girdi konuya. Zaten sevmem bir lafa girmek için yalandan bin laf edeni. İstanbul’un kalburüstü semtlerinde manav dükkânları vardı Rafet Bey’in. Onlardan birinin başına koydu beni. Allah yüzümüze baktı. Salih’im de okula başlayacaktı. İlaç gibi derler ya hani, ilaç oldu bu iş bana.

Tarabya denen yerdeydim. Boncuk gözlü Salih’imi orada bir okula verdim. Okuldan doğruca manava gelirdi Salih. Halil’i de unutmadım elbet, ne de olsa Salih’in üzerinde çok emeği vardı. Yanıma aldım. Her müşteriyle tek tek ilgilendim. Hacer Hanım domatesi yumuşak mı sever pembe mi? Ayşe Teyze reçel yapacaktı, vişne geldi. Turşuluk salatalıklar Nevin Abla’ya. Kocalarından görmedikleri ilgiyi, özeni benden gördü mahallenin kadınları. Herkesi tek tek tanıdım. Herkesle tek tek ilgilendim.

Oğlum Salih okuldan çıkar çıkmaz yanıma gelirdi, beraber ödevlerini yapardık tezgâhın bir ucunda. Aklım yettiğince elbet. Oğlum üçüncü sınıfa gelince aklım da yetmez oldu zaten. Ama bu Salih akıllı çocuk, kendi kendine üstesinden geldi. Hep yıldızlar getirdi defterinde. Bir gün öğretmeni beni çağırdı, dedi ki: “annesini tebrik ederim. Çok akıllı, çok çalışkan, çok sorumluluk sahibi bir evlat yetiştirmiş.” Önce buruldum biraz, aklıma güzel anası geldi. Sonra da güldüm. Dedim ki “Öğretmen hanım var ol. Salih’imin anası da babası da benim. Anası o daha bebekken öldü. Varım yoğum o. Allah senden razı olsun.” O günden sonra öğretmen sanki daha çok ilgilendi yavrumla. Ya da ben öyle sandım. İnanmak istediği neyse ona yorar insan ne de olsa. Ama benim Salih’im, benim mavi gözlü Salih’im güzel okudu. Öyle çok okudu ki erken yaşta gözlük taktı. Okumaktan hiç vazgeçmedi. Size dedim ya en başta, ben toprağı bilirim, ağacı bilirim, tarla sürmeyi bilirim diye. Bu bildiklerim yetti bana ömrümce. Fazlasını bilip de ne olacak? Yaşamaya yetecek kadardan fazlası da yük bence. Ama Salih’im bilmelere doyamadı. Dünyayı kitaplardan öğrendi de bir de benim önüme serdi. Biz İstanbul’a gelerek köyün dışına çıkmıştık belki ama İstanbul’u da köy gibi yaşadık. Salih’im beni İstanbul’dan dışarı çıkardı. Dünyayı anlattı. Haktan, eşitlikten, adaletten, paylaşımdan bahsetti. Sınırlar koyup kendimizi kendi elimizle hapsettiğimiz bu dünya düzeni yanlış dedi. Sınırlar savaşları besler dedi. Bazen anladım da inandım, bazen de sırf onun ağzından çıktı diye inandım. Ama dinleye dinleye ben de öğrendim.

Hani o kara treni aldığımız gün vardı ya, hatırladınız mı? O gün ne mutluyduk hani. Bir daha öyle mutlu bir günü ne zaman yaşadık biz biliyor musunuz? Salih’im hukuku kazandığında. Avukat olacaktı benim Salih’im. O gece Zeytinburnu’ndaki hısım akraba hepsini çağırdık. Düşündüm de o geceki kadar bir de düğünümde keyiflenmiştim. Rakı içtim oğluma kadeh kaldırıp. Bir, iki, üç… Kaç tane içtim bilmiyorum. Benim Salih’im, benim mavi gözlü Salih’im trenin yanında uyumuştu ya hani, ben de Salih’imin omzunda sızdım o gece. “Babam,” dedi bana. “Babam,” derdi mutlu olunca. “Kalk babam haydi yatağına.” Ben Salih’ime yük olur muyum? Hemen toparladım kendimi, hızlıca yatağıma gittim. Baktım Salih’im uykum açılmasın diye yatağımı da açmış; bir zamanlar benim ona açtığım gibi. Dünya önüne önüne diye düşündüm, gülümsedim. Talih bize gülmüştü sonunda. İmtihanımız bitmişti. Umutlarımın adı Salih olmuştu. Büyütmüştüm oğlumu, hem de tek başıma. Okutmuştum, yine tek başıma; ona üvey ana getirmeden.  Her gece kokladım. Gül kokardı başı. Yumuşacıktı saçları. Koklardım onu ama dokunmadan. Dokunmaya kıyamazdım çünkü. Uzattım ben lafı ya! Ama olsun dinleyenler sağ olsun. Laf uzarken ben yeniden yaşadım o günleri. Bak kokusunu bile tarifleyebildim size yıllardan sonra.

Salih’imin bir de sevdiği vardı. Salih’ime yaraşır bir gül goncası. Bakışlarından anlamıştım Salih’imi sevdiğini. Bir akşam eve getirdi bu güzeller güzeli kızı. O gece anladım, bu kız Salih’ime iyi bakar. Nerden mi anladım? Köfte yaptım bunlara. Tereyağlı pilav severmiş güzel hanım, onu da yaptım. Bir de salata. Baktım tabakta bir köfte kalmış, o ona ikram ediyor o da ona. Güldüm. Çatala taktım o tek köfteyi. Ağzıma atar gibi yaptım, hani filmlerde olur ya. Sonra tabağıma koyup böldüm ikiye. Yarısı Salih’ime, yarısı güzel kızıma. Bir baba daha ne ister?

İyiydik biz böyle, bir zararımız yoktu kimseye. Dokunmasalar böyle de geçer sandım kalan ömrüm. İmtihanı hayatın başında veren insanların yalancı güveniydi belki de. Dedim, huzur olmalı bunun adı. Meğer “huzurda indir” dediğin durak, ömrün sonuymuş. O durak da kaybedecek bir şeyin kalmadığında vardığın son durakmış. Şimdi o durakta mıyım? Belki evet, belki de hayır. Eğer dünyada olan biten her şeyden kopuk, böyle ipi kopmuş balon gibi süzülüp gidiyorsan göğe, nasıl olsa patlayacağını da biliyorsan, işte o uçuşta hissettiğin şeyin adıysa huzur, ben bugün artık huzurluyum.

Benim mavi gözlü Salih’im, buraları uzun anlatmayacağım, anlatmak istemediğimden değil ayrıntılar yok kafamda, silmişim zaten. Diyordum ki Salih’im doğuya asker oldu. Sonraki buluşmamızda bir torba içindeydi. Parçalarını birleştirmek istedim ama Salih’imi bulamadım. Bir fotoğrafını aradım panikle. Korktum yüzünü mü unuttum mavi gözlü oğlumun diye. Bir süre fotoğrafına bakmadan gözümün önüne getiremedim. Bu parçalardan Salih’i, o fotoğraf olmadan kuramadım.

Cenazesinde birbirinin aynısı adamlar, birbirinin aynısı laflar söyledi bana. O kadar aynıydılar ki, yalnızlığımın yükünü arttırdılar. “Oğlun şehit oldu”, “Oğlun cennetlik oldu”, “Vatan, hepimizin canı sana feda”, “Ne mutlu sana, şehit babası oldun.” Böyle süslü laflara değil oğluma ihtiyacım vardı hâlbuki.

Bu olanı biteni haklı gösterecek bir amaç ne olur diye çok düşündüm taşındım. Bulamadım. Anlıyordum aslında bana bu lafları diyenleri de. O kavrayış denen şey anlık geliyordu sanki zihnime. Ama şuna vardım sonunda, durumu anlamış ama bunun dışında kalma şansı olanların laflarıydı bunlar. Zaten teselli böyle bir şey değil miydi? Durumu anlarsın ama o durumun bir parçası olmamanın verdiği rahatlıkla teselli edersin. Belki akşam evine gidersin, benim mavi gözlü Salih’im senin de aklına gelir. Üzülürsün. Ama yine de fasulyenin tuzu az olmuş demekten alıkoyamazsın kendini.

Bu sefer içimdeki yangını konuşarak söndürmek istedim. Herkese onu anlattım. Ama gördüm ki benim derdim diğer insanların kendi haline şükretmesine vesile olan bir hikâye sadece. O zaman aynı şeyi ben de yapayım dedim. Hayatın sillesini benden daha beter yemiş biri varsa onu bulayım, onun derdini dinlerken ben derdime şükredeyim dedim. Yok, bulamadım. Diken battığı yeri acıtırmış. Kimi dinlediysem hafiflemedim ben.

Bazen diyorum ki o kara treni aldığım güne gitsem. Orada yaşamı dondursam. Eğer hayat orada o gün bitseydi çok mutlu bir ömrüm oldu diyecektim. Ama yaşanacak günlerim varmış, yaşadım. O gün bitse iyi olacak yaşamım, bugüne uzayınca zulüm oldu. Zaman seyreltmedi işte benim acımı.

Salih’imin avukatlığı kazandığı gün uyumuştum ya hani onun omzunda, o gün o uykudan uyanmamış olmayı hayal ettim yıllarca. İnsan hiç ölüm uykusu hayal eder mi? Eğer her şeyin, hem de kıymet verilen her şeyin manasının kalmadığı bir yere uyanırsa bir gün, o zaman hayal eder işte.

Uzun lafın kısası; fotoğrafı tamamlayamadım. İnsan tamamlayamadığı yerde kendini kaybediyor. Onunla birlikte kayboldum.

edebiyathaber.net (3 Haziran 2021)

Yorum yapın