Edebiyatın en gözüpek cadısı: Leyla Erbil | Necla Akdeniz

Aralık 9, 2020

Edebiyatın en gözüpek cadısı: Leyla Erbil | Necla Akdeniz

Edebiyatın Cadıları serisinin altıncısında, diğerleri gibi yaşadığı dönemin hatta çağının ötesinde eserler vermiş bir edebiyat cadısından, Leyla Erbil’den söz etmek istiyorum. Ve elbette onun ölümsüz öykü kitabı, Gecede’den. Tıpkı Sevim Burak gibi yazdıkları ve yaşadıklarıyla, Türk Edebiyatı’nın en özgün, ayrıksı ve yenilikçi yazarlarından biridir Leyla Erbil. Yaşadığı sürece edebi kişiliğinin yanı sıra politik yönüyle de ön planda olmuştur. Onun yazdığı metinler, kültürel kodlarla genetik hafızamıza aktarılmış ve kolektif bilinç dışımızı kaplamış, verili ya da dayatılmış olan her türlü iktidara karşı bir manifestodur aynı zamanda. Sadece devletin tüm aygıtlarını elinde tutan ve her fırsatta kullanmaktan çekinmeyen siyasal iktidarlara değil, aile, ahlak, cinsellik gibi kavramların merkezinde yer alan toplumsal iktidarlara da karşı metinlerdir. Onun eserlerinde gördüğümüz felsefi, psikolojik ve politik derinlik, kapitalist sisteme başkaldıran Marx’ın ve psikanalizin kurucusu Freud’un yanı sıra; Shakespeare, Dostoyevski, Kafka, Beckett ve Sartre gibi edebiyat dünyasını derinden sarsmış isimlerden de  beslenmektedir.                                                                                    

1931 yılında İstanbul’da doğmuş Leyla Erbil. Orada  büyümüş, okumuş ve evlenmiş. Eşinin işi gereği bir süre  Ankara ve İzmir’de yaşadıktan sonra tekrar İstanbul’a dönmüştür. Gençliğinde İstanbul’da ve sonra Ankara’da dönemin en yetkin sanatçılarıyla tanışmış ve eserlerinde onlarla olan ilişkisine de yer vermiştir. Ve 2013 yılında unutulmaz “Vapur” öyküsünden bölümlerin yer aldığı kırmızı kağıttan vapurlar eşliğinde Cadılar diyarına uğurlanmıştır. Cadı tanrıça Hekate ve diğer cadıların yanına. Bu “uzun göç”ün ardından bizlere üç öykü, yedi roman, deneme ve mektuplardan oluşan dört kitap bırakmıştır. Mektupların ilki, genç yaşta kaybettiğimiz eşsiz Tezer Özlü’yle yazışmalarının yer aldığı, Tezer Özlü’den Leylâ Erbil’e Mektuplar, ismiyle 1995 yılında Yapı Kredi Yayınları’dan çıkar. İkincisi ise ölümünden hemen sonra basılan, Leylim Leylim, Ahmet Arif’ten Leyla Erbil’e Mektuplar’dır. (İş Bankası Yayınları. 2013)  Yayımladığı tek kitapla şiirleri dilden dile dolaşan büyük şair Ahmet Arif’le 1954’den 1977’e kadar süren  ve toplam 600 adet mektuptan oluşan yazışmalardır bunlar. Ahmet Arif’in, yeşil gözlü Leyli’sidir Leyla Erbil. Hasretinden Prangalar Eskittim şiirinin son dizesinde dediği gibi, “Yokluğun cehennemin öbür adıdır/ Üşüyorum, kapama gözlerini..”

Hayatı boyunca hiçbir edebiyat ödülüne katılmamıştır Leyla Erbil ve her kitabının başına “Bu kitap hiçbir ‘ödüle’ katılmamıştır,” yazdırmıştır. Bu kararı vermeden önce bir kez, 1968 yılında yayımlanan “Gecede” adlı öykü kitabıyla, hayranı olduğu dostu Sait Faik adına verilen öykü ödülüne katılmış ve elbette kazanamamıştır. Tıpkı Sevim Burak’ın 1966 yılında katıldığı Yanık Saraylar’la kazanamaması gibi. Bugün Sevim Burak ve Yanık Saraylar’ı okumamış, hadi adını duymamış diyelim, tek bir kişi dahi yoktur ama Cengiz Yörük ismini kaç kişi hatırlıyor acaba? Leyla Erbil’in katıldığı 1969 yılında ise Orhan Kemal ve Faik Baysal’a verilmiş ödül. Bir bakıma yeniliğe karşı gelenekçi edebiyatın zaferi diyebiliriz  ya da binlerce yıldır süren, kadına karşı erkek egemenliğinin göstergesi olarak da okuyabiliriz. Elbette her iki yazar da yazdıklarının farkındadır ve bu yüzden karara böylesine tepki vermişlerdir. Ne yazık ki Sevim Burak, uğradığı büyük hayal kırıklığı sonucu, tam on yedi yıl, edebiyat camiasından uzak kalmıştır. Biz edebiyatseverler için ne büyük bir kayıp! Fakat Leyla Erbil asla yılmamış, hayatı boyunca devam ettirdiği o baş döndüren cesareti ve kimselerde olmayan gözüpekliğiyle, birbirinden değerli  ve önemli eserler vermeye devam etmiştir.   

İkinci öykü kitabı olan Gecede’yi kendi imkânları ile yayımlamış ve şöyle bir ilan vermiştir Cumhuriyet Gazetesine: “İnsanı Marxist ve Freudist açıdan ele alan” O dönem, Marx’ı ve Freud’u birlikte anmak büyük cesaretti. Çünkü o dönemin aydın diye anılan  sanatçıları ve her fırsatta ilerici olduklarını beyan eden burjuva insanları tarafından, Marx, hayran olunan bir materyalist felsefeci, bir komünist liderdi ama Freud, erkekliği ayaklar altına almış rezil bir şahsiyetti. Dönemin fırtınalar estiren, 1950 kuşağı öykücüleri arasında yer alır, Leyla Erbil.  “İkinci Yenici”lerin şiirde yaptıklarını, yazında yapmaya çalışan ve geleneksel anlatıya karşı, yenilikçi anlatımı geçiren yazarlardır onlar. İnsanın dış dünyasından çok iç dünyasına önem veren, çok yönlü ve çok sesli deneysel öykü yazıcılarıdır. Düşsel, imgesel, metaforik öyküler…

Ve aynı zamanda, diğer edebiyat cadılarının yaptığı gibi, dil öncesi döneme ait olan arkaik sesi, edebiyata dahil etmeye çalışmıştır Leyla Erbil. Bazen bir iç ses olmuştur bu, bazen de rüyaların, kâbusların, ölmüşlerin, cinlerin ve unutturulmaya çalışılan cadıların sesi olmuştur. Çoğu zaman söze dönüşmemiş sestir; bir ünlem, bir ah, bir nida, bir  haykırış… Belki de yazdıkları, tüm iktidarların erkek dili olması nedeniyle, kadın yazarların, kendine yeni bir dil yaratma çabası olarak da okunabilir. Sevim Burak gibi Leyla Erbil’in metinlerinde de, biçimsel anlamda en dikkat çekici unsur, imla kurallarını bozan ve yıkan bu dildir. Cümle başında büyük harf kullanmama, noktalama işareti olarak virgüllü ünlem, virgüllü soru, üç virgül, üç virgüllü ünlem ve üç virgüllü soru işareti gibi kullanımları içeren bu tutumun düşünsel içeriğinde ise yazarın ifadesiyle “ele aldığı sakatlanmış insanların, normal (!) insanlar için konulmuş işaretlemelere sığmayan halleri ” yatmaktadır. Toplumun sakatlanmış, yaralanmış ve hasta bireylerden oluştuğunu her fırsatta söyleyen yazar, “bu toplumda delilik dediğiniz şey aslında ‘normallik’ hâlidir” der. İşte bu yüzden gerçek ile düşselliğin iç içe geçtiği öyküler, açık uçlu ifadeler, eksiltili cümleler ve yarım kalmış hikâyelerle doludur Leyla Erbil’in metinleri.                                                                                                  

Türk Edebiyatı’nda ayrı bir yeri olan Gecede isimli eseri, yedi adet birbirinden ilginç ve farklı öyküden oluşur. Ve çoğu eserinde olduğu gibi, öykü kahramanlarının tamamı kadındır. Kitaba adını veren ilk öykü Gecede’de; cinsellik, cinsiyet, evlilik, ikiyüzlülük, solculuk gibi kavramlar, Semra isimli kadının iç sesleri olarak, bilinç akışı tekniğiyle aktarılır. Öykücü Semra, kocası müzisyen Zeynel, eski aşığı yazar Rasim, Rasim’in şimdiki sevgilisi Mustafa ve diğer burjuva sanatçı arkadaşlarıyla beraber, bolca içki tüketilen bir gecenin hikâyesidir anlatılan. Gençliğinde öykülerini okuttuğu Rasim’in, “Biz artık kalemlerimizi kıralım” övgüsüne mazhar olduğu kadındır Semra.( Bu sözü, Leyla Erbil’in ilk öykülerini okuyan Sait Faik söylemiştir.)  Artık orta yaşlı, evli, mutsuz, huysuz bir kadın olan Semra’nın gözünden o akşam yaşananlar, geçmişe dönüşlerle aktarılır. O gece hep Rasim’i gözler Semra ve bir suç ortağı gibi ona bakarak geçmişi düşünür. Eski âşıklarından, artık hayatta olmayan Namık ve hâlâ yaşayan Rasim, sürekli onunla yatmak istemiş ve istedikleri olmayınca da işi hakarete, küçümsemeye kadar götürmüşlerdir. Öykünün bir yerinde, “Ulan, dedi Namık, orada son kez olacaktı bu artık kilisede biz, ulan benimle gezip tozmaya varsın, içip eğlenmeye varsın, eşek denli öykülerini de okuttun bir yatmaya mı yoksun be? Diz çöktüğümüz sıraya indirdiği bir tekme, yatmak için değil de şaşırtmak içindi sanki beni.” diye anlatır Semra. Öykünün başında ise, “Ne açlık kadına, tek başıma mı doyuracaktım onları, çarpık bedenimi tek başıma mı adayacaktım bu topluma” diyerek isyan eder erkeklerin bu doymak bilmez cinsel açlıklarına. Gecede, iç içe geçen karışık anlatılar,  yarım kalan sözcükler, devrik cümleler, araya giren el yazıları ile anlatışın erkekliğini ve dilin kemiğini çıkarıp bambaşka bir boyutta, tamamen kadınca bir dilde yazılan dokunaklı bir öyküdür.

İkinci öykü, çok katmanlı anlatımı ve müthiş simgesel diliyle, biz okuyucuları kendine hayran bırakan, Vapur’dur. Öyküde anlatıcı olan küçük kızın babası bir gemicidir ve öykü boyunca varlığı sadece sayıklamalarla hissedilir. Bu, bir başına denizlere açılmış, özgür ve sahipsiz vapur, bir anlamda babasıdır kızın ve ona her bakışında “babam nerdeydi?” diye sorar kız. Kaptansız, mürettebatsız, yolcusuz bir vapurun başkaldırı serüvenidir öykü. Bir yandan İstanbul’un tarihinde, göz alıcı yalılarında gezdirir bizi Leyla Erbil, bir yandan da kıyı boyunca onu izleyen halkın arasına karıştırır. Diğer yandan, babası gelmeyen bir kızın, ablasının ve sürekli örgü örerek çocuklarına bakan bir annenin hayatına dokundurur.  Bazen, “yayaya, şa şa şa, vapur vapur çok yaşa” diyen, bazen de vapuru batırmaya çalışan donanmaya, “ya ya ya, şa şa şa donanma donanma çok yaşa!” diyen kafası karışık, güvenilmez kalabalığın tepkilerine şahit tutar. “Edanım, Hasan efendi nerelerde hiç görünmüyor, dedi, annem de, Bugünlerde döner artık, dedi. Vapuru o günden sonra gören olmadı. Babam da hiç gelmedi bir daha!” Tıpkı Gecede adlı öyküsünde olduğu gibi Vapur’da da, kendi hayatından kesitler okuruz Leyla Erbil’in.

Edebiyat’ın en gözüpek cadısı Leyla Erbil’e ayırdığım bu yazıyı, meşhur bir cadı öndeyişiyle bitirmek istiyorum: “Hekate yâr, Kibele yardımcınız olsun.”

Necla Akdeniz – edebiyathaber.net (9 Aralık 2020)

Yorum yapın