Söyleşi yapmanın zorluğu/dayanılmaz yolculuğu… | Feridun Andaç

Nisan 28, 2015

Söyleşi yapmanın zorluğu/dayanılmaz yolculuğu… | Feridun Andaç

feridun andac 10.tifBirkaç söyleşi kitabım oldu. Sayısız da söyleşi yaptım. Yalnızca edebiyatçılarla değil, kültür-sanat alanındaki birçok insanla hem de. Nedenli nedensiz, gerekli gereksizdi birçoğu. Ama hepsinin bir ortak paydası vardı: tanıklık/açıklama/anlama isteği. İçlerinde sevdiklerim oldu, beğenmediklerim de. Bunların bir bölümünü “Söz Uçar Yazı Kalır” adıyla iki ciltlik kitaba dönüştürme düşüncem de bu tanıklığı kalıcı kılma isteğindendi.

Bu anlamaya çalışma isteği zaman zaman iyimser, kimi zaman da üzücü durumlara neden olmadı değil. Kırgınlıklar, küskünlükler, bazen de öfkeler yaşandı. Çok az da olsa, her biri ders vericiydi gene de.

Sonra da şunu anladım ki; entelektüel ortamımız buna çok da hazır değil.

Bunun neden/niçinleri üzerine çok söz edilebilir.

Konunun öte boyutu ise söyleşi yapılanlarla birebir yaşananlar.

Anlatma, kendini açıklama isteğiyle dolu olanlar; kaçanlar, küsenler, kapananlar… Bir de geçiştirenler var ki; sizi adım attığınıza da pişman edenlerdir bunlar.

Şunu açıklıkla söyleyebilirim ki; onca söyleşinin içinde bende iz bırakanı, verimli/açık, en iyicil olanı Emre Kongar’la yaptığımız söyleşidir.

Kuşkusuz daha sonra “Herkesten Bir Şey Öğrendim” adıyla kitaba dönüşen söyleşimiz de öyle hemen hazır olmadı.

İlkten bir düşünce, sonrasında yazılan birkaç yazı, ara ara kitapları üzerine yapılan söyleşiler bir ön hazırlıktı aslında.

İyi bir söyleşi için her iki insanın birbirini tanıması yetmiyor.

Her söyleşi kendi kuralını oluşturur aslında. Bunu belirleyen de söyleşi yapılanla yapan(ın konumu), bir söyleşinin yapıldığı ortam/mekân/zaman…

Bir söyleşi ne soru-yanıttan gidilerek, ne de ses aygıtına tamamen güvenilerek, ne de aklına eseni sorarak/anlatarak gerçekleşir.

Kuşkusuz bunlar yerli yerinde olur/gelir; ama asıl önemlisi söyleşiye her iki kişinin de hazır olması; birbirlerine ruh/beden/düşünce kimyası olarak açık olmaları… Uyumsuzluk her zaman vardır, kaçınılmazdır iki konuşan ses arasında.

Kilitlenen iki insan konuşamaz, açamaz, açılamaz birbirine. Konuşanın konuşulanı iyi tanıması ise esastır.

Söyleşi, bazen, kuyudan su; madenden akkor çıkarmak, değirmene su taşımak gibidir. Bir denge ve emek ister söyleşi. Soran da sorulan da bu dengeyi kurmakla yükümlüdür; madem ki söyleşmek için bir araya gelmişler el birliği etmeleri kaçınılmaz.

Aslında soru soranın ciddiyeti/donanımıdır biraz da karşısındakinin neyi/niçin/neden/nasıl söyleyebileceğini belirleyen. Şunlar ise bir söyleşi için kaçınılmazdır bana göre: (;)esneklik, çerçeve, oyun/ironi, ataklık, bilinç aydınlığı, keşfetme sevinci, merak, bilgi/birikim, bellek…

Üstelik “dedim”/ “dedi” değil, iki sesin yansımasını da içermelidir iyi bir söyleşi. Örneğin; Françoise Giroud ile Bernard-Henri Lévy, François Mitterand ile Elie Wiesel, Jorge Semprun ile Gérard de Cortanze söyleşileri bu tarz söyleşilerdir.

Bilen, anlayan, gören, soran, sorgulayan, meraklanan, öğrenmeye çalışan bir bakışla örülmelidir üstelik.

Söyleşide seçen/seçilen/konuşan/konuşulan, soran/sorulan olduğuna göre; bir iletişim, empati kaçınılmaz.

Başlayıp da yarım kalan söyleşilerime bakıyorum ya da tasarlayıp gerçekleşmeyenlere…

Şu an hatırlayabildiklerim: Attilâ İlhan, Yalçın Küçük, Salâh Birsel, Necati Cumalı, Vüs’at O. Bener… Başlayıp yarım kalanlardır. Nedenleri ise bende saklı! Birçok nedenle yarım kaldılar… Ama tasarladıklarım da var; örneğin sinemada, müzik alanında, hatta siyasette…

Söyleşi yazarlığı başlı başına bir iş/uğraştır.

Söyleşiyi her ne kadar gazetecilik, görsel medya içinde ansak da; aslında edebî bir yanı vardır. Bunu yalnızca “soru sorma sanatı” olarak almamak gerek. Gazeteciler türün öncüleri sayılabilir. Unutmayalım ki, radyo döneminde de söyleşi bir iletişim yoluydu. Tanıtma, bilgi verme, açıklama ihtiyacı her zaman önde olmuştur.

Özellikle de televizyon bu türe zenginlik kazandırmıştır. Elbette ki belgesel sinema da.

       Örneğin Larry King ve Charlie Rose söyleşileri ekol niteliğindedir; örnek alınacak düzeydedir bence!

Bizde ise, özellikle televizyonda bunun en güzel örneklerinden birini Sedef Kabaş vermiştir “Sesli Düşünenler” programıyla.

         Dergilerde, gazetelerde zaman zaman karşılaştığımız nitelikli söyleşiler yok değil. Ama tek bir örnekliktir çoğu. Başlı başına bir söyleşi yazarı/ustası yok gibidir neredeyse!

Yakın zamana kadar Neşe Düzel, geçmişte Nilüfer Kuyaş bunun güzel örneklerini vermişlerdi. Her biri entelektüel zenginlik içeriyordu.

         Gene de şu savımı burada yinelemek isterim; bunun önünü açacak olanlar aslında yayıncılardır. İş Bankası Kültür Yayınları’nı Mürşit Balabanlılar’ın yönettiği dönemde “nehir söyleşi” projesini enine boyuna konuşmuştuk onunla. Dizinin ilk kitabı da “Adalet Ağaoğlu Kitabı” olmuştu. Ardılı dönemde dizi yerine oturup, dizi editörlüğüyle yürürken, özgün söyleşi kitapları ve iyi söyleşi yazarları belirmeye başlamıştı. Ama yayınevi önü açık bu diziye ara verdi.

Yayıncılık süreklilik gerektirir. Eğer bu yoksa bir gelenek oluşturmanız mümkün değil. Bizim yayıncımız da hazır olana sevdalı. Yaratıcı yanımız sınırlı, sabrımız ve de bilgimiz ise kıt.

       Demem o ki; söyleşi başlı başına bir yazınsal tür. Tanımı, çerçevesi, içeriği, amacı ve yöntemi olan bir tür.

“Şunu yapıyorsun, hadi bir de söyleşi yap,” denilecek bir şey değildir (değil).

Dijital çağda dijital konuşmacılar türedi ne yazık ki. Önlerinde küçük bir aygıt; “hadi anlatın bakalım” diyerek söze başlayıp havadan sudan konuşmalar söyleşi diye gezinip duruyor orada burada.

       Türkân Şoray kitabını hazırlarken kendisine bir öneride bulunmuş, “Ben, Fellini” kitabını anlatarak, gelin böyle bir söyleşi yapalım, zamana/mekâna yayalım… Sonra da sorularımı çıkaralım, yalnızca sizin anlatımınız kalsın, bu sinema tarihimiz için bir değer taşır… gibisinden sözler etmiştim kendisine. Bunu göze alamamıştı ne yazık ki, “ben kendim yazacağım” diyerek…

Bugün, hâlâ, Charlotte Chandler’ın “Ben, Fellini” kitabı gibi bir söyleşi kitabı hazırlamanın düşündeyimdir. Kiminle mi? İşte bunu söyleyip ortalığı bulandırmak istemem. Önce yayıncısını bulmalı, konuşmalı, anlatmalıyım. Sonrasın da ise o kişiye bunu inandırmam, onunla böylesi bir söyleşi için dayanılmaz bu yolculuğa çıkmam gerek…

Feridun Andaç – edebiyathaber.net (28 Nisan 2015)

Yorum yapın