Sanat tümüyle otobiyografik midir? | Raşel Rakella Asal

Kasım 16, 2020

Sanat tümüyle otobiyografik midir? | Raşel Rakella Asal

Romanların yazıldığı dönem, toplumsal yapı kadar, yazarın hayatı da ilgimi çekmiştir çünkü yazarlar biraz da yarattıklarının ürünüdürler diye düşünürüm. Yazar nereye kadar bir şey anlatıyor? Nerede kendisi var? Üç Kız Kardeş Moskova’yı özleyen kızlar değil, verem olduğu için oyununun oynanırken Moskova’da bulunamayan Çehov’un ta kendisidir. Vanya Dayı’da çevre bilinci üzerine konuşan, doğa aşığı Dr. Astrov değil, yine yazarın kendisidir. Martı’nın yazarı Trigorin’e, yeni sanat anlayışı konusunda açıklama yapan Treplev’den çok, Çehov’dur.

Virginia Woolf romancılığında kadın kimliği ön plandadır. Bu açıdan roman dilinde devrim yaratmıştır; feminist bir bilinçle  muhafazakâr toplum değerlerine yumuşak ama kesin bir edayla başkaldırır ve ona göre sanat tümüyle otobiyografiktir. Mrs. Dalloway romanında kendinden izler bulmak mümkün, Deniz Feneri’nde yine çocukluğundan ve ailesinden izler taşır. “Roman yazarken yaptığımız da kabukları soymak. Ve çekirdeğe ulaşıyoruz: Sen ya da ben.” 

Modernizmin diğer büyük ismi Joyce örneğin, “bildungs roman” tarzında Sanatçının Genç Adam Olarak Portresi’nde  kendi serüvenini kaleme aldı.   Flaubert  Duygusal Eğitim romanında, kendi gençliğini, yani genç bir insanın duygusal eğitimini yazıyordu.

Thomas Mann’ın Venedik’te Ölüm romanındaki Aschenbach da, Tonio Kröger de, kendisidir. Mann şöyle söylüyor: “Tolstoy’un yapıtları da en az benim naçiz ürünlerim kadar otobiyografiktir.”  Proust’un Kayıp Zamanın İzinde tamamıyla otobiyografik öğelerle donanmıştır.  Alice B. Toklas’ın Öz Yaşam Öyküsü kitabıyla Gertrud Stein otobiyografide bir gay-lezbiyen geleneğini başlatmış oldu. Margeurite Duras,  kendini yazdı ve kendini cesurca ifade etti. Amerika’da, Philip Roth’un birkaç romanda ele aldığı Nathan Zuckerman karakteri, büyük ölçüde kendisidir.

Her yazar, kitaplarına kendini saklar; metnin ince ayrıntılarında, satır aralarında gezindikçe yazarın kendini bulursunuz.  Yaşadıkları, yaşayamadıkları, düşleri, gerçekleri, kendiyle hesaplaşma zamanıdır. Paul Auster’ın kendi hikâyesine dönerek yazdığı Kış Günlüğü, sıradan bir yaşamöyküsü değildir, usta bir kalemden çıkmış kendi yaşam öyküsüdür.  Yazar bu kitabı neden yazdığını kendi cümleleriyle şöyle açıklar: “Ne de olsa zaman azalıyor. Belki de şimdilik hikâyelerini bir yana bırakıp hayatının anımsadığın ilk gününden bugüne kadar bu bedenin içinde yaşamanın nasıl bir duygu olduğunu incelemeye çalışsan iyi olur.”

“Neden Otobiyografi Yükselişte” sorusuna Nilüfer Kuyaş, şubat 2015 tarihli yazısında şöyle cevap aramaya çalışıyor: “ Günümüz romancılığında otobiyografi çok ön planda.  Neredeyse yazılan her iki romandan birisi otobiyografik. Bu yeni yöneliş  bize post-modernist roman döneminin kapandığını haber veriyor. Modern romanda bugün asıl önemli olan kurmaca değil, bugünkü roman yazarı benliğini ortaya koymak peşinde. Çünkü romancı, çağın ruhunu yakalaması gerektiğini biliyor ve şimdiki çağ onu,  “nasıl yaşamalıyız?” ve “benlik nasıl yeniden tanımlanmalı?” gibi çok temel sorular sormaya itiyor. Nedeni, belki her şeyin yeniden tanımlandığı bir  çağda olmamız. Dünyayı bir arada tutan bütün temel ilişkiler değişiyor. İnsanlık, birkaç yüzyılda bir meydana gelen o büyük dönüşümlerden birini geçiriyor olabilir. 2002 yılında yazdığım bir denemeye “Romanın Gölge İkizi: Otobiyografi” adını verdim ve son paragrafta şöyle bir şey söyledim:Yeni yüzyılın başında edebiyat yeni Proust’unu arıyor. Roman, kendi gölge ikizi olan otobiyografiyi belki çok farklı yöntemlerle arayacak, ama bence mutlaka yeniden bulacak.”

Buna cevap verebilmek içinde yaşadığımız toplumun özelliklerine bakmamız doğru olur diye düşünüyorum. Günümüzde inanılmaz bir hızla gelişen teknolojiyle birlikte toplum yapısı giderek değişti.  Artık gündelik yaşamdaki her şey sanal ortama taşındı; herkes kendi bireysel hikâyesini sanal ortamda (snapchat, instagram, facebook, twitter…) ortaya koymaktan bir çekince görmez oldu.  Ama bu konuşulamayan, söze dökülemeyenlerin söze dökülmesi epey zaman aldı.  Edebî bir tür olarak otobiyografi, 19. yüzyılda, Batıdaki Romantizm akımı içinde modern ve yeni bir anlatı türü olarak Aydınlanmanın katı, rasyonel, akılcı baskısına tepki olarak doğdu.  İnsan deneyiminin farklılığını ve dolayısıyla bireysel yaşantının çeşitliliğini, özgünlüğünü ortaya koydu. Romantizmin bu bakışı ekseninde: “Özgürlük”, “özgür irade” ve bu kavramlar aracılığı ile olabildiğince kendimiz olma becerisindeki en sahici erdem içtenlik olarak ortaya çıktı. Gerçek bir kişinin kendi yaşamını geriye dönük olarak anlatma demek olan otobiyografi türünün en belirgin özelliği, pek çok edebî türden farklı olarak, gerçek insan olan yazarla, anlatının yazımını üstlenen anlatıcı ve başkahraman arasında özdeşlik içermesi.  Amaç kendinden bir iz bırakmak…

Diyeceğim o ki, 19. yy’da romantizm akımı ile başlar otobiyografiye ilgi. Romantik Çağ aynı zamanda bir devrim çağı.  Amerikan Devrimi’yle, sonra Fransız Devrimi’yle, dünya düzeni altüst olmuş. Toplumsal açıdan bireyin ve bireyselliğin öne çıktığı, insanın kendi kaderini çizebileceği düşüncesinin güç kandığı bir dönem.  Bu akımla beraber insan ruhunun özgürlüğüne inanıyorlar. Artık yapıtın merkezindedir sanatçı, zira romantiklere göre eserin en önemli özelliği duyguları anlatmasıdır. İç dünyanın keşfi ve etkinlik alanı olarak edebî düzleme taşınması da yeni bir metin türü olarak otobiyografiyi ortaya çıkarmış olur.

Hepiniz bilirsiniz, aynalardan yansıyan ve birbirimize yansıttığımız bir gündelik yanımız var, bir de aynanın arkasında duran, herkese kolay gösteremediğimiz, hata bazen kendimizden bile sakladığımız gölge tarafımız var. Otobiyografiyi okur olarak ilginç kılan eseri alan kişinin gölge tarafını açıkça ifşa etmesi. Bazen kendi karanlığına teslim oluyor sanatçı, içine kapanıyor; bazen de ilham perisinin sesiyle uyanıp, yaratıcılığına uzanıyor. 

Nilüfer Kuyaş, aynı denemesinde bir çağdaş sanatçının, Louise Bourgeois’nın sözlerine değiniyor:Modern sanatın anlamı, kendinizi ifade etmek için sürekli yeni yollar bulmak zorunda olmanızdır, çünkü sanatın kesin kuralları yok artık. Modernlik budur, kendinizi ifade etmek için mutlak ve kesin kurallar olmamasıdır, bu nedenle de modern sanat sürecektir, çünkü bu durum değişmemiştir, insanlığın durumudur, kendinizi tam olarak ifade edemeyiştir. Benlik taşımanın zorluğudur ve benliğin ihmal edilmişliğidir modernlik. İhmal edilmişlik ve tanınma  ihtiyacı diz boyudur modern dünyada. Sanat kendini tanıma yoludur,  dolayısıyla daima modern kalacaktır.”

Bu noktada şöyle bir yorum getiriyor günümüzdeki otobiyografiye:  “İşte, tam da bu nedenle, sürekli yeni icat ve yeni teknikler peşindeyiz. Yarın bambaşka bir yöntem gündeme gelebilir, ama bugün için  modern roman, benliğin kendini yeniden dillendirme ihtiyacını, otobiyografiyle  karşılıyor.”

Otobiyografik roman türünden yola çıkarsak, Andre Acıman’ın Harvard Meydanı’nda anlatıcı kendi gibi akademik kariyeri olan, romancı ve bir biyografi yazarı olarak karşımıza çıkıyor. Kendisi gibi, l7. yüzyıl İngiliz edebiyatı konularında uzmanlaşmaya çalışan bir genci başkahramanı yapmış.  Ama romanın asıl etkileyici kişisi bu genç öğrenciden ziyade bu genci etkileyen ve onun karşısına bir rastlantı olarak çıkan taksi şöförü Kalaş oluyor.  Kalaş başkahramanın hayatına girdikten sonra, onun hayatını, insanlarla ve özellikle kadınlarla ilişkilerini tamamen değiştirip, içine kapanık olan ve yalnızlığı seven başkahramana oldukça zıt karakteriyle çok farklı açılardan bakmayı da öğretiyor.

Andre Acıman’ı, New York magazine,  21. Yüzyılın en heyecan verici yazarlarından olarak, Wall Street Journal onu olağanüstü müzmin bir tarih kaydedici olarak tanıtıyor.  Andre Acıman, karşılaştırmalı edebiyat dalında doktorasını Harvard Üniversitesi’nde tamamlamış bir akademisyen.  Mısır İskenderiye doğumlu göçmen bir ailenin oğlu.  Mısırlı Yahudi bir ailenin çocuğu. Mısır’da Fransızca konuşulan bir evde büyümüş.  Ailede İtalyanca, Yunanca, Ladino İspanyol, Türkçe ve Arapça da konuşuluyormuş.  Acıman’ın eğitim dili ise İngilizce olmuş.  1965’de aile Mısır’dan İtalya’ya, 1968’de New York’a taşınmışlar. Proust üzerine çalışmaları ile biliniyor. 

Yıllar önce ilk romanı Adınla Çağır Beni’yi okumuş, anlatımın şiirselliğine vurulmuştum.  Ardından onun romanlarının peşine düştüm.  Ard arda Sekiz Beyaz Gece ve Harvard Meydanı gibi romanlarını okumak, okuma keyfinin doyumsuz anlarından oldu benim için.  Sekiz Beyaz Gece adlı romanı bir Noel partisinde tanışıp ardından gelen yedi gün boyunca tam anlamıyla romantik bir serüven yaşayan kahramanların ruh derinliğini serebilmesi, derinlikli psikolojik açılımlar içeriyordu.  Ondan son okuduğum Harvard Meydanı yazardan otobiyografik öğeler taşıyor. Yine psikolojik boyutu olan bu roman kendi deneyimlerinden, kendi yaşamından izler taşıyor.

Hikâye şöyle gelişiyor:  Bir Yahudi üniversite öğrencisi Arapların müdavim olduğu bir kafeye girer. Bu başlangıç size kötü bir şaka gibi mi geldi?  Durun, sabredin, biraz soluklanın.  Ve devam edin okumaya. Öğrencimiz Mısır İskenderiye şehrinden gelmiştir; Harvard’dan mezun olmuştur.  Yani, çok değişik bir iklimden çok yabancı bir ülkede bulunmaktadır.  İçine kapanıktır, zeki ve çalışkandır ve göç ettiği ABD’ye kendinden bir iz bırakmaya kararlıdır.  Tez çalışmalarında kimlik sorunları, yurtsuzluk, kişinin mekân değiştirmesi üzerine odaklanmıştır.  Kafede, rastgele tanıştığı Kalaj, da kendi gibi bir göçmendir; Tunus’tan gelmiştir, taksicilik yapmaktadır. 

Roman l970’lerin Amerikan toplumuna odaklansa da günümüz için de güncelliğini koruyan “göçmenlik” sorunu vurgulanır.  Kalaj yeni geldiği bu şehirde kendini yersiz yurtsuz hissetmektedir, bu yeni mekâna alışmaya çalışmaktadır; iğneli, kırıcı, sert davranışlar sergiler. Anlatıcının çekingenliğinin aksine çenebaz, gevezedir; hararetli konuşur, kelimeleri yuvarlar bu yüzden ona Kalaşnikof’dan kısaltılmış “Kalaj” ismi ile çağrılır. Dik kafalı, önyargılı olsa da anlatıcı ile frekansları bir şekilde tutmuştur.  Kalaj anlatıcıya Harvard’ın gece hayatını yaşatır, taksisi ile şehirde volta atarlar, hayat kadınları ile tanıştırır. Zaman içinde, aralarındaki farklı kişilik, farkı milliyetçilik, farklı ırk, farklı dine rağmen çok iyi arkadaş olurlar. Kalaj Amerikalı karısından boşanma aşamasındadır, bu durum onun green card almasını zora sokar. Anlatıcı ise green card sahibidir, Amerika’da yaşaması için tılsımlı bilet elinin altındadır; tez çalışmalarındaki başarısızlığı tek kaygısıdır. 

Roman bize 1970’lerin Harvard Meydanına götürse de günümüzde aynı mekân aynı özelliklerini korumaktadır.  Andre Acıman da Harvard’da çalışan bir akademisyen olarak bu mekânla özel anıları ve yaşanmışlıkları vardır.  Bu yönüyle romanı akademik öğretim yılının özelliklerini vermesi açısından, bir üniversite yerleşkesi romanı olarak da okumak mümkün. Ancak romanı kurulan ve gelişen bir dostluğun anımsatıcısı olarak okumak da mümkün.  İki göçmenin yeni yerleştikleri mekâna uyum sağlama çabaları olarak da okunabilir.  Veya biri Mısırlı bir Yahudi, diğeri Tunuslu bir Arab’ın dostluğu olarak da. 

Hayatlarımızın yönüne kim, ne belirler?  Büyük ölçüde rastlantılar diyebiliriz.  Romanda iki apayrı karakterin benzer ruh ikizleri olabileceklerini, birbirlerine yaklaşabileceklerini, ama yine de kendi kişiliklerini koruyabileceklerini görürüz.  Ve bu dostluk olağanüstü bir anlatımla bizi kendine tutsak eder. Okudukça her ikisiyle de empati kurarız. İlerledikçe Kalaj’a hayran kalmakla kalmaz, onun zayıf taraflarını, hataya düşebilen, yanılabilen, kırılganlığını da anlamaya çalışır, ona yakınlık duymaya başlarız. Yazar olarak Andre Acıman’ın başarısı burada ortaya çıkar, okur olarak Kalaj’a empati duygularımız yavaş yavaş onun yanılabilen, hataya odaklı, açık sözlü, züppe ama samimi karakterine hayran olmaya başlarız.  Yazarın amacı “öteki” konumundaki Kalaj’ın göç ettiği bu yabancı kültüre uyum sağlamasını göstermektir.

Acıman’ın diğer romanlarını okumuş olanlar bilirler, Acıman nostalji ve pişmanlık temalarını eserlerinde yansıtmakta ustadır.  Bu romanında anlatıcının mekâna tamamen yabancı olan oğlunu dâhil etmesi olay örgüsüne bir boyut daha kazandırır: Yabancı birinin gözünden “öteki” sorunun değerlendirmesidir.  Bir anlamda okur da anlatıcının oğlunun durumundadır.  Göç etmiş olan “Öteki” nin yerleştiği ülkeye uyum sağlaması,  yerleşmeye çalıştığı kültürde halkın içinde yerleşmiş yabancı korkusuna karşı kendi kültürel köklerine karşı bu yeni yerleşimini kendi ülkesi yapma çabası roman boyunca gözlerimizin önüne gelir.  Aslında Acıman’ın anlatmaya çalıştığı özel bir insanlık durumudur; kısaca “göç” olgusudur. Bu olgu hiçbir politik söylem içermeden sadece insani bir bakış açısıyla verilmesi romanın değerini artırır.

Okudukça bu iki birbirinden farklı ama benzer yanları olan dostun beraberliklerine tanık oluruz.  Ta ki, anlatıcı Kalaj’ı yol arkadaşlığı konumundan, sırtından atmanın olanaksızlaşmaya başladığı büyük bir yüke dönüşmesine dek.  Bir an gelir ki, artık onunla birlikte hiçbir şey yapmak istemez, çünkü ondan utanıyordur, çünkü Kalaj’dan sıkılmış ve yorulmuştur. Her karşılaşmalarında onunla konuşmamak için bahaneler uydurmak zorunda kalır; bir yandan onunla karşılaşacağı veya bir yandan da bahaneleri bitecek diye korkmaktan sonunda yorulmuştur.  Ondan kaçınmak için sürekli bahaneler ve beyaz yalanlar uydurması yorucu olmaya başlar.  Bu durum anlatıcının içinde bir kâbusa dönüşecektir; ondan uzaklaşmak için gücü yetersiz olduğundan ve bu konunun sürekli onu endişelendirmesinden dolayı kendinden nefret etmesine yol açar.  Sorun bir kimlik sorusuna dönüşür:  “….trenin pencerelerindeki yansımamı izlerken kendi kendime sorup duruyordum o akşam: Bu gerçekten ben miydim? (…)Kimdim ben?  Aynı anda kaç maskeyi birden geçirebilirdim yüzüme?  Pek gözüm kapalıyken, kendime bakmazken ben kimdim? Başkalarının girmemi istediği farklı kalıplara dökülmeye hazır şekilsiz bir varlık mıydım yalnızca?  Yoksa bu şekilsizliği böyle kolaylıkla, hiç sorgulamadan kabullenerek, yüzüme bakıp bana güvenenlere eninde sonunda ihanet edeceğim için önceden mazeret mi hazırlıyordum?”

Bu dostluğun sonunda anlatıcı terk eden sevgili konumuna düşer.  Kalaj’ı sürücü belgesi iptal edilmesi ile green card alma çabaları da sonuçsuz kalmıştır; Amerika’da kalabilmesi için başka yolları denemesi gerekmektedir. Amerikan cenneti denilen şey, içindeki malların dünyadaki her şeyden daha büyük ve daha yapay olduğu dev bir ordu pazarıdır. Yeni Dünya’ya yaklaşamaz, dokunamaz, dolayısıyla uzaktan bağırıp küfürler eder yalnızca. Kalaj ikinci ölümleri yaşamıştır.  Yaptıklarını bir kez daha gözden geçirecek ve önceki ölümlerden kendisine kalanları rehinde bırakarak yaşamayı sürdürecekti.  Kalaj yardıma muhtaçtır. Yaz bitmiştir, anlatıcı Kalaj’dan uzaklaşmaya başlar.  Bu noktada okurun tüm sorgulamaları anlatıcı üzerinden olur.  Kalaj her şeyini kaybetmiştir, sadece cesareti, ataklığı, açık yürekliliği ve azmi ile baş başadır. Umudunu tüketmiştir. Anlatıcı ise üniversiteye kabul edilmiştir.  Anlatının başındaki reddedilen kişi değildir artık; öğretim alanındaki konumunu garantilemiştir.  Anlatıcının yaşamında verilmiş yanlış kararlar, acımasız aldatmacalar, korkunç yanılgılar, geri dönüşler, pişmanlıklar, yapılanı düzeltmeye çabalamalar ve sil baştan yeniden başlamalar hiç olmamıştır. O Harvard’a yakışacaktır, oysa Kalaj yine sürüklenmeye devam edecektir, rüzgâr nereye sürüklerse… Anlatıcının kendiyle hesaplaşması ağır olur.  Kalaj’ı düş kırıklığına uğratmış, aldatmıştır.  Bir yaz süresi boyunca arkadaşlıklarında Kalaj onun da kendi gibi işlenmemiş ve doğal bir insan olduğunu sanmış, kendisine yoldaş bir savaşçı olduğunu düşünmüştür.  “O anki duygularımla ilgili tek anımsadığım, dayanılmaz bir utanç ile dayanılmaz bir üzüntü arasında gidip gelen ve hiçbir zaman adını koyamayacağım bir şeyin şiddetli sancısıydı.”

Bir insanı o insan yapanın hatıraları olduğunu düşünürüm. Hatıraları kaybettiğimizde kendi kimliğimizi de kaybederiz.  Andre Acıman Harvard Meydanı’nda, dünyanın sayılı üniversitelerinden biri olan Harvard’a gelmiş bir baba-oğul fotoğrafıyla başlıyor anlatısına. Ama öyle bir an geliyor ki, anıların akınına uğruyor; yaşamının en zor ve en anlamlı yıllarına geri dönmüş oluyor.  Bu noktada eser Harvard’ı anlatan bir eser olmaktan çıkıyor, sanatçının iç dünyasına, ruhuna açılan bir pencere oluyor; sanatçıyı diğerlerinden ayıran, ona üstünlük sağlayan özel bir duyarlılık alanını işaret ediyor. Andre Acıman, en zoru başarıyor: kendini yargılamak.  Kendimizi yargılamak başkalarını yargılamaktan çok daha zordur.  Romanın sonunda, kendini gerektiği gibi yargılayabilen Andre Acıman, gerçek bir bilgeye dönüşüyor.

Kaynakça

Gülenay Börekçi,  Hayatını roman yapan adam: Karl Ove Knausgaard, 2.06 2016  http://egoistokur.com

Nermin Yazıcı, http//dergipark.ulakbim.gov.tr/turkbilig/article/Türk edebiyatında otobiyografi

Nilüfer Kuyaş http://t24.com.tr/k24/yazi/otobiyografi-neden-yukseliste

Raşel Rakella Asal – edebiyathaber.net (16 Kasım 2020)

Yorum yapın