Sanat niçin gerçekliğin ön-görünüşünü betimler? | Prof. Dr. Onur Bilge Kula

Ağustos 2, 2018

Sanat niçin gerçekliğin ön-görünüşünü betimler? | Prof. Dr. Onur Bilge Kula

Nesnel belirlenmişlik olarak ütopya, Ernst Bloch’un ‘Umut İlkesi’ndeki açımlamasıyla, “gerçek olanaklı olanın oluş derecesi” ile ışıldayan sanat görüngüsünde betimlendiğinde, zengin bir sorun niteliği kazanır. Estetik hakikat sorusunun yanıtının ipuçları, Bloch’un şu belirlemelerinde görülürleşir: Sanatsal görünüş,“imgelemsel tasarımın, devindirilmiş var olanda gerçekliği ve gerçekliğin anlamlı ön-görünüşünü serimlediği yerde, salt görünüş değil, daha ileri götürülmüş olanın imgelere büründürülmüş durumudur.”İmgelem gücünün tasarımları salt imgelerde nitelendirilebilir. Bu nedenle, bunların içerdiği anlam salt nesnel görünüş ile sınırlandırılamaz.

Sanat biçimlendirdiği izleği niçin sonuna değin götürür?

Burada aydınlatılan şey, Bloch’un açımlamasıyla, “bireysel, toplumsal ve doğal oluşlarda/süreçlerde” olup bitendir. Tam da böylece sanat malzemelerini “figürlerde, durumlarda, eylemlerde, manzaralarda sonuna kadar götürdüğü ve bunları acıda, mutlulukta ve anlatılmak istenen anlamda son noktaya değin taşıdığı” için, söz konusu “ön-görünüş” elde edilebilir. Ön-görünüş, “sonuna değin iteleme” becerisi, diyalektik bakımdan “açık bir uzamda olduğu için” elde edilebilir. Bu açık uzamda her nesne/konu estetik olarak serimlenebilir. Estetik bakımdan serimleme, “içkin olarak başarılan, her yönüyle biçimlendirilen, nesnenin/konunun dolaysız duyusal veya dolaysız tarihsel oluşundan daha önemli olma” demektir. Bu her yönüyle biçimlendirme, “ön-görünüşün görünüşü” olarak kalır; ancak hayal olarak kalmaz; tam tersine sanatsal imgede görünen her şey, “yaşantı gerçekliğini seyrek gösteren, ancak süjelere içkin olan bir kararlaştırılmışlığa değin keskinleştirilir veya yoğunlaştırılır” (Bloch 1985, s. 247).

Dünya nasıl tümlenebilir?

Bu, sanatı “temellendirilmiş görünüş” ile tanınır duruma getirir ve “paradigmatik bir kuruluş” olarak gösteri sahnesinde izler. Sanat, güç ve olanak olarak görülür kalır; bir başka deyişle, sanat, bir nesneyi kendi dışında ancak “bütün derin boyutuyla ve düşünümün yüzeyinde” yansıtır. Ön-görünüş, her zaman içkin kalır ve genişletir: Schiller’in“estetik gerçekçiliği, Goethe örneğinde tanımladığı gibi, doğanın ötesine geçmeksizin, doğayı genişletir.” Güzellik, hatta yücelik, “henüz oluşmamış var-oluşu, tümüyle biçimlendirilmiş dünya için, dışsal rastlantı olmaksızın, dışa-vurulmuşluk” ile temsil eder. Bu bağlamda estetik açıdan betimlenen ön-görünüş,  Bloch’un ‘Ütopyanın Tini’ (1923, s. 141) adlı yapıtından aktardığı şu temel ve ilkesel söylemde anlatımını bulur: “Bu dünya nasıl tümlenebilir; Hıristiyan-dinsel bir ön-görünüş içinde olan bu dünya, nasıl patlatılabilir ve yok olur?”

Sanat, her zaman ayrı “tekil-somut biçimlendirmeleriyle” bu yetkinleşmeyi, söz konusu biçimlendirmeler içinde “tümel olan ile nüfuz edici olarak görülen tikeli” arar. Dinde, insan yeniden doğar; toplum ‘Civitasdei’ye dönüşür; doğa göksel bir şey olarak gizemlileştirilir. Buna karşın, sanat “tümlenmiş” olarak kalır; klasik sanat, var-olanın çevresinde dolaşmayı sever; gotik sanat bile “her türlü aşmaya karşın, dengeli bir şey, kendi içinde benzeşik bir şey” olarak kalır.

Bloch’un nitelemesiyle, yalnızca müzik açık uzamda “patlatıcı” etki yapar. Bu nedenle de müzik “bütün diğer sanatlara karşı, sanki güzelin düzeyine aktarılmış tuhaf öğeler taşıyan bir sanattır.” Diğer bütün sanatlar, “katıksız değer ölçüsünü, bu dünyayı patlatmaksızın, dünyanın tekil biçimlerinde, durumlarında, eylemlerinde” betimler. Bu ön-görünüşün, “eksiksiz görülebilirliğinin” nedeni budur. Bu bakımdan, sanat “hayal olmayandır”; çünkü sanat “olmuş olanın uzatma çizgisinde, biçimlendirilmiş tümlenmesinde” etkinleşir. Bu yüzden, Antik dönem yazarı Juvenal, “fırtınalı bir havanın bütün korkunç yönlerini anlatmak için”, bu havayı “poeticatempesta” diye adlandırır (Bloch 1985, s. 248).

Sanatçı, doğaya biçimlendirilmiş ikinci bir doğa verir

Bloch’un açımlamasıyla, bu anlayış öyle derinlere işler ki, Goethe, Diderot’ya ilişkin açıklamalarını içeren ‘Resim Sanatı Üzerine Deneme’ adlı yazısında “yalnızca yeniden üreten doğacılığa karşı gerçekçiliğin yoğunlaşmasını koyar.” Ve şöyle der: “Böylece sanatçı, kendisini de yaratan doğaya teşekkür ederek, doğaya ikinci bir doğa, ancak duyumsanmış, düşünülmüş ve insan tarafından yetkinleştirilmiş bir doğayı” geri verir.

Bu insanlaştırılmış doğa, aynı zamanda “kendi içinde yetkinleşmiş, ama Hegel’in öğrettiği gibi, daha önce tümlenmiş bir idenin duyusal görünmesi anlamında değil”, Aristoteles’in gösterdiği yönde “içsel güç olarak büyüyen her yönüyle belirginleştirme” anlamında bir doğadır. Aristoteles’in deyişiyle, bu “tipik görülürleştiren şeyi” güçlü şekilde yeniden anımsatan Engels’in tümcesiyle, gerçekçi sanat, “tipik karakterlerin, tipik durumlarda serimlenmesidir.” Engels’in tanımındaki tipik olan, “ortalama bir şey (veya sıradan bir şey) değil, tersine anlamlı karakteristik olandır.”

Bu belirlemeleri açımlayalım: Sanat yapıtına tikellik özelliği kazandıran budur. Sanat ‘sıradan olanı’ betimlemez; sıra-dışı olanı, ondaki sıra-dışılığı serimleyerek, oluşur ve kalıcılaşır.

Estetik hakikat sorusu veya sorunu bu çizgide yer alır. Bloch’un tanımlamasıyla, “sanat, bir laboratuardır ve aynı zamanda uygulamaya koyulan olanakların şölenidir.” Doğal olarak bu süreçte deneyimlenen seçeneklerle birlikte. Burada uygulamaya koyma ve sonuç “temellendirilmiş görünüş tarzında” olur; bir başka deyişle, “dünyaya özgü yetkinleştirilmiş ön-görünüş” tarzında gerçekleşir. Büyük sanatta “fanteziden tasarımlama” ve “sınır aşma en görünür biçimde eğilimsel çıkarımın ve somut ütopyanın yüzeyine sürülür.” Ayrıca yetkinleştirme çağrısı, “yalnızca belli ölçülerde edimselleşir” ve yalnızca “estetik ön-görünüşte” kalmaz.

Bu konuda edebiyat değil, toplum karar verir. Öncelikle tarih, “çekincelere karşı müdahaleci karşı hamleyle” ve eğilimin uygulamaya yönelik gerçekleştirimiyle, “özsel olanın, sanatın mesafesi içinde yaşamsal ilişkide artan ölçüde görünmesine” yardımcı olur. Sanatın “oyunlaşarak hayale dönüştüğü” her yerde, güzellik, “gelecekteki özgürlüğün sezgisini” aktarır; gelecekteki özgürlüğü duyumsatır. Çoğu kez yetkinleştirerek, ama hiç bitirmeyerek duyumsatır. Goethe’nin bu yaşam ölçütü, aynı zamanda “vicdan ve içerik vurgusuyla bitirilmemiş olana yönelik olarak” sanatın da yaşam ölçütüdür (Bloch 1985, s. 249- 250).

edebiyathaber.net (2 Ağustos 2018)

Yorum yapın