Samet Altıntaş: “Herkes kendi İstanbul’unu anlatır, dinler, demlenir.”

Şubat 8, 2021

Samet Altıntaş: “Herkes kendi İstanbul’unu anlatır, dinler, demlenir.”

Söyleşi: Soner Sert

1986 yılında, işçi bir babanın ve ev hanımı bir annenin ikinci çocuğu olarak Almanya’da dünyaya gelen Samet Altıntaş, ilkokulu babasının memleketi Yalova’da, ortaokul ve liseyi “anavatanım” dediği Bursa’da okur. 2009’da Marmara Üniversitesi Tarih Bölümü’nden mezun olan Altıntaş, 2004’ten beri Üsküdar’da yaşıyor, proje editörlüğü ve metin yazarlığı yapıyor.

2012’de Bursa Osmangazi Belediyesi’nin düzenlediği Ahmet Hamdi Tanpınar makale yarışmasında ödüle layık görülen, 2016 senesinde Bursa’nın Daveti-Bir Osmanlı Başkenti Güncesi adıyla şehir tarihi kitabını yayımlayan Samet Altıntaş’ın, bu çalışma, Washington Kongre, Princeton Üniversitesi, Harvard Üniversitesi, Chicago Üniversitesi, Stanford Üniversitesi, Oxford Üniversitesi kütüphanelerinde araştırmacılara kaynak kitap olarak sunulur. Yazarın son çıkan kitabı Boğazın Dört Muhafızı, dört tarihsel şahsiyet üzerinden İstanbul’un fotoğrafını çekiyor. Yazarla kitabını konuştuk.

İstanbul, neredeyse yazı icat olunduğundan beri, her daim anlatılagelir. Siz de yaşamış karakterleri merkeze alarak İstanbul’u anlatıyorsunuz. Bir yazar olarak düşündüğünüzde, İstanbul’u cazip kılan nedir?

Şüphesiz İstanbul, insanlığın şehirle ilgili tecrübesinde güzel bir tesadüf. Tarihinde; mitolojik anlatıyla jeolojik geçmişin beraber, yan yana yürüdüğü, zannediyorum fazla şehir yok yeryüzünde. Bir kere bu bile, ‘İstanbul’ dediğimiz canlı heykeli ölümsüz kılıyor. İstanbul; sadece Yalova 1995’te il olmazdan evvel bağlı bulunduğumuz şehir demek değildi benim için. Ailemin bir tarafının ağzından dinlediğim eski İstanbul sahneleri, kent hafızamın taslaklarıydı diyebilirim. Okur-yazarlık maceramda ise İstanbul; Osmanlı İmparatorluğu’nun ilk başkenti Bursa’dan sonra son payitahtı olmasını imliyor. Zaten hemen her anlatımım da genel olarak ismini saydığım iki şehrin haritasını göstermekle geçiyor.

Eserinizin en dikkat çekici temalarından biri; zaman olgusu… Anlatmak, zamana meydan okumak mıdır? Yazma hali, yazarın sonsuzluğa mektubu mudur? Ne düşünüyorsunuz bu konuda?

Walter Benjamin,“Bizden öncekilerin içinde yaşadıkları havadan hafif bir esintiyi biz de duyumsamaz mıyız? Kulak verdiğimiz sesler içerisinde, artık susmuş olanların yankısı yok mudur? Böyleyse eğer o zaman geçmiş kuşaklarla bizimkisi arasında gizli bir anlaşma var demektir.” der Pasajlar’da. Ben de aslında bu sırrı ortaya çıkarmak, tarih dediğimiz o, zaman-alan bileşkesinin formüllerini bulmak için yazıyorum. Kaydettiğim notlar, sonsuzluğa mektuptan ziyade, ölümlü bir bireyin çaresizliğinde kendini avutmak için icat ettiği sesler ve renkler gibi sanki.

İstanbul, pek çok tarihi şahsiyet üzerinden anlatılabilir. Siz eserinizde dört tarihsel kişiliği merkeze alıyorsunuz? Bu isimleri seçmenizin sebebi neydi?

Hiç kuşku yok ki herkes kendi İstanbul’unu dilediği kişiler üzerinden anlatır, dinler, demlenir. Ben eski İstanbulluların daha yoğun yaşadığını düşündüğüm bir geleneği yeniden hatırlamak istedim aslında. Boğaziçi’ni koruduğuna inanılan Aziz Mahmud Hüdayi, Beşiktaşlı Yahya Efendi, Yuşa Aleyhisselam ve Telli Baba’nın biyografileri üzerinden tarihin, tasavvufun, şiirin, mimarinin, müziğin, edebiyatın beraber göründüğü bir İstanbul fotoğrafı çekmeye çalıştım.

Eseriniz bir yanıyla portre, bir yanıyla şehir ansiklopedisi, bir yanıyla geleceğe mektup, bir yanıyla tarihsel anlatı, bir yanıyla da akademik çalışma türünde sanki… Siz nasıl tanımlıyorsunuz çalışmanızı?

Bu saydıklarınız hepsinin iç içe geçtiği bir anlatı olarak görüyorum. Bazen etrafına toplanan kalabalığa başka hayatların da yaşandığını kaydeden bir hikâyeci, bazen turist kafilesine heyecanla yapıları anlatan bir rehber, bazen tarihin sessize aldıklarına söz hakkı veren bir tarihçi, bazen dipnotları okura bilhassa gösteren bir hoca ama hepsinden önemlisi iflah olmaz bir romantik görüyorum.

Eserinizi okurken, okuyucu tarihin gizli bahçelerinde salınıyor gibi daha çok. Düşler, resimler, anılar arasında gerçeklik olduğu gibi duruyor. Gerçeklik, kurgunun bir araya gelip oluşturduğu bir kavram mıdır? Ya da tam tersi mümkün müdür? Siz kurgu ve gerçek arasındaki ilişkiyi nasıl yorumluyorsunuz?

Zaman geçtikten sonra sadece ‘geçmiş’ olduğunu görüyorsak; bence her şey bir fiction. Bu yüzden, tarihte bir biçimde yaşamış, bizlere ismiyle, resmiyle, sesiyle iz bırakmış, şehrimize işaret levhaları koymuş olanların öykülerini derliyorum. Ve onlar sanki az önce bu dünyadan geçmişçesine hatıralarını hatırlatıyorum. Hacı Bayram’ın “Nâgehân ol şâra vardım ol şârı yapılır gördüm/Ben dahî bile yapıldım taş ü toprak âresinde” dediği mutlak gerçeklikte her şey Tanrı’nın kurgusudur zaten.

Siz, aynı zamanda bir tarih anlatıcısınız da… Konu İstanbul olduğunda tarihçinin düşünceleri ayrıca önem taşıyor. Sizce İstanbul’un tarihine sahip çıkabildik mi? Bu kenti deforme ettiğimizi, dönüştürdüğümüzü düşünüyor musunuz? İstanbul’un geçmişine zarar verdik mi sizce?

Tarihçiler; geçmişi hikâye eden kişilerdir. Tarihçi; alet çantasındaki malzemeyle geçmişi yeniden tasarlar. Buradan şehirlerin korunması hususuna gelirsek… Bugün ‘Türkiye’ diye bir ülkemiz var, ama göğsümüzü gere gere göstereceğimiz, içinde yaşamaktan her anlamıyla mutluluk duyacağımız bir şehrimiz yok, sizce var mı? 19. yüzyılda II. Mahmud’un, başşehre olan göçün önüne geçmek için birtakım önlemler aldığını hatırlatayım öncelikle. Münevver Ayaşlı’nın “Zavallı Menderes’te, şehircilik bilgisi nerede? Üstelik İstanbul sevgisi de yok. İstanbul’u hiç tanıyamayan, hissetmeyen küçük bir taşralı” diye tarif ettiği Başvekil’in uygulamaya koyduğu 1956 İstanbul İmar Planı’yla Konstantin ve Fatih’in şehri büyük oranda ortadan kaldırılmıştır diyebiliriz. Sadece geçmişine değil, çarpık kentleşme hamleleriyle bugününe de zarar veriliyor İstanbul’un. Çünkü Türkiye’de şehircilik meselesi, ideolojik değil nörolojik bir vakadır.

Hazırladığınız yeni bir çalışma var mı? Günleriniz nasıl geçiyor?

Burada ilk kitabım Bursa’nın Daveti-Bir Osmanlı Başkenti Güncesi’ni anmam icap ediyor. Çünkü kalem oynattığım hemen her konunun arkeolojisi oradaki metinlerde saklı. Yeni çalışma olarak; dergilerde yayımlanmış şiirlerimi (gençlik heveslerimi) iki kapak arasında toplayıp, kendime bir 35 yaş hediyesi vermek istiyorum. Bunun haricinde daha önce modern Türk şiirlerini akustik-rock formunda bestelediğim şarkılar; bir albüm, bir EP, bir de single olarak ‘piyasa’ya çıkmıştı. Şimdi yine belki de son kez şiir bestelerinden müteşekkil bir kayıt için stüdyoya girme planım var. Tüm bunların üstünde, kızım Azra Gülce ve oğlum Cem’in hayata attıkları o ilk adımlarında yanında olmaya çalışıyorum. Camide saklambaç oynuyoruz, parklarda yerden yüksek. Bir yandan şehri birlikte geziyoruz, öte taraftan okuduğumuz kitapların hayallerini boyuyoruz. Hep beraber büyüyoruz yani… Çünkü ‘kadın büyüdüğünde anne, erkek büyüdüğünde çocuk olur’muş.    

edebiyathaber.net (8 Şubat 2021)

Yorum yapın