Şairin poetik ölümü | Tekin Budakoğlu

Ocak 22, 2013

Şairin poetik ölümü | Tekin Budakoğlu

 “Vergilius’un Ölümü her şeyden önce, sonu hiç gelmeyecek bir tartışmaya yoğunlaşıyor: Sanatın ve sanatçının kimliği, amacı, kendini ifade etme biçimi… Bugün, sanat eleştirmeninin nerede durması gerektiği üzerine yapılan tartışmaların özü de zamana göre şekli değişen bu çelişki aslında: ‘Piyasa’ mantığının ‘öz’ün önüne geçmesi yüzünden sanatın ve sanatçının durduğu/duramadığı yeri parmakla işaret etme şansımız günden güne azaldığı için her ne kadar tartışma ‘eleştirmenin rolü’ düzlemine devşirilerek asli noktalardan uzaklaştırılmaya çalışılsa da, Broch tartışmayı merkezinden; yani sanatçının gözünden, bizzat sanatın dinamiklerine doğru irdeleme cesaretini gösteriyor.

Vergilius’un Ölümü’nü başyapıt, bir sanatçı romanı yapan da bu.”  

Hermann Broch’un,  dilindeki özgünlüğü ve ayrıksı tarzı nedeniyle başka bir dile çevrilemezliğiyle ünlü romanı Vergilius’un Ölümü,  Ahmet Cemal’in on yılları aşan incelikli çalışması ve romanın çevrimini “bitmesi gereken bir iş” düşüncesinin büsbütün uzağında, bittiğinde üzüntü duyacağı “bir çeşit tutku” olarak gören duyarlılığı sayesinde dilimize çevrildi. Burada, sıradan bir çeviri süreci yerine, bir yaşam hikâyesinin varlığına değinmek gerek; çünkü ömrü edebiyat çevirileriyle geçen ve Vergilius’un Ölümü için “Günün birinde, ancak bu kitabı çevirmeyi başardığım takdirde, kendime ‘çevirmen’ diyecektim” diyen Ahmet Cemal’in, romana duyduğu aşırı sevgi ve bağlılık satırların dokusunu da biçimlendiriyor.

Henüz girişte Vergilius, kökeninin yalınlığından kopmak zorunda kalan ve toplumun dışına sürüklenerek kendi hayatına sadece konuk olabilmiş biri olarak anlatılınca, sevgiden bütünüyle yoksun bir ailenin çocuğu olan ve benzer hisleri hep yaşayan Ahmet Cemal, Vergilius ile metin düzleminde bir karakter özdeşliği, ruh ikizliği bulur ve bir öteki-ben dediği Vergilius’u anlatan romanı çevirmek onun için bir ideale, aşka dönüşür. Her şeyden önce, romanın çevrimini kendisi için mutsuz hayatının dışındaki “yaşanabilir ikinci hayata kaçış” olarak gören Ahmet Cemal’in, karakter izdüşümü kurduğu Vergilius aracılığıyla romanın gizil kahramanlarından biri olduğunu ve romanı ancak böyle bir sahiplenmenin sonucunda, bir başka dilde yine sanat değerini taşıyabilecek düzeyde yeniden-üretme seviyesine eriştirdiğini söylemek mümkün.

Metne dağılan imgeler

Vergilius’un Ölümü, Roma İmparatoru Augustus devrinde yaşayan ve Batı edebiyatının en önemli şairlerinden sayılan Publius Vergilius Maro’nun son on sekiz saatini; daha doğrusu Vergilius’un son on sekiz saatinden yola çıkarak hayatı, ölümü, hiçliği, bilgiyi, iktidarı ve daha pek çok olguyu anlatıyor, tartışıyor; farklı bakış açıları oluşturarak roman dilinde yeniden yaratıyor.

Bu yeniden yaratma sistematiği, Vergilius’un Ölümü’nün önemli noktalarından. Öyle ki Vergilius’un iç monologlarıyla başlayan romanda olay örgüsü yok denecek kadar az; bunun karşısında parça parça olguları çözümleyen Broch, Proustvari kişilik çözümlemelerini ve topluma, sanata karşı eleştirilerini kat kat gelişen ve üst üste binen dil becerileriyle ortaya döküyor. Kimi zaman iyiden iyiye içe kapanan anlatım, bir müddet dilin içinde biriktikten sonra imge patlamasıyla tekrar açılıyor ve okura da metnin bütününe dağılan bu imgelerin peşine düşerek kimi zaman kadere, kimi zaman bilgiye, sanata ve iktidara uzanan felsefe/edebiyat yolculuğunda belirli bir konuyu değil; düşünceleri, edimleri ve kelimeleri takip etmek kalıyor.

Gerçek bilgi, ölümün bilgisidir

Vergilius, Augustus’un doğum günü kutlamalarının yapılacağı Brundisium’a bir tahtırevan üzerinde neredeyse yarı ölü vaziyette indiğinde, şairliğini ve hayatını da sorgulamaya başlar. Zenginlik, boşvermişlik içindeki insanları gördüğü ilk anda, şairin/sanatçının elinden bir şey gelmediğini, yalnızca dünyayı ihtişama boğup yücelttiğinde ona kulak verildiğini düşünür; oysa Vergilius, bilgi olmadan ortaya çıkan sanatın içinin -diğer bütün varlık unsurları gibi- boş olduğunu bilir: Kendisini ancak bilgi kurtarabilecektir; bu bilgi, ölümün bilgisidir.

Bu noktada, Vergilius’un ruh yapısı belirginleşir: Vergilius ölümün, dünyadaki bütün bilgilerin üzerinde olduğunu ve kendisinin ölümün bilgisine ulaşamayan bir kör olduğunu düşünür. Ölüm onun için bir cezbeye, ulaşılması gereken bir merhaleye evrilir; bu yüzden bir soylu gibi tahtırevanda taşındığı sırada kendisine hakaret eden halkın bu kötülüğünü hak ettiğine inanır; çünkü onun hayata karşı körlüğü de bu kötülüğün bir parçasıdır. Gerçek bilgiye ulaşamamanın körlüğündeki Vergilius’tan yaşamın bütün çekiciliği adım adım uzaklaşmaya devam eder ve hayat denilen oyuna katılmış olduğu için utanç duyan Vergilius’a halkın aşağılamaları, neredeyse bir övgü gibi gelir: Hayat onun için bir oyun, ölüm ise tek gerçekliktir.

Vergilius gece olunca, üç kişinin bir adamı öldürdüğüne tanık olur, buradan yola çıkarak Tanrı ve sanat hakkında düşüncelere dalar. İnsanın kötülüklerini düşündükçe, üstesinden gelinememiş varoluşun bomboş yüzeyi olan hayatın katlanılmaz olduğunu hisseder. Ölüm döşeğinde, kavuşamadığı aşkı Plotia’nın ve çocukluğunun görüntüsüyle bir çeşit rüya-gerçek ikileminde; sanat, şiir ve aşk üzerine girdiği diyaloglarda Vergilius için bu dünya ve öbür dünyanın sınırları gittikçe silikleşecek ve adeta uyku ile uyku olmayan birbiri içine geçecektir.

Şairin varlığı, şiirin yokluğu

Vergilius, Roma tarihinin destanı sayılan ve henüz bitirmediği Aeneis’i ölüm döşeğindeyken yakmaya karar verir. Çünkü Aeneis dünyada olduğu sürece Vergilius da gün be gün hatırlanacak ve bu ölümsüzlüğün yapaylığına sıkışıp kalacaktır; oysa Vergilius, bin kez ölmemek için, en ölümsüzlerin de, yaşayabilecekleri daha mutlu çayırlara kavuşmak uğruna yarattıklarını yok etmeleri gerektiğini artık bilmektedir. Aeneis’in yokluğu, Vergilius’un sanatın zindanından kurtularak ölümün bilgisine ulaşabilmesi ve başka bir zamanda, başka bir âlemde varoluşunu tamamlayabilmesi için tek koşuldur.

Vergilius, Aeneis’i yakma fikrinden bahsedince, kendisini ziyarete gelen şair arkadaşları Lucius ve Plotius dehşete kapılır. Onlar Vergilius’u ikna edemeyince bu kez odaya Sezar Augustus gelir ve ikili arasında sanatın amacı, ölüm, iktidar konularında uzunca bir diyalog yaşanır. Augustus’un amacı, kendisine ithaf edilecek olan Aeneis’i Vergilius’tan almaktır; ölmek üzere olduğunun farkına varan Vergilius ise ölümü bilmemenin korkusu kendisini sardığı için Aeneis’i kurban etme zorunluluğunda diretir: Çünkü yalnızca ölümü bilen, hayatı da bilebilir ve ona göre şiir, ölümün bilgisine giden yolda onun önünü kesmektedir. Augustus ona, şiir ile neyi hedeflemiş olduğunu sorduğunda Vergilius, hiç düşünmeden, “Ölümü öğrenmeyi,” der.

Söylemlerinde Aeneis ile Roma’yı aynı kefeye koyan Augustus’un görüşleri, sanatın aidiyeti ve kimliği üzerine günümüzde hâlâ çözülememiş paradokslara kadar uzanır. Devletin karşısında bireyin bir hiç olduğunu ileri süren Augustus, kendisi nasıl bireysel hırslarından sıyrılarak Roma’yı bütünleştirip halka sunduysa, sanat eserinin de halkın yararlarına ve böylece devlete hizmet etmek zorunda olduğunu savunur. Bunun karşısında tekil ruhun inançlılığını halkın, devletin ve hatta tanrıların ötesinde gören Vergilius ise Roma’ya hiçbir borcu olmadığını düşünerek kendi kişisel özgürlüğünün peşine düşer.

Bir kült roman

Vergilius’un Ölümü her şeyden önce, sonu hiç gelmeyecek bir tartışmaya yoğunlaşıyor: Sanatın ve sanatçının kimliği, amacı, kendini ifade etme biçimi… Bugün, sanat eleştirmeninin nerede durması gerektiği üzerine yapılan tartışmaların özü de zamana göre şekli değişen bu çelişki aslında: “Piyasa” mantığının “öz”ün önüne geçmesi yüzünden sanatın ve sanatçının durduğu/duramadığı yeri parmakla işaret etme şansımız günden güne azaldığı için her ne kadar tartışma “eleştirmenin rolü” düzlemine devşirilerek asli noktalardan uzaklaştırılmaya çalışılsa da Broch tartışmayı merkezinden; yani sanatçının gözünden, bizzat sanatın dinamiklerine doğru irdeleme cesaretini gösteriyor.

Vergilius’un Ölümü’nü, başyapıt, bir sanatçı romanı yapan da bu.

Broch’un konuyu, “olaylar silsilesi” anlayışının adamakıllı uzağında, ölümün eşiğindeki bir şairin “edebi sayıklamaları” şeklinde anlatması, dış dünyanın iç dünyaya dönüşmesi ve imgelerin belirginleşmesi adına ne kadar önemliyse müzikaliteyi yakalamak için kendini tekrar eden cümlelerle örülü, anlam kadar sese de dikkat eden ve çok yönlülüğe, çok anlamlılığa alan açan dili de Vergilius’un Ölümü’nün en özgün unsurlarından biri.

Sözün özü, Vergilius’un Ölümü, şairin hayatını poetik bir dil ve çok katmanlı kurgusuyla ele alan; şiir sanatının sorunlarına, hayatın özüne, varlığa ve daha pek çok meseleye çözüm arayan; imgelerle örülü, sanat değeri ve kudreti oldukça yüksek bir kült roman.

Tekin Budakoğlu – edebiyathaber.net (22 Ocak 2013)

Yorum yapın