Öyle bir zamandı ki… | Feridun Andaç

Eylül 4, 2018

Öyle bir zamandı ki… | Feridun Andaç

“Eğer nostalji, bugüne karşı saldırgan ve dışlayıcı        

olursa, vazgeçmek en iyisidir.”                                  

Michel Foucault

Gözlerimi karartarak düşündüm!

Evet.

Kapamadım.

Aramızdaki mesafenin rengini görmek istedim yalnızca. Bende  yaşayanları, unuttuklarımı, bir imgeyle hatırladıklarımı…

Evet; her birinin bir rengi varmış belleğimde. Bunu ise şimdi görebiliyorum. Durup dururken hatırlayamaz,  o mekânlara gidemez, insanlarla geçen zamanlarınıza dönemezsiniz.

Mesafe zamanın geçmişliğinin, uzaklığının, hatta kaybolup yitip gidenlerin adıdır belki de!

Bir rengi var mıdır bunun?

Rebecca Solnit, “var” diyor:

“Mesafenin rengi, bir duygunun rengidir aynı zamanda, yalnızlığın, arzunun, oranın buradan görünüşünün, bulunamadığın o yerin rengidir ve asla gidemeyeceğin yerin rengidir.”

Karartma gecesindeymişçesine belleğimin labirentlerine uzandım. Geçmişe uzanmak değildi niyetim. Ama artık bir “aile ansiklopedisi”ne dönüşen fotoğraf albümlerimden aradığım bir fotoğrafa erişmek isterken, biri beni durduruyor. Albümün ince zarı andıran koruyucu kâğıdını hafifçe aralıyor, bu “aile/akraba” fotoğrafına dikkatle bakıyorum.

Bununla yetinmeyip, zihnimden bir kara örtü indirip açık gözlerimle o “geçmiş”e uzanıyorum.

Bize neşe ve zevk taşıyan zamanlara… hiç büyümeyeceğimizi sandığımız ânlara, hep öyle kalacağını sandığımız mekânlara uzandım.

Zihnimin haritasında beliren o yer, mekân tek tek renklenip biçim aldı birden belleğimde. Tutup çizsem her birini, sanırım o köşedeki evin oturma odasında duvardaki guguklu saatten başlarım.

Saat bütün zamanlarımızın ayarı kadar, imgesiydi de.

O odaya adım atığımızda gözüm ona ilişir; ‘kaçta geldik’i bir yere kaydederdim.

Her saat başı ötüşen guguk kuşunun sesini bekleyişlerim sevinç kadar, nazlı kederdi de:

“Kaçta gideceğiz,” ara ara dönüp sorduğum isteksiz bir soruydu aslında. Bu, gitmek istememekti! Orasını dönüşü olmayan bir ev gibi düşlüyordum; “Hadi, Bünyamin amcanlara gidiyoruz,” dendiğinde.

Evin cıvıltısı, neşesi o üç genç kız/çocuk…

Bırakılmış yalnızlığımı depreştiriyor şimdi her birinin imgesi.

“Sarıkız”: Semiha.

“Karakız”: Semile.

“Samime”.

Sesleri…

Yüzlerindeki gülümseyiş… Yaşadığımız zamanı durduran, bize aidiyet duygusunu taşıyan duygululuk ânları…

Her birinin bambaşka özelliği var. Yaşamın rengi kadar evin, ev içinin, evde süren hayatın bütün ritüellerini adeta paylaşmışlar. Ama ortak yanları el becerileri ve zarafetleri. Samime Abla, bir orkestra şefi gibi.

İlk kez:

“Biz akrabayız,” sözünün anlamını kavrayabildiğim yerdi orası.

“Nasıl,”, “nereden” sorularını sormadan; yalnızca yaşanarak hissedilebileceğini bize öğreten bu yakınlık  zamanlarını hatırlıyorum şimdi.

Onlar hep öyle kalacak, ben büyümeyeceğim, onların evle bizim evin arasındaki mesafe hep öyle duracak. Üç Kümbetleri her sabah her birimiz farklı pencerelerden izleyip aynı sokağa çıkacağız, aynı çeşmenin suyunu içip aynı fırından çıkan sıcak ekmeklerle kahvaltımızı yapacağız.

Hayat bizim için günü yirmi dört saate bölmüş, kent mevsimleri bizim yaşama seyrimize göre düzenlemiş sanki.

O büyük çözülmeyi yaşatan savrulmalar…

Gidenler ve kalanlar… Adım adım gelen kopuşları nasıl da fark edemedik!

“Akrabalık aidiyeti”ni ortadan kaldıran neydi sahi?!

Başka yerlere, başka kentlere göçmek mi?

Çocuk olarak bizlerin büyümesi miydi?

Büyümek değişmek miydi?

O “büyük çözülme”nin adı mıydı yoksa büyümek?

Büyüdükçe neler olabiliyordu peki?

Cortazar’ın öyküsü geliyordu aklıma: Bu büyüme ve değişme nasıl anlatılmalıydı; birinci kişi mi, ikinci kişi mi, yoksa üçüncü kişi mi anlatmalıydı?

Eğer yaşadığınızı yazıyorsanız sözü niye başkasına teslim edesiniz ki!

Hele hele çağrışımlara yönelerek bellek yolculuklarına çıkıyorsanız… Ve bir ömrün sağanağında iz bırakanlara uzanıyorsanız…

Şimdi, işte bu fotoğraftaki her bir suretin imgeye dönüşen hali bir zaman gerçekliğini getirip hatırlatıyorsa…

1955 yılı.

Bünyamin amcamın sağ eliyle kucakladığı ben, solunda da yaşdaşım sayılacak oğlu Hayri. Ve bu zaman fotoğrafını tümleyen üç kızı. Her birimiz sanki aynı zamanın tek bir noktadaki ışığına bakıyoruz.

Bellek zamanı dediğimiz şey öyledir. Sizi taşır yaşadığınız bütün ânlara. Nerede, nasıl olursanız olun; neyi yaşar düşünürseniz düşünün öncenizdeki bir ân gelip yakaladığında sizi, orada yaşayarak bugüne uzanırsınız adım adım. İşte o zamanı yaşamalarınızın başlangıcı görürsünüz hep.

Benim zamanım da sanki bu fotoğrafla başlıyor.

Çıkacağınız  yolculuğu adlandırabilecek bir yer/mekân/duygu atlası var ise eğer, yolların başlangıcı diyebilecek bir fotoğrafla hayata tutunarak yol alacaksınız demektir.

Zaman orada gözlerinizde, bakışlarınızda, bir araya gelme duygunuzda, sizi kucaklayan sevgide, geleceğe taşıyan yakın duruşta…

Yitirdiğiniz şeyleri hatırlatan zamanın yolcusu oldunuz madem, hadi siz de açın albümünüzü; yaşanmadığını sandığınız zamanların labirentlerine dönün yüzünüzü, eminim ki orada yakalayacağınız kendi zamanınıza dair ipuçları olacaktır.

Feridun Andaç – edebiyathaber.net (4 Eylül 2018)

Yorum yapın