İstanbul’da uyanmak | Selva Trak Ulupınar

Aralık 7, 2017

İstanbul’da uyanmak | Selva Trak Ulupınar

Masallarda olduğu gibi doğru ile yanlışın, zalimle mazlumun, kadınla erkeğin ve daha pek çok tezat ögenin karşı karşıya getirildiği bir roman “Uyanan Güzel”. Toplumcu gerçekçi yazarlardan Jale Sancak, yeni yayımlanan romanında birkaç toplumsal sorunu birden duygusal çağrışım yapan imgelerle harmanlayarak ele alıyor.

“Uyuyan Güzel” masalına atıfla “Uyanan Güzel” adını alan kitabın konusu, anlaşılacağı üzere en başta, toplumumuzda çoğu kadının yaşadığı sorunlar üzerine kurulu.

Efsanevi bir anlatımla başlayan eser, sona erene dek ara ara günümüz olayları ve kişileriyle yer değiştirerek devam ediyor. Değişmeyen tek unsur ise mekân yani İstanbul:”Kâhin o yönü göstermişti… Yarımada bakirdi, huzurluydu, toprak gümrahtı, denizden bereket fışkırıyordu, hemen işe koyulmalı, koloniyi kurmalıydı. Şükran duygusuyla, suyla oynaşan kartal gagasının üstüne Denizler Tanrısı Poseidon için bir tapınak inşa ettiler. Ardından surlarla çevirdiler yöresini. Şehir böyle başladı; böyle başladı ağacın kesilişi ve taşın yerinden edilişi.” 

Özellikle kurguya geçmeden önceki son cümle, “Şehir böyle başladı; böyle başladı ağacın kesilişi ve taşın yerinden edilişi.”, romanın konusunun can alıcı yönü adına ilk mesajı veriyor okuyucuya. Kitap boyu baş kahraman Vahide’nin yaşadığı İstanbul’un kurulduğu günden beri geldiği içler acısı durumu sıklıkla vurgulanıyor. İstanbul’u çok seven ve onun için derinden kaygılanan Vahide’nin kendi özel sorunlarıyla mücadelesi sırasında  kentin sorunları da  gözünden kaçmıyor.  Kısaca kitap, sorunlu kentin sorunlu kadınıyla  iç içe işlenen olaylar silsilesi ile devam ediyor: “Ne çok alçak var hayatımızda ya. Azim Bey, şu canım yarımadayı gökdelenler ormanına çevirenler, ağaç düşmanları… Yeşil bitti gerçekten. Metal, cam, beton.”

Bir mahalle terzisi olan Vahide ile Bosna savaşı sırasında tek bacağını kaybetmiş Romanyalı çingene çalgıcı Adrian arasında yaşanan duygu yoğunluğu, yaşamın acı gerçeklerini yumuşatan bir renk olarak giriyor kurguya. Vahide ile karşılaşana dek tek amacı protez bacak parası biriktirmek olan Adrian, ruhundaki savaş yaralarını İstanbul ile iyileştirmeye çalışarak İstiklal Caddesi’nde sokak çalgıcılığı yapan bir genç adam. Vahide ise savaş yerine gençlik yıllarında babası Azim Bey’in yaraladığı, olgunluk çağında, mutsuz bir kadın. Yaşamın tatsız bir sürprizi olarak yatalak babasına bakıyor.

Adrian’ın Bayan Parriot adını verdiği akordeonunun körüğünde can bulan iç sesi, kitaptaki anlatıcıların çeşitliliği açısından önem kazanıyor.

Efsanelerin ruhunu şehrin ruhsuz gerçekliğiyle bir araya getiren tezat unsurlar, günümüzde içinde bulunduğumuz durumu tüm berraklığıyla gözler önüne seriyor.

Mekân içinde mekân durumunda olan İstiklal Caddesi, şehrin güncelliğine şahit olması açısından seçilmiş olduğunu düşündürüyor. Nitekim İstiklal Caddesi; kentsel dönüşüm, politik amaçlı sokak protestoları, kültür yozlaşması gibi pek çok olumsuzluğa ayna olabildiği gibi geçmişiyle ve halen yaşattığı olumlu özelliklerle de rolüne çok uygun bir mekân olarak karşımıza çıkıyor. Caddedeki yaşam, yazarın başarılı gözlemleri ve betimlemeleri sayesinde tüm doğallığıyla gözlerde canlanıyor: “Kaldırıma oturmuş genç kızları dikizleyen şu ihtiyar… Sigarasını suç gibi kapının önünde içen tezgâhtar kız, topal piyangocu… Vitrinde kendisiyle sevişen yarı çıplak havalı sarışın…”

Adrian ile Vahide’nin yaşanmamış hayatları adına ruhlarındaki ve bedenlerindeki tüm eksiklikleri tamamlayan ve âdeta onaran aşkları, acılarıyla birlikte umudu da getiriyor yaşamlarına. İki sevgilinin travmalarını kendileri gibi travma yaşayan bir şehirde onarmaya çalışmaları manidar bir durum olarak romandaki yerini alıyor.

Vahide, yatalak, güçsüz bir erkek konumundaki babasıyla tek bacaklı çaresiz sevgilisi arasında güçlü kadın görüntüsüne sahip bir karakter. Dolayısıyla cinsiyet ayrımcılığına karşı verilmiş yerinde bir örnek olarak karşımıza çıkıyor. Bu durumda, geçmişte yaşadığı olumsuzlukları artık cesur bir kadın olarak tüm gücüyle silmeye çalışarak da “Uyanan Güzel” rolünün hakkını veriyor. Üstelik yaşadığımız çağda alışıldık kötülük batağına hiç bulaşmadan. Vahide, dişiliğini tekrar hatırladığı zamanlarda bile her daim dürüst, her daim yardımsever bir karakter. Nitekim, kitabın romantik imgesi Adrian, akordeonuyla dertleşirken dillendiriyor bu gerçeği: “Kadın olsun, erkek olsun, dünyanın neresine gidersen git, güzel insan bulmak kolay değil be draga. Bilirsin, yeryüzü kötülerindir. Madam iyi insan. Altın kalpli. Kimse üzmemeli madamı.”

Aile yaşamında geçirdiği tüm mutsuzluklar sonucunda ev kavramı yerine, sorunlarından kaçış yeri ve âdeta bir sığınak olarak gördüğü iş ve iş yeri kavramlarını sıcak bulan bu kadın, toplumumuzdaki çalışan kadın görüntüsünde de olumlu bir örnek olarak sergileniyor.

Farkında olmadan resme olan yeteneğini  yaşamın mecburi istikamet olarak yönlendirdiği terzilikle telafi etmeye çalışan Vahide, kendini bulmaya başladığında Adrian’la birlikte renklerin büyülü dünyasını da keşfediyor. Kumaşların, iğnelerin yerini tuval ve fırçalar, boyalar almaya başlıyor.

Kitap boyu zaman zaman araya Sancak’ın fırça yerine sözcüklerle yaptığı tablo misali betimlemeler de giriyor ve şehrin sorunları, masalsı bir anlatımla iç içe geçerek tekrar tekrar kendini hatırlatıyor. Yazar, bir masal kentinin nasıl cehennem yerine dönüştürüldüğünü simgesel cümlelerle anlatarak okuyucuyu esir alıyor: “Gecenin içinden ayın dolunay olduğu geceleri tuhaf sorguçlu kuşlar, buhurdanlıklardan süzülen dumanlar, mor bulutlar, alevli rüzgârlar geçti. Inna, Ay Kralı’nın ırmakta yıkanan kızıyla, yortu ağaçlarının altında flüt çalan Çingene’nin masalını kulağına fısıldadı, ırmağın suları taştı, devasa vinçler devrildi, toprak balçığa kesti.”

Çoğu satırında, aslını yitiren şehre karşı bir kalp sızısının hissedildiği kitapta, romantizm esintili betimleme bölümleri zevkle okunuyor: “Yeni sahipleri kılıçtan geçirdiklerinin kanıyla yıkanmış sokakları, yeşil yeşil soluyan koruları, denizle yaren karşılıklı iki kıyıyı, ahşap oymalı, billur pencereli, ikiz merdivenli, nervürlü, sarmaşıklı köşklerle, yalılarla donatır. Kalıntıların üstünde, meydanlarda kubbeler, revaklı avlular, barok çeşmeler yükselir. El değiştirdikçe donatılır, donatıldıkça eksilir de eksilir gri şehir.”

Ve tüm yaşadıklarının sonunda İstanbul’un geldiği durum, okuyucuda iz bırakan bir cümle ile dile getiriliyor: “Hiçbir şehir bu kadar derin iç çekmemiştir.” 

Selva Trak Ulupınar – edebiyathaber.net (7 Aralık 2017)

Yorum yapın