Öykü: Sıfırlanan zaman | Rabia Coşgun

Şubat 18, 2025

Öykü: Sıfırlanan zaman | Rabia Coşgun

Kulağındaki çınlamalarla uyandığı gibi gözünü tavana dikmiş, hareketsiz yatıyordu. Bir şeyden rahatsız olup da ona çare bulamamanın yılgın bakışlarıydı tavanda asılı kalan. Çınlamalar ne zamandır vardı, hatırlamıyordu. Ama son zamanlarda epey rahatsız edici olmaya başlamışlardı. Kimisi derdi; birisi seni anıyor ki, kulağın çınlıyor. Peki ama kimdi bu durmaksızın, gece gündüz, her an her dakika kendisini anan?..

Sıkıntıyla karışık of mu, uf mu anlaşılmaz bir tıslamayla bir süredir yaptığı şeyi tekrarladı. İki elinin avuç içlerini kulaklarına bastırarak gözlerini sımsıkı kapattı. Sonra her gün yaptığı ve bir türlü muvaffak olamadığı yataktan kalkmaya çalışma egzersizini tekrarladı.   Ama hayli zamandır sırt üstü yattığı yerden yine doğrulamadı.

Beklenmedik bir anda oldu her şey, diye söylendi. 

O, birdenbire gitti. Gidişiyle dikkatim paramparça oldu. Kabullenmesi çok zordu. Bir ateş çemberinin ortasında kalakalmıştım. Gittiğim hiçbir yeri hissetmeden benim olmayan adımlarımla durmaksızın yürüdüm dağ taş demeden, uzun iklimler boyu. Kalemi tutmaya mecalim bile olmazken kalp eğrisi yazılar yazdım; uzun uzun, eğri büğrü mektuplarla doldurdum posta kutularını.

Bir mektup neden yazılırdı ki? Hiçbir zaman adresine ulaşamayacaksa neden yapılırdı onca iç dökümü? Göğsümde kocaman bir çukur açılmıştı. İçinde hiçbir nesnenin, anının ve hiç kimsenin kalmadığı bomboş bir çukurdu.

Uzayıp duran ve her gün birbirinin devamı olan bu sessiz konuşmaların ve uçuşan sessizliklerin ortasında bir anons geçti ellerini istemsizce kulaklarından çekmesine sebep olan. Hoparlörden bir duyuru okunuyordu: Çöp parlaması, İvedi Mahallesi, 1701. Sokak. Sanki uzun zamandır yattığı yerde bu anonsu bekler gibiydi. Birden siren sesleri koptu arka arkaya. Hızlı olmalıydılar. Her şey ve herkes hızlı olmalıydı. Bazı anlar beklemeye, bekletmeye gelmezdi. Anında olay mahaline ulaşmalıydılar. Çoktan yanıp kül olmuş da olabilirlerdi. Son saniyelerini dumanlar altında geçiren, alevlerin ortasında naçar kalmış bir yaşlı da olabilirdi. Yangından canhıraş bir yaşam hırsıyla kaçayım derken bir kadın pencereden de atlayabilirdi; bir çocuk dumandan yanan gözleriyle annesini çağırırken. Bir baba çok geç kalmış da olabilirdi, vedalarından kaçarken.

Sesler saman alevi gibi parlayıp geldiği yönün ters yamacında yine aniden sönmüştü. Sokak eski haline, sessiz anların rutin yaşamına dönmüştü.

Sonsuzluk kadar uzun süren bir hastalıktan yeni çıkıyordu. Nekâhet döneminde sayılırdı. Sevenleri, yakınları, tanıdıkları öyle çok beklemişlerdi ki o, uzun sessizliğinde günler, hatta aylar boyu yatarken. Neredeyse varlığını unutanlar bile olmuştu. Ses tonu, kahkahaları, öfkeleri, kederleri, sevinçleri, mutlulukları bir hayalde saklı kalmıştı. Bir insanın ömründeki kısacık anlar gibi her şey yaşanmış, bitmişti sanki.

Baş ucunda asılı saatin on ikinci aralığı geçip de dong diye vurduğu yerdeydi. Sıfırlanan zaman, sıfırlanan yaşamlar gibiydi. Aralıklar hiç sapmıyor, ne uzuyor ne de kısalıyordu. Hiçbir zaman aralığında durup beklemiyorlardı. Geçmiş, tek bir gecikmesi, pişmanlığı, inkârı ile unutulabiliyordu. Ardından süreğen tik tak sesleri yeniden başlayan her şey gibi rutin seslerini çıkarmaya devam ediyorlardı. Bazen Çin işkencesi oluyordu bu sesler, içinde kaybolduğu sessizliği bölerken, bazen de onlar da olmasa sesimi nasıl hatırlarım, anılarımı nasıl özlerim diye bir korkuya kapılıyordu. Tam bir günün frekansı tamamlanıp da uzun ok kısa olanın üzerine geldiğinde birden vuran dong sesi kimi zaman uykusunu kimi zaman da leylakların, fesleğenlerin, iğdelerin açtığı rengarenk rüyasını bölüyordu. Bundan dolayı saat her vurduğunda sanki ilk defa duyar gibi ürperiyordu, acaba bu sefer film neresinden kopacak da yarım kalacak endişesiyle. Oysa o yatarken kaç gün, kaç gece geçmişti; her geçişte kaç defa bu sesi duymuştu, saymamıştı. Dönemeçler sayılamayacak kadar derindi. Çoktan alışmış olması gerekirdi.

Ama hiç alışmamıştı. Hiçbir geçene gidene. Her dong sesinde bedeninden kalbine bir inme iniyordu sanki.

Saatin seslerine dalmışken başka bir ses siren gibi acı acı çalmaya başlamıştı. Telefonuydu bu ve aralıksız çalıyordu. Sesin geldiği yöne yürüyor, yürürken ayakları ıslanıyordu. Işığı zar zor bulup yaktığında kendi sesine bile yabancı kaldığı bir çığlıkla boğulur gibi oldu. Evi su basmıştı. Ama telefon hiç susmuyor, habire çalıyordu. Ses durur gibi oluyor, sonra yine çalmaya başlıyordu. Kim olduğunu bilmeden içinden bir küfür savurdu arayana. Biraz merak, biraz endişeyle telefonu bulmaya çalıştı. Bu arada tüm eşyalar durmaksızın yükselen suyun içinde yüzmeye başlamıştı. Diplerde bir yerde telefonun ışığını gördü. Tam eğilip alacağı vakit telefonun susmasıyla ışık da söndü ve her yer karardı. Durduğu yerde gözlerini aralamaya çalışırken telefon yeniden zırlamaya başladı. Zorla aralanan bakışlarının arasında yorganı üzerinden atabildi. Şaşkınlıkla elini komodinin üzerine uzattı.

Büyük yangının her yıl tekrarlanan yıl dönümü mesajı yansıyordu ekranda. Tam on sekiz sene olmuştu. Yangınlar sönmüş, sular geri çekilmişti. Sıfırlanan zamanla kül olan yıllara gülümserken yattığı yerden doğruldu. Kapının açılmasıyla tekerlekli sandalyeyi içeri sokmaya çalışan Esin’in günaydın diyen sesiyle günün aymasına şaşırmış gibi gülümsemesine devam etti.

Gün aymıştı.

edebiyathaber.net (18 Şubat 2025)

Yorum yapın