
İçim daralıyor. Evde duramıyorum. Bugün canım yazı yazmak istemiyor. Kendimi rahatlatmak için sokağa çıkıyorum. Keyifli bir ilkbahar havasıyla karşılaşıyorum. Evde perdelerimi hiç açmadığım için kendime kızıyorum. Güneş gözlüğümün ardından bana sırıtan güneşe bakıyorum. Sonra dilimi damağımda şaklatıyorum. Şimdiden neşeli hissediyorum. Pürkeyif bir ruh halinde yürümeye başlıyorum. Evde yapmam gereken işleri hatırlayıp, uzunca bir “siktir et” çekiyorum.
Daha nasıl iyi hissedebilirim diye düşünürken, Tekel büfesinin önünden geçiveriyorum. “Dönüşte alırım,” diyorum. Sallapati yürümeye devam ediyorum. “Keşke,” diyorum, “birisi bana yol sorsa.” Kaldırımda potansiyel yol sorabilecek insanları inceliyorum. Bir delikanlının Maltese cinsi köpeğini gezdirdiğini görüyorum. Ancak bu mahallenin sakini olduğunu biliyorum. Ardından emekli dayıları görünce “sabahın bu saatinde sokakları naftalin kokutmaya başlamış bile,” diyorum.
Tayt giymiş bir anneyi fark ediyorum, bebek arabasını ittiriyor. Gözüm memelerine takılıyor. İçim kıpır kıpır oluyor. Bana doğru gelen memelere, yoldan geçen arabaların plakalarına ve uzaktan okuyabildiğim “Eleman Aranıyor” yazan dükkanın camekânına sırayla birkaç kez bakıyorum. Anne yanımdan geçip gidince, nefis kokusuyla bir an eski sevgilimi tasavvur ediyorum. Camekânında “Eleman Aranıyor” yazan dükkanın aslında sütyen satan bir yer olduğunu fark edince, haylazca bıyık altından sırıtıyorum. “Eğer tercüman olmasaydım, başvurabilirdim,” diyorum.
Annemi hatırlıyorum. Nafile şekilde birisine sarılmak istiyorum. Bir daha görmeme ihtimaline dayanarak, karşı kaldırımda ağzında sigarasıyla bisiklet süren adamın absürt görüntüsüne olabildiğince uzun süre bakıyorum. Adam iyice uzaklaşınca kendimi olduğum yerden fersah fersah uzakta buluyorum. Harcıâlem bir cumartesi sabahında, normal insanlar çalışmak dışında nelerle meşgul olurlar diye düşünüyorum.
Bir kadının yeni yıkanmış, lavanta kokulu siyah çamaşırlarını balkona astığını fark ediyorum. Bugün henüz hiçbir şey yazmadığım için kızgınlıkla kendime feveran ediyorum. Sakinleşmek için, pejmürde kılıklı bir adamın karıştırdığı çöp konteynerinden ne bulacağını görmek üzere adımlarımı yavaşlatıyorum. Ve adam, başını toprağa gömmüş deve kuşu misali kaldırınca elindeki turuncu su tabancasını fark ediyorum. Şimdi onunla ne yapacak diye kaldırımın ortasında durmuş adamı gözlemliyorum.
Birkaç kez tetiği çekiyor ama nafile. İçi boş olan tabancadan su çıkmıyor. Sağına soluna iyice bakıyor, sanki değerli bir nesne bulmuş gibi, sonra çöpe geri bırakıyor. Bu esnada gözlem yaparken gözlemlendiğimi fark ediyorum. Çapraz binanın penceresinden bir kız çocuğuyla göz göze geliyorum. Suçüstü yakalanmış bir hırsız kadar hicap duyuyorum. Adımlarımı hızla atmaya başlıyor, başım aşağıda, yere bakarak yürümeye devam ediyorum. Belki bu şekilde para veya çeyrek altın bile bulurum diye mahcubiyetle kendimi avutuyorum.
Yolun karşısına geçme isteği duyuyorum. Önce durduğum yerden yolu kontrol ediyorum. Seyir hâlindeki taksinin geçmesini beklerken “Durdursam mı acaba?” diye düşünüp ardından vazgeçiyorum. Aynı kaldırımda yürümeye devam ediyorum. Beni kolaylıkla yolun karşısına geçirecek bir yaya geçidi aramaya başlıyorum. “Hem,” diyorum, “araba falan bana çarparsa eğer, haklı olurum ve tazminat bile alırım.” Kurnazlığımla iftihar mı etsem yoksa üzülsem mi bilemiyorum. “En garantisi bir trafik ışığı bulmak,” diye karar verdikten sonra aynı kaldırımda yürümeyi sürdürüyorum.
Kuaför dükkanının yanından geçerken içeriye dikkat kesilip bakıyorum. Muhtemelen kuaför olan, en fazla otuzlarında, kumral saçlı minyon bir kadının kendisine fön çektiğini fark ediyorum. “İyi ki kelim,” diye yerin altı metre altındaki babama teşekkür yolluyorum. Tembel birisi olduğumdan berberin kapısından geçmiyor, üstelik para tasarrufunda bulunuyor, zevzek berber muhabbetlerinden uzak kalmam cabası, deyip göğsümü kabartıyorum. Moralim iyice yerine gelmiş bir halde yoluma devam ediyorum.
“Bu sabah,” diyorum, “hiç şarkı mırıldanmadım.” Zihnimin kıvrımlarını karıştırmama rağmen bir şarkıyı dilime tutturamıyorum. Etrafa kulak kesilerek yürüyorum. Bulamıyorum. Neyse ki imdadıma seyyar eskici yetişiveriyor. Onun bağrışına kendimi kaptırıyorum. Evimde kullanmadığım veya az kullandığım eşyaları peyderpey bu adama versem mi acaba, diyorum. Bir yandan da “Hepsini birden verirsem ayıp olur,” diyorum. Zaten tek yaşıyor, tek tencere, tek kupa ve tek koltuk kullanıyorum. “Aslında kalendermeşrebimdir,” diye kendimi avutup, hiçbir şeyimi eskiciye vermemeye karar veriyorum.
Bunun hemen akabinde sokak simitçisinin çığlığına maruz kalıyorum. Sabahleyin evden çıkmadan kahvaltı etmediğimi hatırlıyorum. Sol elimle boş midemi yokluyorum. Yürürken karnımı doyuracak bir kafe veya pastane aramaya karar veriyorum. “Hem,” diyorum, “piyasa bir masa buldum mu, kafede demeyin keyfime.”
Çocukluğumdan beri insanları hem evde camın arkasından hem de aralarındayken izlemeyi severim. Anneannemle balkonda oturup paşa çayımı içerken, sokaktan gelip geçen insanlar ve arabalar hakkında yorum yapar, onlara meslekler uydururduk. Beğendiğimiz bir araba olursa eğer, hemen bir ona bir bana hayalimizden satın alırdık. Süzüle süzüle gökten düşen kuş tüyü, anneannemle olan anılarımdan sökülmeme sebep oluyor. Birkaç saniyeliğine bile olsa rüzgarın esişine kapılmış tüyü seyretmek beni keyiflendiriyor.
Aklıma hemen bir püf çiçeği üfleme fikri düşüveriyor. Bulursam eğer, insanlardan utanmadan üfleyeceğime dair kendime söz veriyorum. Önünde yürüdüğüm adamın kel kafasındaki dikiş izlerini fark ediyorum. Beyin ameliyatı mı, yoksa hazin bir kaza sonucu mu olduğuna karar vermeye çalışıyorum. Tabii adama sorma ihtimalim olmadığından, “Olsa olsa ameliyat izidir,” deyip bu konuyu kapatıyorum.
İki çingeneyi, ellerinde bıçakla bana doğru yürürken görünce tedirgin oluyorum. Ama hemen ardından arkalarında bir üçüncüsünün elinde irice bir karpuzla geldiğini fark edince rahatlıyorum. Karpuzun çekirdeklerini ayıklayıp bana öyle veren annemi sızıyla anımsıyorum.
Kendime kahvaltı yapacak bir mekan bulduğumu düşünüp, vitrininde envai çeşit unlu mamul bulunan bir pastanenin yola bakan iki kişilik masasına tek başıma oturmaya niyetleniyorum. Siparişi oturunca mı alacaklar, yoksa ben mi kasanın yanından söyleyeceğim diye karar veremeyince etrafı hızla gözden geçiriyorum
Kafasında bone, üzerinde önlük ve elinde ameliyat eldiveni olan kızın bana baktığını görünce, bu saçma manzara karşısında gülmeden, güçbela “merhaba” demeyi başarıyorum. Kızın arkasında yazılı olan “Self Service” yazısını okuyunca, canımın çektiği poğaçayı ve krem peyniri sipariş edip, önceden belirlediğim masaya kuruluyorum.
Duru ve yavaş bir ruh halinde önümden geçen insanlara bakıyorum. Hayatın hızlı biçimdeki akışkanlığına yine üzülüyorum. Hayatın bir salyangoz edasında akması gerektiğine kanaat getiriyorum. Hafif mahmur vaziyette, poğaçayı elimle mi yoksa çatalla mı yemeliyim diye düşünüyorum. Peçetemle tutup bile yiyebilirim. “Olmaz,” diyorum. Çatal bıçakla, tam bir beyaz Türkmüşçesine, kibarlık budalalığımı sergileyerek yiyorum.
“Bak hele!” diyorum. Kafası en az benim kadar karışık bir şoför geçiyor önümden. Çünkü bu kişi, arabasının arkasına hem Atatürk imzasını hem de Osmanlı tuğrasını yapıştırmış. Dünya görüşümün bu kadar karmaşık olmaması bende ufak bir böbürlenme duygusu yaratıyor.
Artık eve gitmeliyim. Karnımı doyurmuş vaziyette geldiğim yönün tersine doğru yürüyorum. Eve az adım kala, parkın içinden geçerken, benim yaşlarımda, kumral ve mavi gözlü, Jane Birikin’e benzeyen ve hatta onun gibi kaküllü bir kadının banka oturmuş elindeki püf çiçeklerini sırayla üflediğini görüyorum. Rüzgar çiçek parçacıklarını sağa sola savuruyor. İçimde coşan bir heyacanla kadının yanına gidip, “bende üfleyebilir miyim?” diye soruyorum.
SON
edebiyathaber.net (15 Mayıs 2025)