Öykü: Özür | Orkun Kumkale

Ekim 21, 2023

Öykü: Özür | Orkun Kumkale

Büyük bir bankanın operasyon merkezinde çalışıyordum. Bankanın iç işlerinin yürütüldüğü o uzun, göğü delen cam binada. Burada, ne hesaplar dönerdi, görmeliydiniz. Müşteriler verdiğimiz kartlarla para harcar, biz de ekranlardan ne yaptıklarını kontrol ederdik. Sonra da ödeme konusunda şüpheli gördüklerimize, yani bankayı zarara uğratacağını düşündüklerimize telefon ederdik.

“Bu ay size verilen limiti aştınız beyefendi.”

“Uzun süreli müşterimiz olabilirsiniz hanımefendi, ama son üç aydır ödemelerinizde aksamalar mevcut.”

Acımazdık. Çim biçme makinesiydik. Bazı çimlerin uzayan kafasını kesip hepsini aynı hizaya getirirdik. Böylece uzaktan bakıldığında süper gözüken, risk taşımayan harika müşterilerimiz olurdu.

Her sabah çok erken kalkardım. Kahvaltı yapmaz, aceleyle çıkardım evden. Ön camında bankamızın logosunun asılı durduğu iş servisi, apartmanın önünden hep aynı saatte alırdı.  Servisimiz uzun yollar kat eder, sonunda dev yapının tam önünde kapılarını açıp, çalışanları indirirdi. Balık istifi bir durum. Suratlar ölü beyazı. Dokuz oldu mu da zil çalardı. Okul zili. Zırrrrr! İş başı. Tüm hırgür o saatte başlardı. Dokuz sıfır sıfır kod adlı görünmeyen bir el, boynumuzdan tutar, bilgisayarımızın üstüne bırakırdı külçe gibi bedenlerimizi. Plazayı bu anlamda -özellikle de sabahları- mezarlığa benzetirdim. Bilgisayar ekranından mezar taşlarımız vardı. Ölmemiştik belki ama yaşıyor da denemezdi şu halimize.

Gerçi şikayet etmeyeyim. Alışmıştım artık sabahın köründe kalkmaya. En azından bir işim vardı ya. Ama bazıları benden çok daha iyi çözmüştü bankacılığı. Plazacılık oyunu derdim ben ona ve iyi rol yapmayı gerektiren bir tiyatroya benzerdi. Bu oyunu çok iyi oynadığımı söyleyemem çünkü duygusaldım ve olan biteni ciddiye alıyordum. Şu acımasızlık alemlerinde tam olarak etkin değildim. Orada elimden geldiğince başka bir adamı oynuyordum.

Ama son zamanlarda bir ses, bir yerlerde çok daha gerçekçi, daha heyecanlı bir yaşantının var olduğunu söylüyordu durmadan. Ama mekan belirtmiyordu, lokasyon atmıyordu. Ben bulacaktım o kafamdaki yeri. Ama nasıl? Aceleciydim. O güzel günleri şimdi hemen göreyim istiyordum. İstifa etsem ya? Çok mu iddialı olurdu? Bu duvarların arasından elimi kolumu sallayarak çıksam, kim tutacaktı ki beni, mahpusta değildik sonuçta. Ama aç kalmaz mıydım? Evsiz barksız, ağzı açlıktan kokmuş biri olmayı arzu etmezdim. Hem hadi plaza denen bu labirentten çıktım da özgür oldum diyelim, o kadar korkaktım ki, kesin aç kalma korkusu yüzünden başka uzak bir camdan binada şu ankine benzer bir döngüye kendimi atıverirdim. Bu kadar ucuz bir macerayı göze alacak güç henüz yoktu bende.

Ama bir gün, tüm bu sıkıcılığı sarsan ve beni perişan eden bir şey oldu.

Müşterilerden birisi ile telefonda konuşuyordum.

“Bankanızdan arıyorum,” dedim her zaman olduğu gibi.

“Buyurun?”

Yaşlı bir erkekti. 

 “Necati Özcan’la mı görüşüyorum.”

“Evet, benim.”

“Tarihi geçmiş üç aylık ödemeniz bulunmakta.”

“Doğrudur. Ancak siz benim isim ve soyadımı biliyorsunuz. Sohbetimize devam etmeden önce, sizin de isminizi soyadınızı alabilir miyim?”

Dondum kaldım. Şimdiye kadar muhatap olduğumuz müşterilerimizden hiçbiri ismimi soyadımı sormamıştı. Ayrıca yasaktı da kimlik vermek. Hadi ilk isim, belki verilirdi. Ama adam soyadımı da sormuştu. Yapamazdım. Kimliksiz, kişiliksiz, olmamız isteniyordu. İtaatkar birer tuğla gibi, plazamızı ayakta tutmalıydık. Ne komik. Oysa kurucusunu, sahibini falan hiçbirimiz görmemiştik. İçgüdü işte. Askerde de yaparlar bunu. Kişiliğini kapıda bıraktırırlar. Düşünmemen için.

Ama o an hayatımda ilk kez, telefondaki şahsın babacan ses tonuna mı aldandım, yoksa anlamsız bir şekilde boş mu bulundum bilinmez, kimliğimi açık ettim. İçimde ansızın parlayıp sönen bir samimiyet kırıntısıyla yapmıştım bunu.

“Ben,” dedim. “Ali Kemal Günışığı.”

“İsminizi verdiğiniz için teşekkür ederim,” dedi karşıdaki. Nasıl da kibar.

“Bankamızın uzun süredir müşterisisiniz. Ancak ödemelerinizi 3 aydır yapmadığınızı gözlemliyorum. Bu durumda icra, haciz ve diğer kanuni haklarımızı kullanabileceğimizi hatırlatmak adına aradım sizi.”

Şu ezbere metni kim bilir kaç kez okumuşumdur bilinmez. Haklarımızı kullanacakmışız. Neden “biz?” Futbol takımı fanatikleri de bu “biz”i çok kullanır ya. Biz yaptık, biz şampiyon olduk. Hadi ordan. Futbolcuların umrunda mı? Adam kazandığı milyarlara bakıyor. Ama taraftar, “biz” yaptık dedikçe futbolun tahtını kimse sarsamıyor. Biz de bankamız için “biz” derdik. Tuğla misali işte.  

“Doğrudur, ödemelerimi yapmadım,” dedi Necati Özcan isimli şahıs. Sesi kararlıydı.

“Peki, ödemenizi yapacak mısınız acaba?” 

Sessizlik oldu. Necati Bey için zor geçen bir karar verme anı mıydı, yoksa ödemenin neden gecikmesi gerektiğini açıklayan ve kafasında hazırladığı bir bahanesi vardı da onu mu sunmaya  hazırlanıyordu, bilemedim. Bekledi, bekledi, bir şey demedi. Kulaklığımdan adamın soluk alışı o kadar net geliyordu ki. Sanki mikrofon ciğerine kaçmıştı. Dört beş nefes daha aldı, düşün babam düşün. Bitmiyor. Sonra nefes sesi tamamen kesildi. Öldü mü?

“Alo?” diye yokladım adamı. “Orda mısınız?”

“Buradayım,” dedi öksürerek. Belki boğazına bir şey takılmıştı. Yine sustu sonra. Bir gizem bir sır dönüyor ki sormayın gitsin.

“Dinliyorum sizi Necati Bey,” diye üsteledim. Sonunda konuştu. Ne dese beğenirsiniz?

“Ödemeyeceğim,” dedi.

“Hiç mi, efendim?”

“Evet. Hiç!”

Duyulmuş şey değildi. Nasıl olur?

Ö-de-me-ye-ce-ğim! Tek tümcede özetlenmişti her şeyi,  uzun bir metne gerek duymadan.

Bir sıkıntı bastı beni, sanki borçlu olan o değilmiş de benmişim gibi üzüldüm. İsmimi de vermiştim ya. Bir samimiyet kurmak istiyorum. Adam da ser veriyor sır vermiyor. Sessizce nefes almalar, ödemeyeceğim demeler falan. Başka bir bankacı olsa bu tip sorunlu adamlara basar bir “peki efendim, siz bilirsiniz”i, sonra kapatır telefonu. Gördüm bunu yapanı. Acımıyorlar. Acımasız bir yer burası. Uğraşsın dursun avukatla, icrayla. Buraların en meşhur lafıdır. Ama duygusalım ya, bu taktikleri beceremiyordum.

Fahişeler çok sevdiği, aşık olduğu adamlara yaparmış, hani bile isteye gerçek kimliklerini açığa vururlarmış. O noktadan sonra oyunu kurallara göre oynamak bitermiş. Duygu girince işin içine böyle oluyor. Duygusuz olacaksın bu hayatta. Bak. Fahişelikte bile bir racon, bir ciddiyet mevcut. Hay kafam. Neden verdim ki ismimi? Telefonu kapatamıyorum.

Adam karşımda yine bir nefes alıp verme ritüeline girdi. Fıs fıs. Birşey konuşmuyor. Ne desem buna şimdi?

O an adam dile gelse işim ne kolay olurdu. “Kumar belasına girdim, borç yaptım, bana taksit imkanı sunar mısınız?” gibisinden bir şeyler söylese. Eşimi kaybettim, hastane masraflarım oldu. Bak bu da olurdu. En azından daha içten bir bahane olurdu. Ana avrat dümdüz Ö-de-mi-yo-rum deyince, ayıptır söylemesi mal gibi ortada kaldım. Repliğimi de bozdu herif.

“Necati Bey,” dedim. “Borcunuzu neden ödeyemediğinizi sorabilir miyim? Nasıl bir maniniz var acaba? Belki üzerinde konuşabiliriz.”

Yuh be oğlum, terapist misin, dedim kendi kendime. İyice duygusala bağlamıştım.

“Bir manim var falan demedim ki,” dedi.  “Ödemeyeceğim dedim, Bay Günışığı.”

Allah Allah. Bu neydi ki şimdi?

“Eğer bankanıza hakkımda kötü bir bildirimde bulunursanız…”

“Ee? Ne olurmuş?” dedim içimden.

“Bakın, Ali Kemal Bey. Soyadınız ne kadar güzel. Günışığı. İnsanların isimleri kendi karakterleri ile bağlantılıdır derler. Sizin de sülalenizden gelme bir gün ışığınız, temiz duruşunuz vardır kesin. Buna inanın. Size söyleyeceğim şudur. Gelin anlaşalım. Ben sizin iki taraf için de en uygun olanı yapacağınızı, yani hakkımda sessiz kalacağınızı tahmin ediyorum.”

Şok şok şok. İki taraf için de iyi olacağını söylüyor. Yani üstü kapalı bir tehdit var. Manşet: Banka çalışanlardan biri evinde ölü bulundu.

Yahu şunu anlamıyorum. Koskoca bankayım ben. Ben, ben değilim ki, bir kurumum, ona da mı saygın yok. Ama salaklık bendeydi. Adama fazla güvendim. Oysa ne demişti tahsilat servisinde çalışan ve bize bu işleri öğreten arkadaş, -ki şimdi kendisi şef oldu- demişti ki işinize duygu katmayın. Duygusuz olun. Ananız, babanız, çocuğunuz değil karşınızdaki.

Sessiz kal diyor adam bir de. Yani konuştuklarımız aramızda kalsın, borcu unut gibisinden. Neyine sessiz kalacakmışım ki? Uyuz. Elimizi verdik, kolumuzu kaptırdık resmen. Bir daha hayatta! Karşımdaki babam olsa, banka telefonundan kimliğimi vermeyeceğim. Şimdi ne yapmalı bu adama? Insanlık etmeli. Nazikistan Cumhuriyeti diye bir ülke olsa, onun da çok saygıdeğer bir Cumhurbaşkanı olsa, radyodan halka hitap etse, ey benim can halkım, güzel halkım, sizleri seviyorum, falan dese, olmaz ya, dedi diyelim. İşte o adam kadar kibar olmalıydım şimdi. Çünkü cidden adamın amacını anlamak istiyordum. Kaba olursam kaçar, adamın neden ödememekte kararlı olduğunu anlayamaz ve bir daha izini de bulamazdım. Hoş, ekrandan bakıp adamın numarasını tespit eder arardım ama, banka içinde şahsi aramalara izin vermiyorlar. Kurallara göre, müşterilerle aranda her daim uçurum olmalı. O yüzden, bu adamla tüm işimi şimdi hemen bitirmeli, kendimi de aradan sıyırmalıydım.

“Necati Bey,” dedim. “Bankamızın bazı kuralları vardır. Bunun şahsımla herhangi bir ilgisi yok. Şöyle bir durum söz konusu. 3 ayı geçen ödememe durumlarında…”

Sözümü kesip “Ödemeyeceğim beyefendi,” dedi bu kez. Geri adım attıramadım. Kafam durdu. Bir an önce defedip daha normal ve iş kolaylaştırıcı müşterilerle iletişime geçmeyi tercih ederdim. Yüzüne kapatsam? Olmaz. Adamda garip bir ses tonu, alışık olmadığım bir enerji var. Sanki benimle uğraşacak tarzda birine benziyor. Telefonu kapatırsam, daha çok azacak belki, ya da gücenip kin bağlayacak, adresimi falan tespit edecek. Alimallah, aklıma böyle şeyler gelmiyor değildi.

Bir sefer daha denedim.

“Necati Bey. Size isterseniz şöyle açıklayayım. Belki tam olarak anlatamadım. Bankamızın politikaları gereği…”

“Ne dediğinizi anladım. Açıklamaya gerek yok. Ödemeyeceğim.”

Öküzlük mü desem, dingillik mi, ne desem bilemedim. Nasıl bir tutum, nasıl bir davranış. Herhalde sorunlu biriydi. Alışkın değilimdir böyle insanlara. Biraz daha sert gireyim dedim sonra. Tahsilattaki arkadaşı sevindirecek cinsten bir ketumluk takındım suratıma.    

“Bakın kapınıza icra memurlarının gelmesini istemiyorsanız…”

“Yapmayın bunu. Lütfen yapmayın, Ali Kemal Bey. Bu hiç kimse için iyi olmaz.”

Sonra telefonu yüzüme kapattı. İçime kurt düştü o anda. Yukarı ofise çıktım. Şefime durumu anlattım. Hiçbir şey yapamaz, korkma sen, kapısına icra memurları gelince tıpış tıpış öder, sen görevini yapacaksın, bildireceksin hemen avukata, o gerisini halleder, gibi şeyler söyledi.

Gittim yerime oturdum. Bankanın bilgisayar sistemine, yaşadığım şeyleri detaylıca yazdım. Sonra kantine indim bir çay içtim. Aynı bölümden Esra diye bir arkadaşım var. Severim kendisini. Onunla şakalaştım falan. Anlamadı şakalarımı. Önemli değil. Deminki adamı tamamen unuttum ya. İyi oldu.

Yanlış hatırlamıyorsam birkaç ay falan sonraydı. Bir gün işten eve geldim. Eve girmek için anahtarı yoklarken bir de baktım kapının pervazına sıkıştırılmış bir zarf. Üstü boş, yazısız. Elime aldım, kapıyı açtım içeriye girdim. Apartman aidatları ile ilgili bir yazıdır herhalde dedim, ama zarfın üstünün boş olmasını ilk kez görüyordum. En azından daire numarası falan yazmalıydı. Kapıcı bırakmıştı herhalde, ama neden? Para mı koymamı istiyordu acaba? Nakitte mi sıkışmıştı? Bilemedim. Açtım zarfı. Spiralinden yırtılmış kareli bir defter kağıdı. Katlanmış. Onu da açtım. Mavi tükenmezle son derece özenli bir el yazısı.

“Bay Günışığı. Ailemiz bize güzel bir soyadı miras bırakmış. Ama biz, soyumuzun değerlerine göre davranmayıp aksi şeyler yaparsak, vay halimize. Tanrının gazabı tam üstümüze iner böyle zamanlarda. İcra işi falan hoş olmadı.”

Soyadı mı? Gazap mı? İcra mı? Kimden bahsediyor? Ne bu şimdi?

Duş alırken yazı kafamda. Duşta bulurum hep en mühim fikirlerimi. Beynim açılır. Dedim ki bu bizim “ödemeyeceğim” diye direten müşteri. Soyadımı sadece ona verdim ve hatırladığım kadarıyla aynı konuda bir şeyler de anlatmıştı. Mektuptaki gibi vaaz çekmişti. Ama adresimi nasıl bulmuştu ki? Kapıcı mı içeri almıştı acaba. Rica minnet. Ama asla bana sormadan böyle bir şey yapmazdı.

Kendisini telefondan aradım. Ahmet Bey dedim, siz apartmandan içeriye birini aldınız mı? Yoo dedi. Görmemiş.

İçime düştü mü bir şüphe? İlk tepki, tüm perdeleri kapattım. Bir filmde izlemiştim. Katil kurbanının oturduğu sokağın karşısına yerleşiyordu. Perdelerin arkasından, gizli gizli, dürbünle falan izliyordu. Tam zamanı denk gelince de, filmin sonuna doğru falan, bizim baş kahramanın kafasını cırtdanak… Söylemiyim.

Evin içinde bilinçsizce yürüdüm o gece. Tuvaletin ışığı hariç tüm ışıkları kapattım. Tamamen karanlık korkutur beni. Sonra bir şey aklıma geldi. Acaba, dedim, zarfı alıp polise mi gitsem. Sonra bu düşüncemden vazgeçtim. Ne yapacaktı ki polis? Ortada fol yok yumurta yok. Sadece bir zarf ve içinde anlamsız yazılar. Polis büyük ihtimalle şey diyecek, burada bir kötülük eylemine geçilmemiş. Uğraşmazlar biliyorum.

O gece hayatımda hiç olmadığı kadar kafama, düşüncelerime, bin bir türlü korkuma yenik düştüm. O hafta, hatta birkaç hafta daha, geceler boyu uyumadım. Sonra bir ara bir metot buldum. Yani bu metot zaten vardı da unutmuştum, o an aklıma geldi. Bir kitap okumuştum, Korkuna rağmen korkunla yüzleş diye. Öyle bir şeydi. Yani korkunun varlığını kabul ediyorsun, ama ondan kaçmıyorsun. Böylece korkunun saçma olduğunu falan görüyorsun, rahatlıyorsun. Denedim. Boynumu tuttum. Gel uçur kafamı dedim, bizim adamın zihnimdeki hayaletine. İşe yaramadı. Sonra, bir gündüz vakti, hafta sonu, evde tüm pencereleri açtım. Perdeleri de açtım. Karşıdan görsünler dedim.  Avrupa evi gibi. Onlar plajda, soyunma odasında, toplu duşlarda falan da anadan üryan geziyor ya. Öyle istedim, uçayım ben de evin içinde. Gerçi soyunmadım ama, şort atlet falan işte. Arada gözümle de yokluyorum karşıyı. Biri bakıyor mu karşı apartmandaki perdelerin birinin arkasından falan diyorum. Yok. Bulamıyorum. Herkeste bir perdeleri kapatma merakı zaten, kat kat hem de. Bizim katillerimizin Hollywood filmlerdeki gibi olacağını beklemek safdillikti zaten.

Bir süre sonra, yordu beni bunlar. Peşini de bıraktım. Ne yapayım? Hayat gelip geçiyor. Bunlarla mı uğraşayım. Kötülerin kafası cin gibi. Bizim gibi saf güvercinler, istediğimiz kadar uğraşalım onlar gibi plan yapamaz. Saldım ben de tamamen kendimi. Tanrı korur bizi dedim.

Velhasıl kelam, aradan uzun bir süre geçti, herhalde beş yıl kadar,  tamamen belleğimden silindi bu olay. Unuttum. Ama bir gün, bir şey oldu.

Puslu ve soğuk bir kış sabahıydı o gün.  Gökyüzü birkaç gündür dev bir siyah pamuk bloğunu andırıyordu. O sabah servis beş dakika gecikti. Kar yağışı herhalde trafiği olumsuz etkiledi diye düşündüm. Servis gelince her zamanki yerime oturdum. En arka koltukları severim. Benden önce 5-6 kişi, ön taraflara oturmuş, uyukluyordu. Sabahın köründe herkesin uykusu yarım tabii. Camlar içerideki sıcaktan ötürü buğulanmıştı o sabah. Eldivenimin avuç içini camın üzerinde oynatarak ufak bir görüntü alanı sağladım. Amacım bir şey görmek değil. Camdaki o görüntü deliğini araç gittikçe, aracın gittiğini hissetmek için açarım genelde. Neyini göreyim, nesine bakayım İstanbul’un. Bildiğin E5 otoyolu ve üzerinde bulunan milyon tane otomobil. Egzoz kokulu ömür törpüsü.

Köprüyü henüz geçmiştik. Aracın altından bir ses geldi. “Tıkırrrrt!”… Sanki bir şeyler boşalmış, halat kopmuş gibi falan bir şeydi. Şoför durdurdu aracı, indi. Dışarıda kornalar çalınıyordu. İşine yetişmeye çalışanlar çıldırdı tabii. Trafikten ötürü gecikmelere göz yumulurdu İstanbul’da ama yine de herkes stres yapardı. Zaten kim sinirli değil ki şu şehirde? Herkes kızmaya bahane arıyor.

İndim araçtan, şoföre bakayım dedim. Adam da bilmiyor, anlamaya çalışıyor, aracın altına girip çıkıyordu. Bana da dedi ağabey, aracın arka bagajında bir kırmızı üçgen trafik uyarı levhası var. Onu yola koyar mısın, üstümüze hızlıca sürmesinler. Aldım, bir on beş yirmi metre kadar ileriye gittim, eğildim, koydum bizim levhayı yere. Tam doğruldum, baktım karşıda bir adam. Yaşlı. Bana bakıyor. Beni görünce hangi banka dedi. Giysimden anladı herhalde. Kravat ceket ya. Söyledim bankanın adını. Sigarasını attı. Geleyim yardım edeyim size dedi. Peşimden geliyor. Bir de meraklı, konuşkan, tatlı bir amca ki. İşler nasıl evladım, evli misin, her gün bu yol çekilir mi, vesaire. Susmuyor. Şoförle de lak laka dalacaktı ki, şoför susturdu. Omuz atın, kenara çekelim dedi arabayı. Tamam dedik ama gitmiyor ki. Denedik denedik, cık. Bana mısın demiyor araç. Sanki minibüs değil tank.

Bu arada bizim yardımsever, tatlı, iyi niyetli halkımız, araçlarından bağırıyor. Haydi be kardeşim. Yürüyün artık! İlerleyin. Korna üstüne korna. Böyle çok ses yapınca işlerin daha mı hızlanacağını sanıyorlar bu insanlar. Dedim ya. Çok nazik, çok düşünceliyiz. Biri de yardım etmeye inmiyor arabadan. Sanki zevkimizden film çeviriyoruz. Bizim yaşlı adam bunlara bir bağırdı. Susun lan. Eli havada. Yaşına rağmen bir rüzgar estirdi ki sormayın. Araçlardakiler pıstı. Sus pus oldular. Şok oldum, adama bakıyorum. Vay be! Etkilendim. “Amca süpersin,” dedim. Amca da baktı ki samimi davrandım, ısındı bana, “Evlat,” dedi. “Sen şeyi tanır mısın? Günışığını?”

“Kimi?” dedim.

O anda kapının açılıp kapanma sesi duyuldu, konuşmamız yarıda kesildi. Şoför yanımızda belirdi. Olmuyor, dedi. Gitmiyor. Tekrar aracın altına girdi. Ama gözüm bizim yaşlı adamda. Ne demişti, Günışığı mı? Bu adam o muydu yani? Tedirgin oldum.

Bu arada bizim şoför aracın altından çıkacak gibi durmuyordu. Üşüdüm ben de. Arka kapıyı açtım içeri girdim. Yaşlı adam da peşimden girdi. İzin verdim girmesine. Eğer bir şey olacaksa, burada başkalarının yanında olsun istedim. Tek başıma, aracın arkasında saldırı falan, bok yolunda gidebilirim. Gerçi ne yalan söyleyeyim adamda hiç o tip yok. Gözümde abarttığım bir katil gibi böyle garip garip bakan, sessiz, tekinsiz bir tip değildi. Hatta hacı amcalar gibi, durmadan Allah’la ilgili bir şeyler söyleyen biriydi. İşte, Allah sabır versin, Allah yardım etsin, vesaire. Böyle bir adamın o adam olma ihtimali düşüktü. Ama o adam kafamdaki adam mıydı zaten? Veya katil sandığım adam katil miydi? Veya katil sandığım katil olmayan adam, aslında bu adam mıydı? Bir ton soru…

Girdik içeriye. Ben arkadaki yerime geçtim, adama da gel yanıma otur demedim. Normalde demeliydim, adam yaşlı başlıydı çünkü. Ama bir şey söylemedim. Zaten adam yabancı. Yabancıları servise aldığımız görülmüş şey değil. O yüzden aracın içindeyken adama soğuk davrandım. Sanki kendi isteğiyle binmiş gibi gözüksün istedim. Aslında kimsenin ruhu duymadı, herkes hâlâ  uyukluyor. Ta ki adam dayanamayıp bağırana kadar, “Günışığı isimli birini tanıyor musunuz? Ali Kemal Günışığı?”

Hop, bizimkiler uyandı. Oturduğu yerden doğruldular. Beni bu serviste tanıyanlar vardı. En önde uyuyan Esra ile aynı bölümde çalışıyorduk mesela. Diğerleri de ismen bilirdi. O da baktım arkaya döndü, ama yanıt verecek göz yok, yarı uykulu. Herkes olup biteni anlamaya çalışıyor, adam kim, ne istiyor, arabada ne arıyor, bunları düşünüyorlar eminim. Adam bir daha bağırdı.

“Ali Kemal Günışığı’nı tanıyan var mı?”

Arka sıralardan bir çalışan, atıldı. “Ne yapacaksın onu?”

“Ondan özür dilemem lazım.”

Özür derken? Ülkemizde böyle tümceler kuruluyor mu yahu? Özür dilemesi lazımmış. Kulaklarıma inanamadım. Özür dedi resmen. Abra kadabra gibi. Yumuşacık oldu içim. Gidip desem, ben oyum diye, nasıl bir manzara gerçekleşecek? Millet fevri davranıp adamı kovacak mı? Yoksa adam bana sarılınca alkışlayacaklar mı? Hani uçaklarda sürpriz evlilik teklifi falan olur, kız tuvaletten dışarı çıkınca adamı uçağın koridorunda eğilmiş bulur falan. Millet alkışlar, bağırır. Bizimki de buna döner mi acaba?

Ben bunları düşünürken şoför içeri girdi.

“Hallettim. Şimdi araç çalışacak.”

Sonra adamı gördü. “Amca çok sağ ol, ama inmeniz gerekiyor?” dedi. Millet bu film bitsin istemiyor olacak ki şoföre çıkıştı. Dur, amca bir şey anlatıyor, dedi biri. Şoför dinlemedi. Ne anlatıyorsun amca, lüzum yok. Hadi in aşağıya. Bizim adamı apar topar indirdi araçtan. Adam inince de aracı çalıştırdı.

Yüz metre kadar yol almıştık ki bağırdım.

“Levha! Levhayı unuttuk!”

Millet bana döndü. Gülümseyen kafalar. Eminim bazıları “Yaşa be!” demiştir içinden. Pembe dizi izler gibi bana bakıyorlar.  İndim. Aracın kapısını kapattım. Göz gözü görmüyor kar yağışından. Bir de sis inmiş. Hava karanlık. Gece gibi hâlâ. Arkadaki araçların farları  bana patlıyor, sahnedeki birisi gibi hissediyorum. Yavaş adımlarla yürümeler falan. Özür dilenecek ya, bir gurur, bir çalım. Gittim levhayı almaya, bu arada küfür arttı tabii, hadi be kardeşim, heyoo, servis durdu yine! Bizim ihtiyarın bağırtısını duydum. Susun lan! Sustular. O anda sese doğru merakla yöneldim. Amca arabasına girmemiş, yorgun, bezgin, ayakta duruyor. Beni gördü.

“Şoförün canını sıktım değil mi?” dedi.

“Sıkıntı değil amcacığım,” dedim.

“Ne söyleyecektin Günışığına? Onu nereden tanıyorsun?”

İlgilendiğimi görünce açıldı. Elini omzuma koydu.

“İsmini biliyorum sadece. Kendisi ile tanışma fırsatım olmadı. Bir kez telefonda konuştum o kadar,” dedi gözleri dolarak.

“Ne oldu amca?” dedim.

“Hata yaptım,” dedi.

“Anlat lütfen!” dedim.

Kırılgan bir sesle açıkladı.

“Ali Kemal Bey, eğer halen bankanızda çalışıyorsa ona şunu iletin lütfen. Kusur ettim. Peşine adam taktım. Karanlıkla dans ettim. Gerek yokmuş. O sebebini bilmiyor ama ben yaşadıklarımdan çok şey öğrendim. Tövbe ettim. O da helal etsin hakkını. Allah rızası için.”

Gülümseyerek, “Eminim sizi bağışlamıştır,” dedim adamı teselli etmeye çalışarak.

Emindim. Bağışlamıştım onu. Kurtlarla dolu şu hayatta bizim gibi güvercinleri de koruyan bir şeyler var demek ki, dedim. Bu da bana ders oldu.

edebiyathaber.net (21 Ekim 2023)

Yorum yapın