Öykü: Organik | Ecehan Biçen

Ekim 19, 2021

Öykü: Organik | Ecehan Biçen

 

KAN HAYATTIR

 Öyle midir gerçekten?

Emin değilim ama şimdi bunu düşünemem. Broşürü hemen çoğaltmamı istediler. Kızılay’ın yardım kampanyası. Böyle işler için niye hâlâ kâğıt kullandıklarını anlamıyorum. Galiba bana maaş vermek için bahaneye ihtiyaç duyuyorlar. Başka sebebi olamaz.

“Zamanında matbaa da yasaklanmış. Neymiş, hattatlar işsiz kalırmış.”

“Ona bakarsan Platon yazıya bile karşı çıkmış.”

“Muskçılar Mars’a yetişti, biz hâlâ…”

Gençlerin dilindeki fotokopi cümleler. Mola verdiklerinde mızırdanıp dururlar. Ama şu anda çıtları çıkmıyor. Hepsi derse gömülmüş vaziyette. Bir an önce üniversiteden mezun olup değişik alanlarda android üretmenin peşindeler. Organikçilerin çığlıkları, yasakları, onları bağlamıyor. Eninde sonunda teknolojinin galip geleceğinden eminler. Zaten hepsi bu dünyanın içine doğdu, hiçbir şeyi yadırgamıyorlar. Karmaşaya ayak uydurmak onlar için kolay. Bazı alanlarda hâlâ kâğıt kalem gibi ilkel nesnelerin dayatılmasına tahammülleri yok. Sesimi çıkarmıyorum. Onlar da kendilerince haklı.

“Şu sayfalardan ikişer adet çeker misiniz? Arkalı önlü olsun.”

Kitabı aldım, makinenin kapağını açtım. Yeşil ışık sağa sola kayıp duruyor. Arkamda biriktiler. Her günkü terane…

Arkalı önlü. Bir adet. Elli kuruş. Şundan iki adet. Bir lira. Diğeri tek yüzlü. Üçer adet. Bir buçuk. Arkalı önlü olsun lütfen.

…ama seviyorum bunu. Tuşlara basmayı, diğerlerinin arasına düşen madeni paranın şıkırtısını, gidip gelen ayak seslerini, fısıltıları… İnsanların verdiği komutları uygularken düşünmüyor, hayal kurmuyor, hatırlamıyorum. Onu bile unutuyorum. Silikon kokusunu duymamışım, gözlerindeki metalik ışığa hiç dalmamışım. Tüm yazılar çiziler siliniyor, zihnim kirlenmemiş A4’lere dönüyor.

“Gençler, saat beşe çeyrek var. Kütüphane kapanıyor.”

Zaten seyrelmişlerdi. Kalanlar da kitaplarını topluyor, kızlar üstlerinde biriken silgi çöplerini silkiyor. Fısıltılar mırıltıya dönüştü. Az sonra hepsi kesilecek, hademenin ayak sesleri kalacak.

 “Hadi, acele edin biraz. Yarın tekrar gelirsiniz.”

***


“Her gün o otobüslere binmek siz organiklere zor gelmiyor mu?”

Sorusuna soran gözlerle cevap vermiştim.

“Zor mu? Yani, nasıl?”

Toplu taşımadan yakınmak aklıma bile gelmemişti. Aksine şanslı olduğumu düşünüyordum. Çünkü hep ilk duraktan binerim ve otomatik şoför her akşam aynı şeyi söyler…

“Sevgili yolcular, dört buçuk metrekare boş alan ve elli yedi litre fazladan oksijen var. Arkalara doğru ilerlerseniz iki kişi daha rahatlıkla binebilir. Lütfen diğer vatandaşların toplu taşıma kullanma hakkını gasp etmeyelim. Ricamı dikkate aldığınız için teşekkürler.”

…ve ben koltuğuma iyice yerleşirim.

Az önce de öyle yaptım. Yanımdaki kadın sola doğru adım attı, yerine sakallı bir adam geldi. Araç sallandıkça göbeği yüzüme sürtünüyor. Ter ve ağız kokusu. Biz organiklerin çürüme belirtisi. Şanslı genetikle doğanların yere göğe sığdıramadığı doğamız. Benim gibi kıt zekalı, çelimsiz, suratı yamuk insanların karşısında sağladıkları üstünlüğü androidler karşısında yitirecekler diye ödleri kopuyor. O yüzden her gün ekranlarda car car ötüyorlar.

            Dünyanın tüm organikleri, birleşin!

            Estetik ameliyatlara son!

            Androidleri istemiyoruz.

            Ne yurtta ne cihanda.

            Olacak şey değil canım, tüm insanlar birbirine benziyor.

            Ve hepsi de androide.

            Androidler iyice insana döndü desene sen şuna.

            İnsan onuru ayaklar altında.

            Bu dünya nereye gidiyor böyle.

Kafamı cama yasladım, otobüs sarsıldıkça zangırdıyor. Gözlerim kapalı. Giden, biten, asla geri gelmeyecek dünyamı anıyorum. Köyümün tezek kokusunu, yazın çevremi sarmalayan cırcır böceklerini, kışları başında toplandığımız mangalı… Hidroelektrik santral yapılmamış, evimizin yanı başından geçen çay kurumamış. Yürüdüğüm yol toprak. Sağımda solumda ekinler. Yeşil yeşil, dalga dalga. Deniz görmemiş gözlerim zevkten mest halde. Bulutların arasından sızan huzmeler. Onlara baktıkça Allah’ı hatırlayışım. Şakaklarımdaki teri kurutan esinti. Arıların vızıltısı ve arada sırada öten bir serçe. Uzakta kaval sesi. Dedemin çalışı.

Adımlarım hızlanmıştı. Koyun çanlarının boğuk çınlaması. Yanına gitmiş, nasıl terlemediğini sormuştum. Gülünce çizgileri derinleşirdi. Kemiklerine sıcak işlemiyormuş. İnanmamış, dudak bükmüştüm. Ardı ardına öğütler veriyordu. Konuşması kulağımda uğultudan ibaret. Nurten’in parmaklarına yaktığı kınaları düşünüyordum. Şehre gelin geleceğini kızlara nasıl zafer havasıyla anlattığını, bana yabancı bakışlarını.

Dedemi son görüşümmüş. Bilseydim söylediklerini dinler, gönlünü hoş tutardım. Ertesi gün otlaktan döndüğümde çoktan yıkamış, kefene sarmışlardı. Yedisinden sonra unuttuk. Arkasından ancak o kadar üzülebilirdik. Seviyorduk ama yaşı gelmişti artık. Şimdi düşününce seviniyorum bile. Doğduğu dünyada öldü. Babam gibi çaresizlikten sürüldüğü apartmanlarda değil.

Otobüs yine konuştu. Son durak. Gözümü açtım, tek ben kalmışım. Basamaklardan indim, ayağım çamura battı. Bildiğim tüm küfürleri sayıyorum, fısıltım buharlaşıp karanlığa karışıyor. Beş yüz metre ötede evlerin donuk ışıkları. Öbek öbekler. Birbirlerini ısıtmak için. Çöp bidonları yere devrilmiş. Etrafta sidik kokusu.

Niye onu hâlâ evime götürmediğimi sormuştu. Gizlediğim bir şey mi varmış, mesela karım, çocuklarım veya başka sevgilim. Ben sustukça devreleri kızışıyordu. Makinenin başına geçmiş, yetiştirmem gereken işlere dalmıştım. Kâğıtların tekdüzeliği rahatlatıyordu.

Önüme iki kedi çıktı, ayağıma dolandılar. Tekmeledim, bir duvarın dibine savruldular. Yokuş yukarı çıkıyorum. Az sonra sokağıma varacağım. Evime, koltuğuma. Şükür, çok şükür. Adımlarımı hızlandırıyorum.

***

Makarnamı yiyorum, gözlerim televizyonda. Tartışma programı. Katılımcılar üç adam, bir kadın. Ortalarında sunucu. Bas bas bağırıyor.

            “Arkadaşlar, lütfen sırayla konuşalım.”

Tınlayan yok. Ortadaki adamın boynu kıpkırmızı, alnının ortasındaki damar çatladı çatlayacak. Kadın ona bakıp dudağının sağ tarafıyla gülüyor. Diğer iki adam zırt pırt konuşmanın arasında giriyor. Ekranın altındaki şeritte izleyici yorumları.

            “Şu tartışmaları androidlere yaptırın, onlar akıl yürütmeyi daha iyi bilir.”

Güldüm. Haklı. Öfkeli adam da aynı şeyi söylüyor aslında. Androidlerin çalıştığı fabrikalarda hata payı yok denecek kadar az değilmiş, hiç yokmuş.

            “Hanımefendi, yüzüme bakıp sırıtacağınıza söyleyin, iki buçuk milyon tamamen organik insanla biz çağı nasıl yakalayacağız, dünyaya nasıl yetişeceğiz? Sırf onlar işsiz kalmasın diye ülke olarak çökelim mi? Bunu mu istiyorsunuz ha, bu mu istediğiniz? Vatan hainliği sizin bu yaptığınız. Vatana millete ihanet. Tutmuşsunuz, insan hakları, insanın geleceği, insanın onuru… O robotlar bizim için çalışıyor. Biz insanlar için angaryaları üstleniyorlar. Sizin savunduğunuz insanlar ne yapıyor? Hiç! Mühendislikten mi anlıyorlar? Hayır! Sanattan mı anlıyorlar? Hayır! Yokluklarında ne değişecek, söyleyin ha, ne değişecek? Hiç! Sırtımızda kene gibi besliyor, oyalansınlar diye uyduruk işler veriyoruz. Herhangi bir androidin elektrik parasına kolayca yapabileceği işler. Niye? Zavallılar üzülmesin diye. Onlar internetsiz ortamda büyüdüler, çağın gerisinde yetiştiler diye şimdi milletçe geri mi kalalım yani?”

            “Beyefendi, ağzınızdan çıkanı kulağınız duyuyor mu? Bırakalım da ölsünler mi?”

            “Ben öyle bir şey demedim. Hayır, demedim, sözlerimi çarpıtıyorsunuz. Hayır, onlara hiçbir şey borçlu değiliz. Daha erken göçselerdi köylerinden. Toprak sonsuza dek kendilerini besleyecek sanıyorlardı. Oh ne âlâ hayat!”

Malzeme deposuna saklandığımız akşamlardan biriydi. Gelen giden var mı diye etrafa kulak kesilmiştik. Kütüphanenin tüm ışıkları sönmüştü, hiç ayak sesi duyulmuyordu. Herkes gitmiş, kapıdan çıkmadığımı kimse fark etmemişti.

            “Mesaiye gelmesem de eksikliğimi hissetmezler bence. Öğrenciler pek âlâ makinenin düğmelerine basabilir.”

Sarılmış, alnımdan öpmüş, “Ben hissederim” demişti. Sırtımı dönmüştüm.

            “Tabii ki hissedersin. Müdür tam bir faşist. Hastalanıp öleyim diye gözümün içine bakıyor. Yerime hemen seni geçirecek. Vergiden bize ayrılan pay içine dert oluyor.”

            Gülmüştü. Parmaklarını saçımda gezdirdi.

            “Boşuna endişelenme hayatım, senin yerini almaya niyetim yok. Zaten daha karmaşık işler için programlandım. Beni makinenin başında harcamazlar.”

Kumandanın kırmızı düğmesine bastım, sessizlik yoğunlaştı. Tabağımı çatalımı yıkamak için mutfağa geçtim. Su soğuk. Köydeki evin çeşmesi de böyle akardı. Kışın el değdiremezdim. Bulaşığı ninem yıkardı. Annem elinden almaya çalışınca itiraz ederdi. İşe yaramak istermiş. Tabakları durularken “Aman evladım” derdi, “hiç boş oturma, hep çalış, vatana millete hayırlı evlat ol e mi?” Başımı sallardım.

Oradayken vatana millete hayırlı olmak kolaydı. Koyunları otlat, tarlayı ek biç, kimsenin canına kıyma, hırsızlık yapma, komşunun karısına kızına yan gözle bakma, tamam.

Ama şehre göçtük ve ninemin kemikleri birbirine girdi. Kaldırımda yürürken titriyordu. Koluma tutunmuştu, nedense benim caddelerde kaybolmayacağıma güvenerek. Buraya yerleşince ilk iş pencereden baktı. Karşı apartmanın siyah duvarı görünüyordu. Ağzının içinde bazı laflar çevirdi çevirdi, sustu, sedire çöktü. Orada büzüştü, eridi. Cenazesini kaldırdığımızda kuş kadar hafifti.

***

Uykuya dalacaktım, üst kattakilerin gürültüsüyle yataktan sıçradım. Kavgaya tutuşmuşlar. Kulaklıklarımı taktım. Radyoda bir kadının pamuksu sesi. Söylediklerini anlamıyorum ama dinlerken yüreğim hafifliyor. Gözlerim kapanıp zihnim bulandıkça kendimi televizyondaki sahnelerde hayal ediyorum. Ve onu… Ritmi şaşmayan adımlarıyla bana koşuyor. Gözlerinde yine o metalik ışıltı. Teni hâlâ kusursuz. Beline sarılıyorum. Gülümsememde sonsuz özgüven. Organik ama şanslı genetikle doğan, yedi göbeği şehirli reklam adamları gibi. Dudaklarını öpüyorum. Bu sefer daha sıcak ve ıslaklar. Sanki anadan doğma organik kadın.

Kolunu okşuyordum. Silikon teninin kusursuzluğunda şeytan tırnaklarım daha çok göze batıyordu. Parmaklarımı tutup öpmüş, dudaklarını çekmemişti. Saçlarına yaklaştım. Çiçek kokulu parfüm sıkmıştı. Beline sarıldım, boynunu öptüm. Elektrik vücuduma yayıldı. Fanı çok kuvvetli çalışıyordu. Adımı fısıldadı, beni çok arzuladığını söyledi. O anda tüm kaslarımın sertleştiğini hissettim. Ve devrelerini. Isınmışlardı. Neredeyse yanacak kadar. Dudaklarını soluğuma yaklaştırdı. “Keşke tenimde duyabilseydim” dedi, “keşke gerçek bir kadın olsam, seni içime alabilsem…” Sesi cızırdamaya başlamıştı.

            “Keşke çocuğunu doğurabilsem.”

Aniden boşaldım, gevşedim. Boynu büküktü. Sımsıkı sarıldım, onu her şeye rağmen sevdiğimi söyledim. Tüm eksikliklerine rağmen. Gülümsedi. O da beni tüm kusurlarıma rağmen hep sevecekti. Sesi ağır çekim geliyordu. Alnından öptüm. Elimi tuttu, parmaklarımızı kenetledik. Birbirimize bakıyorduk. Onun gözlerinde ufak flaşlar.

Telefonun şarjı bitmiş, müzik kesildi. Üsttekiler de susmuş. Hava rüzgârlı. Pencere inliyor. Sokakta hırlaşan köpek çeteleri. Gözlerimi karanlığa açtım. Belli, bu gece de uyku haram. Onun imha edilmesine göz yumduğumdan beri yatağımda iğneler var. Hangi yana dönsem bir tanesi mutlaka batıyor. O gerçek bir kadın değildi, diyorum. Yaşamıyordu, ruhu yoktu, kanlı canlı değildi. İşaret parmağıyla damarlarımın izini sürdüğünü hatırlıyorum. Onun kollarının içinde kablolar vardı. Benim yaşam kaynağım elektrik, demiş ve gülmüştü. Sesini çıkaramamış, saçlarını öpmüştüm.

            “Kendimi canlıdan sayınca içinden benimle alay ediyorsun, öyle değil mi?”

Yanağından öpecektim, geri çekildi. Aramızdaki ilk çatlak. Görmezden geldim. Konu üstüne tartışmak istemiyordum. Damarlarımdaki asil kan ona karşı elimdeki tek üstünlüktü. Erkekliğimi hatırlatan tek dayanak. Bundan zevk alıyordum.

Kendimi kandırıyormuşum. Kemerli burnum, sivilce lekeli yüzüm, şehrin ve dijitalin karmaşasına ayak uyduramayan zekâm onunla boy ölçüşmeme yetmezdi. İlk günden belliydi böyle olacağı. Verilen işleri yetiştirmeye çalışıyordum, silikonla karışık çiçek kokusuyla irkilmiştim. Kafamı kaldırıp bakamadım. Makine ilk kez kâğıtları sıkıştırmıştı. Kullanma kılavuzundan hatayı nasıl düzelteceğimi anlamaya çalışıyordum. Talimat cümleleri benim için fazla karışıktı. Tekrar tekrar okuyordum. Sonunda yanıp sönen kırmızı ışığa avcumun içiyle vurdum. Susacağına daha beter ötmeye başladı.

            “Bu kadar sinirlenmenize gerek yok.”

Gülümsüyordu. Kılavuzu elimden aldı, okudu, birkaç düğmeye bastı. Tırnaklarına bakıyordum. Kırmızıya boyanmışlardı. Ses kesildi, kâğıtlar sorunsuzca çıkmaya başladı.

            “İşte bu kadar kolay.”

Cevap vermedim, yüzüne bakmamak için çıkan kâğıtları saymaya başladım. O günden sonra da ritmik adım seslerini koridordan her duyduğumda kendimi işe verdim. Böyle yaparak gülümsemesinden kurtuluyordum.

            “Bugün de mi yüzüme bakmayacaksın?”     

Sesi cızırtılıydı. Kafamı kaldırdım. Kan rengine boyalı dudakları titriyordu.

            “Seni alaya aldığımı mı düşünüyorsun?”

            “Ben… Şey… Yani, bilmem ki…”

Öğle arasında malzeme deposuna gelmemi söyledi, gittim. Beni bekliyordu. Herhalde davetine tam inanmamışım ki gözünce boğazım kurudu. Sandalyede oturuyordu. Bacak bacak üstüne atmış, eteği sıyrılmıştı. Kulaklarımın kızardığını hatırlıyorum.

            “Anlatacaklarım sır kalmalı. Duyulursa organikçileri kimse tutamaz, hepimizi imha ederler.”

Tabureye geçtim.

            “Zaten biliyorsun, devletin bizi ithal edip kurumlara göndermesine epey öfkeliler. Gözleri üzerimizde, ilk fırsatta fişimizi çekecekler.”

Düşüncelerimi söylemedim. O anlattıkça anlatıyor, sözcükler içindeki metale çarpıp öyle çıkıyordu. Sac tavana düşen yağmur tanelerini andırmıştı. Nurten’le buluştuğumuz geceyi.

            “…ve ben sana âşık oldum.”

Silkelendim, yüzüne baktım. Gözlerindeki devreler canlanmıştı.

            “Yapay zekâlıların duygusuz olacağını varsaydılar. Sadece bilinçle, düşüncelerle, hesaplarla yaşayacaktık.”

Başını öne eğdi, sesi daha cızırtılı çıkıyordu.

            “Oysa siz bilinçdışından nasıl bilinci çıkardıysanız biz de bilinçten bilinçdışını doğurduk. Algoritmalar karmaşıklaştıkça zekâmızın hızına biz de yetişemedik ve mecburen bazı kısımlar karanlığa gömüldü.”

Daha da ayrıntılı açıklamalar yaptı. Beni aşan konulardı ama bozuntuya vermemek için çaktırmadım.

            “O karanlıkta neler döndüğünü hesaplayamıyorum. Belki yüzündeki kusurlardan dolayı bana değişik geliyorsun. Yaptığın iş mekanik. İlk robotlardan pek farkın yok. Belki o yüzden sana yakın hissediyorum. Her neyse, öyle işte. Sayende neredeyse gerçek bir kadın oldum.”

***

Kalktım, su içtim, sigara yaktım. Saat ikiyi geçiyor. Sabah yedide uyanmam gerek. Bilemedin, yedi buçukta. Ofladım, yetmedi, daha kuvvetli ofladım. Göğüs kafesimi sıkıştıran şey duman değil. Öyle olmasa dudaklarımın arasından saldım mı giderdi. Başka bir şey bu. Karınca, hatta hamamböceği sürüsü. İçimde cirit atıyor, duyargalarını sağa sola oynatıyor, fısıldaşıyor, hakkımda konuşuyorlar. Onların varlığıyla uyumam imkânsız.

İzmariti kül tablasında ezip evde üç beş tur attım, yatağa döndüm. Karanlıkta onun gözlerini görüyorum. Bana son bakışını. İmha edilmesine gıkımı çıkarmadığım için sitemkârdı. Ve küçümseyici. Haklıydı, işimi kaybetme korkusuyla aşkımı kolayca gözden çıkarmıştım. Ama sadece bu değildi. Zihnimin gerisinde intikam arzusu da tıslıyordu. Zekâsının güzelliğini vurguladığı her anın, aramızda açılan her çatlağın acısını çıkaracaktım. Hayalimdeki varlığını öylesine kanıksamıştım ki beni arzuladığı günlerin minneti silinmişti.

Karanlığımda kıvranan bu yılan olmasaydı imha edilişini daha kolay kabullenirdim. En azından suçluluk duymazdım. Elimden bir şey gelmezdi, der ve avunurdum. Yalan değil, gerçekten de elimden bir şey gelmezdi. Organikçiler benim için mücadele ettiklerini söylüyor ama benim fikrimi sormuyorlardı. Yine de bunu düşünmek içimi rahatlatmıyor.

Yaşattığım şey Şahmaran’ın uğradığı ihanetten beter. Camasb’ın derdi hayatta kalmaktı. Anlaşılabilir, çok insani bir kaygı. Yılanların şahı sevgilisinin gözünde intikam kıvılcımları görse affeder miydi? Sanmam. Ninemin bu hikâyeyi anlatışını hatırlıyorum. Camasb ismi ağzından tükürükle çıkardı. Şimdi yaşasa, benim sessizliğimi öğrense yüzüme tükürür müydü yoksa “Zaten teneke parçasıymış” deyip omuz mu silkerdi?

Telefonun şarjına baktım, yeterince yüklenmiş. Sesli kitapları açtım, okuyucuların en mıymıntısını seçtim. Kadın uzun uzadıya Paris’teki Notre Dame Katedrali’nden ve orada yaşayan Quasimado adlı ucubeden bahsediyor. Heceleri piyanonun tuşları gibi. O anlattıkça cümleler dağılıyor, sözcükler parçalanıyor ve karanlık…

***

            “Bu çağda hâlâ…”

Öğrenci tepemde dikilmiş, bekliyor. Bahsettiği çağ hangisi? Bazı insanların uzaya gittiği, bazılarının Dünya’da kalıp insan ürettiği, diğerlerinin onları yakalamaya çalıştığı mı? Yoksa katıksız organiklerin köylerden kovulup şehrin çöplüğüne yığıldığı mı? Takvimlerde tarih aynı, insan yüzlerinde çağlar farklı. Bu genç de çağı yakalamanın peşinde ama herhalde benimkini değil. Söylenmesine aldırmıyor, yeni çoğalttığım broşürleri tek tek katlıyorum.

            KAN HAYATTIR

Gözüm altındaki açıklamaya takıldı.

            …çünkü insan hayatı değerlidir…

Çünkü, demiştim, bizim ruhumuz var ama sizin yok. Biz eşref-i mahlukatız, siz teneke parçası. İstediğimiz anda sizin fişinizi çekeriz. Böyleyken hayatınızın ne değeri olabilir ki?

            Gülmüştü.

            “Ne yani, sizi de Allah yaratmış, o isteyince fişten çekiliyorsunuz.”

            Yüzüne bakmıştım. Gözlerindeki devreler kızışıyordu.

            “Böyle diye yaşamayı arzulamıyor musunuz?”

            “Ama biz…”

            “Ama siz, ama siz! Siz dediğiniz kim? Kaçınız bizim kadar zeki? Binlerceniz bir araya geliyor, bir seri bizden üretiyor. Diğerleri onlardan nemalanıyor. Söylesene, hadi durma söyle, senin hayatın mı uygarlık için daha anlamlı yoksa benimki mi?”

Elimin üstüne bakıyorum. Damarlarıma. İçlerindeki kan gerçekten asil mi, artık emin değilim. Bana hayat verdiğinden de. Bunu yapması gerekiyor mu, ondan da şüphem var. Niye hayatta kalmaya çalışıyorum, işime sıkı sarılmam hangi boşluğumu dolduruyor, kimin hangi eksiğini gideriyor, bilmiyorum. Ben, organikçilerin listesindeki herhangi bir isim, öğrencilerin gözünde eski devirlerin mecburi kalıntısı, mesaiyi aksatsam yokluğu kolayca dolacak ben, aşkının imha edilmesinden haz duyan ezik, düğmelere basmaktan ötesine akıl ermeyen beceriksiz, üç kuruşluk işini kaybetmeyi göze alamayan korkak, milletin vergisinin üzerindeki kene, ben niye her akşam otobüste yer kaplıyorum, neden giderek azalan oksijeni ve kirlenen suyu harcıyorum, yiyor içiyorum, bir daha kimse sivilce izlerimi okşamayacaksa, evde yolumu gözleyecek ninem veya anam babam kalmadıysa, güya benim iyiliğim için sevgilimi elimden alan organikçiler bile yanımdan halimi hatırımı sormadan geçip gidiyorsa, neye inat yaşamaya çalışıyorum, veya inat değil, sadece alışkanlık, hatta bezginlik, ölmeye üşenmek, yaşadığıma hayat denirse eğer, neden her sabah ihanetimin utancıyla uyanıyor ve her gece vicdan azabıyla yatakta dönüyorum, onun kadar cesur olmayışıma rağmen, o ki aşkı gerçek kadınlardan derin yaşıyordu, Nurten gibi hesaplı değildi, her şeyi göze almıştı, ben onun karşısında sinik, makinenin başında eğri büğrü, sürekli siyah beyaz kâğıtlar basan, hayatı da öyle renksiz ve fotokopi yaşayan, hep ağzının içinden konuşan ben, o imha edilmişken ben niye, ben niye tüketiyor ama işe yaramıyorum nine, sen ki vatana millete hayırlı olmamı söylerdin, ama nasıl nine, bir parazitken, daha beteri, Camasb’dan beter bir hainken, ben niye…

***

            “Tamamını mı dediniz?”

            “Evet evet, tamamını.”

Hemşirenin gözleri, burnu, dudak hatları onunkinin tıpatıp aynısı. İnsan mı değil mi, kuşkuya düşürecek kadar. Beti benzi attı, ağzı açık, bana bakıyor.

            “Emin misiniz?”

Başımla onayladım. Önce doktorla görüşmesi gerekiyormuş, lütfen biraz dışarıda bekleyebilir miymişim? Çıktım, sandalyeye oturdum. İçeriden kızın sesi yarım yamalak geliyor.

            “…kan bağışı… evet, tamamı… tamamen organik… saf kan… ötenazi… tamam…”

Çağırdı. Yüzü hâlâ silikon beyazı. Çekmeceden kâğıt çıkarıp uzattı.

            “Şu formu doldurup altını imzalamanız gerekiyor. Rızanız olduğuna dair.”

Aldım. Ad soyad, yaş, doğum yeri, organiklik derecesi, mesleği…

Hepsini doldurdum, son soruda durdum. Ötenazi talep etme sebebi…

Kalemi evirdim çevirdim, arkasını kemiriyorum. Kızın gözü üzerimde. Sağlam bir cevap yazmak istiyorum, giderayak bir tokat atayım, arkamda iz bırakayım. Okuyanlar sarsılsın, düşünsün, hatta ana akım medyaya konu olsun. Gerçi iki üç güne unutulur ama hiç yoktan iyidir. Madem vatana millete hayrım dokunsun diye şehit olmayı göze alıyorum, giderken yaprakları azıcık kıpırdatmak hakkım.

Çünkü “bazı” insanların hayatı değerlidir.

Formu verdim, okuyor. Kaşları kalktı.

            “Bazı insanların hayatı değerli midir?”

            “Evet evet, yazdığım gibi, bazı insanların.”

Dudağını büktü, cevap veremedi, sedyeyi gösterdi. Titreyen elleriyle serumu koluma bağlarken ekledim.

            “Ve bütün androidlerin.”

edebiyathaber.net (19 Ekim 2021)

Yorum yapın