Öykü: Korkuluk | İ. Usame Yördem

Temmuz 8, 2023

Öykü: Korkuluk | İ. Usame Yördem

“Tanrı benimle neyi kastetmiş olabilir?”

Kierkegaard

Kolundaki o demir şeyle gördük onu ilkin. Okulda. İkinci kattaydık. Protez diyordu o. Bizse korkunç kol diyorduk. Laf arasında geçerdi bahsi hep. Üstüne konuştuğumuzdan olsa gerek bazen takmadığı oluyordu protezi. Boşluk doluyordu protezin yerine. Kahvemsi bir rengi vardı ve baktıkça o şeye, kolumuz sızlar gibi oluyordu.

“Nerede kolun?” diye soruyor Ömer, gülerek. Yüzünde eskiyen bir geçmiş. Neyin acısı üstümüzde bilmiyoruz. Gençliğin deli çağları. Kan akmıyor da fışkırıyor. Damarlarımızda gergin bir heyecan. Her şeyi yapabileceğini sandırma zamanları hep. Gençlik diyerek zehirliyorduk kendimizi. Farkına sonradan varılan bir hayatın ortasında. Kucakta hep bir acı. Hiçlik duygusu ya da. Ferdi’nin suratından çıkma, patlayan bir cevap: Eşşoğlu…   

Bir bulantı gibi duran. Sınıfın ortasında evcimen sanki Ferdi. Korkuluk Ferdi. Adı buydu. Yuvalandığı bir telaşla hep. Tek kolu sarkan ve bağlanmış bir gömlek. Ucu sivri bir sıra. Körelmiş dirseğin teki hep. Uzuv da bir utanç olabilir, diyordur muhtemelen. Ezici bakışlarla geliyor hep okula. Neredeyse ağlayacak gibi gözlerle. Sesi, terk edilmiş bir çocukluk çatallığında. Bakılınca girdiği yer altlarında yaşatıyor birçoğumuzu, duyunca garipsenen türden. Düşlerinde neler var, kimse bilmiyor. Sorulmuyor da. Öylece kalıyor işte. Dişlerinin arasında yamukluk. Ama sert ve güçlü olmalı. Sonuçta gömlek kolunu kavrıyor hep. Ağzında tekstil tadı vardır. Paçavra hayat işte. Bir tarafından dişlediğimiz her şeye benziyordur. Kesin.

“Eskiden böyle değildi…” diyor önce Ferdi, sonra sonu gelmeyen bir ağlama krizi. Hep aynı terane. Teneffüslerin dersleri böldüğü zamanlar hep. Sınıf kapısında müdür muavini Abdurrahman. Gözlüklü ve kısa ve seyrek saçlarıyla. Onun da dokunaklı taraflarını gördük. Asabi bir neşeyle hep. Ağzında aynı lakırdı: Taş arabaları…Üstelemiyor. Bakıyor Ferdi. Bakıyor gülünç sınıf. Bakıyor bir kolu sarkan gömlek. Gidiyor. Bir şey olmamış gibi üstelik. Hakaret etmek için gelmiş sadece. Geçen seneden bu yana daha sakin. Sınıfı hizaya soktuğunu düşünüyor. Çöp kutusundan teker teker özür diletmişti. Kahkaha atarak izlemişti, tüm bunları. Üstümüzde garip bir disiplin tortusu. Utancı andıran bir duyguyla baş başa döndük o gün evlere. Kendine tahammül etmenin mecburiyeti, ne fena!

Kibirle doğrulup ayaklandığımız bir zamanı sonradan ansıdık. Gittiğimiz kurslarda da yanımızda. Aynı sınıftayız yine. Ders yoklamalarında ellerimizi kaldırıyoruz. O sesli söylüyor. “Burada!” Biri duysun diye. Bütün gözler üstünde. Teneffüslerin eğlencesiymiş acı. Çocukluğun karanlığı ne fena! Büyük bir kaygı beslemedik hiç, olağan geldi her acı. Ya da acı olduğunu sonradan idrak ediyormuş insan.

Ve alıştığımız üzere hep. Lakayt ve laubali. Neşe içindeyiz. Onsuz. Aslında onla. Hep aramızda bir uçuruma itiyoruz onu. Bir ucunda duran atlar gibiyiz. Koşmaktan başka bir şeye yaramayan atlar gibi. Ona aldanıyor belki de. Sene sonlarını iple çekiyor. Hafta sonları başka mahallelere kaçıyor. Bizden uzaklaşmanın bütün yollarını deniyor. Bir bir bir. Bir arada olmamaya özen gösterdiği zamanları doğuruyor böyle yaptıkça. Tanınmamak istiyor. Bilmiyor ki, gittiği her yere tek koluyla gidiyor. Tek kolsuzluğuyla. Başka ismi olsun. Başka vücudu. Başka bir kolu. Başka bir yeri eksilsin istiyor. Gözükmesin diyormuş, laf arasında başkalarından duyduğumuza göre. Eksilecek yerim, gözükmesin işte.

Tüketmeyi seviyorduk o zamanlar. İnsan çarpılınca fark ediyor bunu. Ve bu, insanı çok fena ediyor sonraları. Tertemiz bir zamanın nasıl kocaman bir canavara dönüştüğünü görüyor insan, çok sonradan. Bir odanın yürek burkan hadiselerini. Büyüdükçe çevresindeki her şeyi küçülterek büyüttüğünü. Tüm bunları görüyor insan. Oysa böyle olmasın istemezdik. Başta üzülmedik belki ama sonra, menevişli bir çileye dönüştü her şey. Yutkunuyordu, susuyorduk. Bir şeyleri telafi etmek ister gibiydi yabancılığımız. Gözümüzün önünde onu görene dek böyle sürdü. Ama sonra bir anda karşımıza dikildi. İşte Ferdi, dedik birbirimize. Salınıyor gömleği. Dişlerimizi kamaştırıyor. Yitirmenin hastalığına yakalanmamış henüz kimse. El şakaları. Kol şakaları. Yutkunarak geçiyor yanımızdan. Gülünç geliyordu o zamanlar. Nedense gülünç… Sonraları ne olacağını önemsemezce.

Bakınca yerini yadırgayanlar gibi. Uzaktan yakın gözüken. Yaklaştıkça farkın daha da açıldığı. Oyunların istenmeyeni oldu hep. İyi şut çekse de eksik gelirdi. Belki de yetersiz. Ayağıyla vurdukları, hep kolundan eksilirmiş gibi geliyor bize. Kaleci olmasa da tam olsun diyoruz. Gol sevinçlerinde sarılabilecek kadar tam. Bizi kavrayabilecek kadar tam. Formayı üstüne geçirince bir kolu sarkmayacak kadar tam. Nasıl da koşuyor. Solak bir de. Meşin yuvarlağa alışkın. Okul takımı seçmelerine geliyor. Herkeste bir kahkaha hevesi. Ona baktıkça içimizde beliren gülücükler. Topu tutuyor bedenci Hüseyin. Fırlatıyor ona doğru. “Ferdi…” diyor, “tut bakalım! Tut bakalım Ferdi! Nitekim tek koluyla davranıyor Ferdi. Öteki yarım, malum. Dirsekten ötesi yok. Kavramaya çalışıyor. Beceremiyor. Gülücükler yükseliyor. Tufan sonra ve kahkaha. Hüseyin Hoca, orada kararını veriyor ve eliyor Ferdi’yi.

Dirseğinden katlardı hep. Kendini. Kolunu. Yoksunluğunu. Gömleğin ucunu. Yüzümüzde hep bir salınım. Eksilip duruyorduk işte. Neydi bizi rahatsız eden? Bulaşı mıydı eksiklik? Bakılınca da azalan şeyleri andırıyorduk belki de. Gülüşmelerin intikamını alacak mıydı hayat? Bizi azaltacak mıydı? Neye doğru gidecekti ki bu yolun sonu? Ya da bu sonun yolu? Tükeniş, hep sonraları başlarmış.      

Ders sonlarında ağlayarak uğurluyoruz onu. Koşarak terk ediyor sınıfı. Çıkıyor. Bir yerden kaçarak. Bizden uzaklaşarak. Belki de kolundan. Yanında onu götürerek üstelik. Çoğun günler böyle. Gidiyor ve geliyor. Ama bir yere kadar bu gidişler, bu gelişler. Çünkü bir yerinde gidiyor ve gelmiyor. Ondan yapılma bir boşluk, sınıfta yüzümüze bakıyor aval aval. Döneceğini umuyoruz ancak biliyoruz da dönmeyecek. Dönmüyor. Hep gidiyormuş gibi geliyor bize. Giden bir şeymiş, eksilen bir şeymiş gibi geliyor.

Yemyeşil bir bahçenin duvarında bulduklarını öğrendik. Ağaca yaslı. Ağzıyla katlardı gömleğini. Aynı ağız da orada. Açık. Yere doğru. Bakaraktan bir uzaklığa. Kendini mi arıyordu dersin, ne? Bilemedik uzun süre. Kimse bir başkasına söyleyemedi. Bir yutak borcu oldu, giderayak. Bedeni korkuluklardan sallanıyorken öne doğru…Kolu. Tek kolu. Öne doğru. Gitti. Geldi. Anlatılanlar böyle hep. Uzun süre yüzlerimizde leke gibi kaldı. Görmediğimizden mi böyleydik, yoksa onu gördüğümüzden mi, bilmiyorum. Herkesin bir anlam gibi çekilip kabuğuna utancını yaşadığı o sarsıntıyla sürdürdük hayatı. Veya sürdürdüğümüzü sandık.

 Geride eskisinden daha ağır bir nesne. Mide krampları. Söylentiler. Ve sallanırken hep, eksik kolunun sertliği. Duyumsanan bir gariplik yani. Yarım kol. Yarın da hep yarım kalacak olan. Fakat o kalmadı yarına. Ondan geriye bir korku ve olmayan kargalar kaldı.

Aynı okula döndük Aynı sıralara. Masalara. Taş arabalığa. Çöp kutusuna. Teneffüs aralarına. İçimizde bir eksiklik duygusu olmadı başları. Ama sonra nöbet günlerimizde salça olduğumuz o bedenin olmayışını idrak ettik. Suretimdeki ezilmişliği sınıf camında gördüm. Yakamda nöbetçi yakalığı. Üstümde masmavi bir önlük. Kızarmış elmaların olduğu panonun önündeyim. Kolumda bir ağırlık. İçimde bir ağırlık. Dilimde bir ağırlık. Yuvarlanıyor gibi. Boydan boya. Yokuş aşağı. Kolumdan sıyırdım önlüğümü. Tek kolunu dişlerimle katladım. Biri tam, öteki yarım. Öyle gözüktüm dışarıdan. Salladım bir kolumu. Cama bakmaya devam ettim. Salladım bir kolumu. Cama bakmaya devam ettim. Salladım bir kolumu. Cama bakmaya devam ettim. Salladım bir kolumu ve akmaya devam ettim. Öbür kolum içimde.

Geri gelecekmiş gibi geliyor. Ben salladıkça geri gelecekmiş gibi.

edebiyathaber.net (8 Temmuz 2023)

Yorum yapın