Öykü: Rastlantı | Aysun Korkmaz

Mart 11, 2025

Öykü: Rastlantı | Aysun Korkmaz

Onu görmek batmış bir gemiye ait kalıntıların yıllar sonra deniz yüzeyine çıkması gibi. Zoraki gülümsemesini unutmuş olsaydım tanıyamayacaktım. Elimi sıktı, ikircikli sağa sola bakındı.  Karşı sandalyeye oturdu. Mayıs güneşinden midir yoksa beyaz şemsiyelerin gölgelediği kafe ortamından mı bilmiyorum, fena değilim. Ellerimin, çenemin titremesi kontrol altında. Üniversiteden, kampüsten, yurtlar bölgesinden, havadan sudan konuşuyoruz. Sanki hiçbir şey olmamış gibi. Sibirya kurdu bakışlarını, mağrur duruşunu korumuş. Banka müdürü olmuş. Hafta içi giyindiği kol düğmeli gömleklerden, takım elbiselerden sıkılıyormuş. Mesai dışında eskisi gibi rahat olmayı tercih ediyormuş.

“Daha başka neler yapıyorsun,” dedim. Mezun olduğu ay evlenmiş. İki kızı varmış. Biri altı, diğeri dokuz yaşında.

“Evlendiğini biliyorum. Kızlardan duymuştum.” 

Şaşkın soruyor. “Kızlar?”

Boğazımdan kulaklarıma sıcak bir şeyler yükseliyor. Gülümsüyorum.

“Unutmuş olamazsın Ahmet, yapma. Tülin’le Ayşegül’den bahsediyorum tabii ki.”

Kızlarla nostalji partisindeydik. Çatı katında sıra sıra menekşe saksıları. Kırmızıya çalan mavi, maviye çalan mor. Kokusu da rengi de hercai. Oradan buradan bulduğumuz anne giysileriyle fotoğraf çektirmek istiyoruz. Gözlerimiz aynı kişide. Ahmet. Bizim bölüme daha yeni yatay geçiş yapmış, parti ilanını okuyunca kaçırmak istememiş. Rüzgâr vurmuş. Biz üç kız arkadaş. Her şeyimiz ortak. Yediğimiz, içtiğimiz, kitabımız, gülüşümüz. Onunla kolayca kaynaşıyoruz. “Fotoğraf işi bende,” diyor. Çekiyor, bastırıyor.  Resimlere bakma bahanesiyle yeniden buluşuyoruz. Benim yüzüm gölgede kalmış.

Sandalyesinin arkasına sırtını dayıyor. Gerinir gibi. Çelik mavisi gözleri kayıtsız.

“Ben, bir an, yani belki görüşmüyorsunuzdur diye düşünmüştüm.”

Görüşmediğimizi bilsin istemiyorum.

“Neden? Onlar en yakınlarım değil miydi?”

Her gün yeni bir filiz içimde çiçek açacak. Haftalar, aylar kanatlanmışcasına uçacak. Ona ders notları, hocalar hakkında tüyolar vereceğiz. Kampüsten şehre inen ring servisinin geçtiği ucuz öğrenci mekânlarını öğreteceğiz. Ahmet’e ara dönemde bir türlü yurt çıkmayacak. Sağda solda sürünecek. Ben kıyamayacağım. Kızlara yalvaracağım. Nihayetinde ikna olacaklar.

“Salondaki kanepe ne güne kaldı,” diyecekler. Bu fedakârlıkları yüzünden Ayşegül’le Tülin’i daha da çok seveceğim. Marketten poşet poşet et, sebze, içecek taşıyacağım. O bize memleketinin yemeklerini pişirecek. Size ne kadar borçluyum lafı dilinden düşmeyecek.

Sağına soluna bakıyor. Dudakları doğru söz kalmışsa hâlâ bilmem, onu arıyor. Sonra başımın gerisinde bir şeye gözü takılmış gibi dikkat kesiliyor. Dönüp arkama bakmayacağım.

“Yapma lütfen. Buna gerek yok. Her neyse, boş ver.  Sen neler yapıyorsun?”

Yanaklarım ısınıyor. Bu topa girmeyeceğim.

“Bayii toplantım vardı. O nedenle buraya geldim. Satış mühendisiyim. Beton pompalarının pazar payını artırmaya çalışıyorum,” diyorum.

Abartılı bir şekilde kafasını sallıyor.

“Çok güzel. Gerçekten de çok güzel. Böyle bir kariyer yapabileceğini hiç düşünmezdim.”

Daha fazla zamire tahammül edemiyorum.

“Ne demek böyle bir kariyer? Anlayamadım.”

Yüzü bir lokma daha alsa kusacak gibi buruşuyor. Kızlar da benzer şeyler söylemişti. Sen böylesin. O yüzden söyleyemedik. O zamanlarda kafama gülle gibi yağanlar zamir değil sıfat olmuştu.

“Böyle neyim?” demiştim. “Böyle kör, böyle saftirik, böyle aptal?”

Sakinleşmemi isteyecekler. “Sıralamanız nasıldı,” diye soracağım. “İlk hanginizle yattı?” Onlar da birbirlerine açıldıklarında şaşkınmış. Ama üstesinden gelmeye çalışacaklarmış. Bana o zaman söyleselermiş altından kalkamazmışım. Aslında Ahmet ilk benden etkilenmiş. Yaklaşmaya cesaret edememiş.

“Ten uyumumuz var mı, yok mu anlayamadan ilişki olmaz ki,” demiş. Neredeyse ben kusurlu olacağım. “Bir değil iki kez boynuzlanmak herkese nasip olmaz,” diyeceğim onlara. Hani çok olağan bir şeyden bahsediyoruz ya.

Onlarsa “Haklıymışız,” diyecekler. Trajedi kraliçesi seçecekler beni.

Sonrasında ağırlaşacak günler. Pelte gibi üzerime yapışan kendimle cebelleşeceğim. Ahmet emin adımlarla ilerleyecek, okulu dereceyle bitirecek. Kızlar mezun olmayı başaracak. Ben dönemi donduracağım. Hallaç pamuğu gibi dağılacağız. Dünya duracak. En çok tortuya dönmüş, işe yaramaz vücudumdan nefret edeceğim. İlk fırsatta bu tutsaklıktan kurtulacağım. Cehennem sıcağında kilometrelerce yürümüş gibi ağırlaşan bacaklarım yavaş yavaş doğrulacak. Ahmet’i düşünmenin çekilmiş bir azı dişi gibi beynimi sızlatmadığı günler çok sonra gelecek.

Garsona eliyle gel işareti yapıyor. Onun yerine şefi koşuyor, belli ki çevrede ağırlığı var. Hâlâ kahve müptelası olup olmadığımı soruyor, kendine bira söylüyor. Zaten hiçbir zaman alkolden hoşlanmaz, kontrolü kaybetmek istemezmişim. Eskisi gibi beni çıldırtan sözü buldu çıkardı yine. Onun ağzından tanımlanmayı unutmuştum. Aslında uzun zamandır kimsenin beni tanımlamasına izin vermiyorum. Bazen ta en başından beri başka bir kadında karar kılacağını bildiği, üçümüzle kendine deneyim alanı oluşturduğu aklıma geliyor. Bu kadar bile kafa yormadığını düşünmeye gönlüm el vermiyor.

“Bak yine alındın, yok bir şey, takılıyorum. Yani daha aykırıydın ya sen biraz. Biliyorsun işte. ‘Bayan Hayır’ derdik sana.”

Kahvemi içerken zihnimde sözcükler çarpışıyor. Öyle bir cümle kursam ki hayatımın satışını yapmış kadar iyi hissetsem. Aldığım profesyonel eğitimler işe yarasa. Kışkırtıcı bir şey arıyorum içimde. Zorluyorum kendimi. Bulamıyorum yok.

“Ben seni tutmayayım,” diyorum. “Zaten uçağa yetişmem lazım.”

Yüzünde şen şakrak gülümseme. Duyduğu gibi zıplıyor sandalyesinden. Neden bilmem hoşça kal derken içimden kızlarının ismini sormak geliyor. Ne yapacaksam? 

“Büyüğü Nihal, küçüğü Nalan.”

Biri kendi, öteki kayınvalidesinin adıymış. Dengeli damat. Gönül almayı bilir.

Arkasından bakıyorum. Daha hafiflemiş yürüyor. Caddeden karşıya geçiyor. Hesabı ödemeye içeri giriyorum. Kasadaki sipariş almakla meşgul. Sağımdaki duvarda kocaman bir ekran. Endüstriyel et kombinası tanıtılıyor. Çalışanlar bembeyaz önlükler giyinmiş, hepsi baretli, eldivenli. Tesis tertemiz, modern. İnekler kesimhanede. Hayvanlar bant benzeri sistemle son duraklarına gönderiliyor. Sersemletme yöntemiyle alınlarına sıvı enjekte ediliyor. Uyuşturulan inek tek bacağından asılarak konveyörde ilerliyor. Habercinin uzattığı mikrofona konuşan kesimhane şefi, “Hayvanlar hiç acı çekmediği için korkudan kanları çekilmiyor,” diyor. Et kombinasına ulaşan sersemlemiş inek, parçalara ayrılıyor. Mezbaha yetkilisi açıklamaya devam ediyor.

“Vatandaşlarımıza bu yöntemle çok daha hijyenik et sunma olanağına sahip olduğumuz için mutluyuz.”

Şef gülümseyerek yanıma geliyor. Gülümsüyorum. “Borcum ne kadar?” Almıyor.

 “Ahmet Bey misafirlerine hiç ödetmez hanımefendi. Umarım memnun kaldınız. Yine bekleriz.” diyor.

edebiyathaber.net (11 Mart 2025)

Yorum yapın