Öykü: Kömür | Ecehan Biçen

Ağustos 10, 2021

Öykü: Kömür | Ecehan Biçen

“Hanımefendi, misafiriniz geldi.”

Gülperi yaşadığı apartmanın beşinci katına yıldırım hızıyla tırmanmış bir genç kadın olduğunu hatırladı. Ve bundan sonra belki daha yüksek katlarda yaşayacağını ama asla aşağı inmeyeceğini.

“Tamam tamam, sen salona buyur et, ben geliyorum.”

Şimdi aynada tekrar kendini görüyor. Gülümsedi. Gamzeleri gerçekten çok güzel. Bunun rahatlığıyla gülüşünü çoğalttı. Artık dışarı çıkabilir. Ama önce…

Suyu açtı, lavabodaki külleri gidere yolladı. Tarağın arasına takılanları da. Ve omzuna dökülenleri. Dudaklarının kenarına bulaşan ruju sildi. Göz kaleminin fazlasını. Bandanasını taktı, saçının çıkıntısını düzeltti. Sonunda tamamen hazır.

“Hoş geldiniz. Kusura bakmayın. Sizi kapıda karşılayamadım.”

Gamzeleri olsaydı Münevver Hanım da gülümser miydi?

“Hoş bulduk, hoş bulduk.”

Hayır. O en fazla incecik dudaklarını kıpırdatır. Belli belirsiz. Bir kayanın zaman içinde aşınması gibi.

“Ayıptır söylemesi, bu ara bağırsaklarım bozuk da, o yüzden beklettim.”

Yine öyle yaptı. Yüzünün kırışıklarında ufak bir hareketlilik. Eğer göz yanılsaması değilse.

“Tabii, diyeceksiniz, madem ayıp, niye söylüyorum, öyle değil mi?”

Şimdi de o “güya hoşgörülü” ifade. Gülperi’nin ağzı kupkuru ama bozuntuya vermemesi lazım. Ufak bir kahkaha attı.

“Eee nasılsınız? Berjerde rahat edebildiniz mi? İsterseniz yer değiştirebiliriz. Koltuklar oldukça rahat.”

İyiymiş, gayet rahatmış, hiç gerek yokmuş. Ya Gülperi nasılmış?

Nasıl olsun! Sesinde kırlangıç kahkahası. Az önceki bozgunu unutmuş, şakıyor. Düğünün yorgunluğunu üzerinden ancak atabilmiş. Geçen hafta alışverişe çıkmış, yeni kıyafetler almış. Kuaför saçını istediği renge boyamayı becerememiş. O küllü sarı istiyormuş, adam civciv sarısı yapmış.

“Neyse ki Necdet beğendi. Zaten ne yapsam beğenir o. Sağ olsun, değerimi biliyor.”

Münevver Hanım’ın dudaklarında aynı kıpırtı. Gülperi’nin sesi yavaş yavaş söndü. Artık sadece mutfaktan gelen fokurtu duyuluyor. Ve gündelikçinin ayak sesleri. Fırından çıkan kekin kokusu. Martıların çığlıkları. Karşıdan gelen vapurun düdüğü.

“Eeee kısmette kapı karşı komşu olmak da varmış.”

Kadın burnunun ucunda duran gözlüğü yukarı çekti.

“Yaaa, ne demezsin.”

Gülperi ne diyeceğini bilemedi. Neyse ki araya gündelikçi girdi. Misafir hanım çayı nasıl içermiş. Açık alırmış.

“Sanki daha dündü, bayramda el öpmeye gelirdiniz. Boyun şu kadarcıktı.”

Elini koltuğun minderi hizasında tuttu. Elmas yüzüğünü takmış. Gülperi’nin gözü takıldı. Bu ışıltıları çocukluğundan hatırlıyor. O zamanlar da bakmaya doyamazdı.

“Hiç aklıma gelir miydi bu kadar çabuk…”

Önüne çekilen sehpa için teşekkür etti, çayını karıştırıyor.

“Gerçi sen zaten daha küçükken…”

Sustu, bardağından bir yudum aldı.

“Gerçi sen hâlâ küçüksün ya…”

Gülperi ağzını açtı, kapadı, gülümsedi. Kim ne derse desin, onun gamzeleri var. Tabağındaki keki bıçakla keserken ellerini inceliyor. Necdet dün akşam onları tutmuş, “Avcumun içinde minicik kalıyorlar” demiş, gülmüş ve öpmüştü. “Yuvasından yeni çıkmış güvercin sanki.”

Oturduğu yerde kıpraştı, bardağına iki şeker attı, karıştırıyor. Kaşığının sesi salonun içinde gümbür gümbür. Az önce Münevver Hanım sessiz sedasız karıştırıyordu. Bunu düşününce kendinden utandı, yavaşladı, gümüş de parmaklarının ucunu yaktığından kaşığı çıkarıp tabağın yanına koydu, kekini yemeye başladı. Arada höpürdetmemeye çalışarak çayını içiyor. Misafiri alt dudağını bükmüş, kaşları kalkık, başını hafifçe öne arkaya salladı.

“Kek güzel olmuş. Ellerine sağlık.”

Gülperi öksürdü, yutkundu, ufak kahkahasını attı.

“Ah teşekkür ederim, ama yalan olmasın, ben yapmadım, Hamide yaptı. Gündelikçi.”

Münevver Hanım’ın yüzünde bu sefer farklı bir kıpırtı. Daha sıcak değil.

“Her gün geliyor. Necdet sağ olsun, kendimi ev işleriyle hırpalamama gönlü razı gelmez. Zaten, çamaşırdı bulaşıktı, ben hepsinin üstünden tek başıma gelemem. Öyle değil mi ama?”

Cevap vermedi, ağzını silip peçeteyi tabağın yanına koydu. Gülperi elbisesinin eteğini çekiştirdi, cevizli kurabiyeden aldı, ısırdı. Lokma dişlerinin arasında kütürdüyor, sanki evin duvarları yıkılıyor. Fazla ses çıkarmamak için diliyle damağına bastırdı, öyle parçalamaya çalışıyor. Boşuna. Çıt çıkarmadan yemek gerçek hanımların harcı. Kendisi ağzını sımsıkı kapıyor, asla tek kelime etmiyor, yine de üzerine abanan gözlerden kurtuluş yok.

Eteğini tekrar çekiştirdi, bacaklarını sımsıkı yapıştırdı, ayaklarını azıcık yana kaydırdı, baldırları çapraz duruyor. Münevver Hanım’ın siyah beyaz fotoğraflarındaki gibi. Tabii ki tam olarak öyle oturmayı asla beceremez. Zarafet onların doğasında var. Hem elbiseleri de ona göreymiş. Diz hizasında kloş etekler, ekoselisi, puantiyelisi… Çocukken, bu kadar değil, yaptığı her şey hoş karşılanacak kadar küçükken, her bayram ziyaretinde çerçevelerin karşısına geçer, hiçbir zaman öyle giyinmediği, öyle oturmadığı, başını öyle dik tutmadığı için annesine içerlerdi. Şimdi anlıyor… Bazı şeyler doğuştan… Veya doğduğu evden.

Sol başparmağıyla tek taşını yokladı, kurabiyeden bir ısırık daha aldı, yumuşasın da ses çıkarmasın diye üstüne çayını yudumladı. Çaktırmamaya çalışarak misafirini inceliyor. Gümüş rengi saçlarını sımsıkı topuz yapmış, jöleli falan değil ama nasıl oluyorsa en ufak çıkıntısı yok. Burç desenli şalını sağ omzundan sol omzuna atmış, gül motifli broşla tutturmuş. Kıvrımları balayında gördüğü şu beyaz heykellerinki gibi düzgün duruyor. Dudağında gül kurusu ruj. Hiçbir şeyiyle göze batmadan her şeyiyle “ben buradayım” diyor. Artık nasıl beceriyorsa… Yanağının içini ısırdı. Bu hanımlarınki başka türlü bir meziyet. Butiklere girip çıkmakla edinilmiyor.

“Aaaa kediniz mi var?”

Gülperi kendi içinden sıyrıldı, arkasına dönüp baktı. Hayvan yemek masasının altında, sırtını dikleştirmiş, patilerinin üzerinde geriniyor.

“Evet. Çok tatlı değil mi? Siz sever misiniz? Ne güzel, ben de çok severim. Küllü! Küllü! Gel kızım.”

Yanaştı, başıyla sahibinin ayağına sürtünüyor.

“Necdet aldı. Evde bana can yoldaşı olsun istemiş. Daha üç aylık. İsmini Küllü koyduk. Tüyleri gri diye.”

Münevver Hanım’ın dudaklarında yine o belli belirsiz kıpırtı.

“Değişik geliyor diyeyim.”

Kendisine doğru gelen kediyi kucağına aldı, başını okşuyor.

“Yani… Yeni nesil işte. Biz geri kafalı kaldık herhalde.”

Gülperi anlamaya çalışıyor. Nedir değişik gelen, bir adamın karısına hediye almasında. Hem imam hem devlet nikahlı karısına. Metresine değil, sevgilisine değil, kendisini ayartmaya çalışan bir kadına değil, anasından babasından Allah’ın emri peygamberin kavliyle isteyip davul zurnayla, düğün dernekle aldığı karısına.

“Elimde değil, yadırgıyorum. Biz eşimizden ‘bey’ diye bahsederdik, o yüzden.”

Rahat bir nefes aldı. Çok şükür, mesele bundan ibaretmiş.

“Hele de babamız yaşındaysa…”

Gündelikçiyi de erkenden yolladı, berjere geçti, sağ başparmağının kenarını kemiriyor. Fark edince ağzından çekti. Bakımsız eller Necdet’e eski karısını hatırlatabilir. Tekrar başlamasın diye kollarını kavuşturdu, solun üstüne attığı sağ bacağını sallıyor. Ayağının ucunda topuklu terliği. Düştü düşecek. Gülperi gözlerini dikmiş, ona bakıyor. Düşer mi, düşmez mi? Sallamayı bırakmayacak. Yüzünde belli belirsiz bir kıpırtı. Münevver Hanım’ınki gibi değil. Daha ziyade derini depreşmiş gölün yüzeyindeki dalgalanmayı andırıyor. Terlik yerli yerinde. Düşmüyor. En azından şimdilik.

 Neden bilmiyor, mutfağa gitti, yapılacak iş var mı diye etrafa göz gezdirdi. Yıkanacak bulaşık, süpürülecek kırıntı, buzdolabına kaldırılacak yemek veya herhangi bir şey. Yok. Her şey yerli yerinde. Hamide sağ olsun, kendisine oyalanacak hiçbir şey bırakmamış. Ses olsun da kafası dağılsın diye televizyonu açtı, karşısına geçti. Pop müzik kanalında klipler ardı ardına dönüyor. Ayağa kalktı, ne yapacağını bilemedi, tekrar oturdu. Ama koltuklar rahatsız. Kalça kemiği batıyor. Naylon çorap da bacaklarında diken diken. Tahammül edemedi, tekrar kalktı, rahat bir şeyler giymek için dolap odasına gitti.

Penye elbise, üstüne hırka. Dünya varmış. Rahat kıyafet, rahat kafa. Münevver Hanım ne derse desin. Nasıl bakarsa baksın, ister küçümsesin ister kınasın. Gülperi artık bu evin hanımı. Evet, bu evin hanımı artık Gülperi. Mutfağa girdi, ısıtıcıya su koydu. Şöyle demlisinden bir melisa çayı içti mi pamuk olur. Yüreği kuş gibi hafifler. Tabii hafifleyecek. O Necdet’in güvercini. Isınan suyu en sevdiği kupaya koydu. İçine de melisadan bir tutam. Kokusuyla bile gevşedi. İşte böyle! Rahat kafa, rahat hayat.

Salondaki büyük pencerenin yanına oturdu. Boylu boyunca deniz. Vapurlar arkalarında çizgi bırakarak geçip gidiyor. Gökyüzünde süzülen, bazısı simitlere üşüşen martılar. İçi iyice ferahlasın diye camı açtı. Tatlı bir ayaz yüzünü yalıyor. Çayın üzerinde buğu. Dans eder hareketlerle yükselip kayboluyor. Yudumladı. Isı önce damağına, sonra boğazına, oradan midesine yayılıyor. Alnı ve boyun kasları gevşedi, gözlerini kapadı. Caddeden geçen arabaların seslerine rıhtıma vuran dalgalar karışıyor. Araya serpişen birkaç martı çığlığı. Fincanını sımsıkı kavradı. Parmak uçları sıcacık.

“Oh be! Dedim ya, rahat kafa, rahat hayat! Münevver Hanım halt etmiş. O ne bilir…”

Devamını getiremedi, çayını orada bırakıp salonda iki tur attı, eşyalara baktı. Hiçbir şey yerli yerinde değil. Koltuklar, sehpalar, televizyon, halılar… Neyin nerede olması gerektiğini de bilmiyor. Emin olduğu tek şey var, Münevver Hanım olsa evi böyle yerleştirmezdi. Veya… Sahi, eskiden nasıldı bu ev? Etrafa göz gezdirdi, hatırlamaya çalıştı. Çocukluğunun bayram ziyaretleri. Gülperi harikalar diyarında. Kristal avizeler, gümüş takımlar, ışığı çoğaltan koca aynalar… Ama bu dairenin önceki hali kafasında yer etmemiş. Belki de silinmiş. Hatta silmiş. Neyse ne… O zaman mobilyalar farklıydı zaten. Kendisi düğünden önce evin baştan aşağı yenilenmesini şart koşmuştu. İyi yapmış… Öyle başka kadının koltukta bıraktığı çukura çöreklenir gibi…

Şeytan mı dürttü nedir, ayakları onu kocasının çalışma odasına sürükledi. Kitaplığın başına. Neden bahsettiklerini anlamadığı yığınla cilt. Necdet’in de açıp okuduğunu görmedi daha. Ancak toz biriktirmeye yarıyorlar. Veya bir şey saklamaya. Alt dudağını dişledi, gözlerini kıstı. Daha epey vakit var, hepsine tek tek bakabilir. İşe en üst raftan başladı. İlk kitabı aldı, karıştırdı. Hiçbir şey yok. İkincisinde de bulamadı. Üçüncüsünde de… Birkaç kez öksürdü, gözlerinin yaşını elinin tersiyle sildi, rimelinin akmasını umursamadan sayfaları kurcalamaya devam ediyor. İkinci raf, üçüncü raf, dördüncü raf… Nihayet oldukça kalın bir kitabın sayfaları arasında bir fotoğraf buldu.

Bakmadı. Şahdamarında heyecanla karışık korku, cildi yerine bıraktı, soğuk su içmek için mutfağa geçti. Şakakları küt küt atıyor, her tarafta uğultu. Bardak dişlerine çarpıyor. Dudağından bir damla sızdı, elbisesine düştü. Elindekini tezgâha koydu, salona geçti. Büfenin alt çekmecesinde paket olacaktı. Çıkardı, çakmağı da buldu, bir tane yaktı. İçerisi kokarsa koksun. Münevver Hanım’ın kullandığını söyler. İnanmaz. Kadın yirmi yıllık komşusu. Şimdiye dek içmemiş, bundan sonra niye içsin. Neyse ne… Bütün pencereleri açtı, dumanı dışarı üflüyor. Hem havanın ayazı sakinleştirir.

İzmariti söndürdü, dışarı fırlattı, tablayı musluğun altında iyice yıkadı, yine koltuğuna geçti. Kararlı, zaman içinde bu mindere çukurunu oyacak. Ama şimdi… Sağ başparmağı dişlerinin arasında. Kemirmemek için kendini zor tutuyor. Gerçekten eski karısını özlüyor olabilir mi? O kadının gamzeleri yoktu. Suratından düşen her daim bin parçaydı. Gerçi hanımefendilik taslamayı pek iyi bilirdi ama hangi erkek bir buzdolabını arzular ki? Annesi “Öyle yalı kazığı gibi dikilme adamların karşısında” derdi, “azıcık işvelen cilvelen. Biz namus kumkuması kesildik de n’oldu!” Yok yok, o kadını özleyecek değil. Hem bakımsızdı. Onca para içinde maniküre gitmeye üşeniyordu. Hangi erkek…

Elini ağzından çekti, kalktı, çalışma odasına yürüyor. Korkmayacak, fotoğrafa bakacak. İçi içini kemireceğine… Hem tehlike varsa bilip ona göre önlem almalı. Gerçek bir hanımefendiyle baş etmesi mümkünse tabii… Beşinci raftaydı. En kalın kitabın arasında. Buldu, diğerlerinin arasında çekti, alıp sandalyeye oturdu. Parmaklarını kapalı sayfaların arasında gezdirdi, incecik boşluk hemen kendini belli etti, orayı aralarken gözlerini kapadı.

Dünyanın sonu değil. Dünyanın sonu değil. Necdet hâlâ onun. Hep onun. Bu yaşından sonra… Tekrar boşanmak, tekrar evlenmek, kartlamış kadının afrasını tafrasını çekmek… Zor iş. Uğraşmaz. Yalnız ölmekten de korkar. Yok yok, olacak şey değil. Boşanmaz. Boşanmaz. Kendisinin gamzeleri var. Çok güzeller. Adam bakmaya doyamıyor. Boşanmaz.

Derin bir nefes alıp gözlerini açtı. Önce rahatladı, sonra canı başka türlü sıkıldı. Fotoğrafta Pelin. Necdet Amca’nın kızı. Yüzü pamuk kadar beyaz. Kolej mezuniyetinde. Üstünde cüppesi, başında kepiyle tam bir prenses. Zarifçe gülümsemiş. Fark edilmeye çalışmadan. Yine de “ben buradayım” diyor. Hep orada olacağını bilmenin rahatlığıyla. Herhalde üniversite hayalleri kuruyordur. Okuldan bir sevgilisi vardır, onunla aynı şehre gitmeyi umuyordur. Veya gideceği yerde sevgililer edinecektir. Kendi yaşıtı pek çok genç kız nelerin hayalini kuruyorsa artık…

Küller dökülüyor. Omuzlarına, elbisesine, oradan yere, bazısı lavaboya. Tarağı saçına her değdirdiğinde daha fazlası.

Musluğu açtı, lavaboya dökülenleri gidere yolladı, yüzüne su çarptı, suyu kapayıp iyice bozulan makyajını sildi, gözleri aynaya takıldı. Fondöten yokken de gamzeleri yeterince güzel ama…

Kapıcı dairesinde yaşayan kızdan ne farkı kalıyor o zaman, ne anlamı kalıyor beş katı tırmanmanın, hayır, tırmanmanın değil, yıldırım hızıyla fırlayıvermenin, yıldırım nikâhı kıydırmanın, sonrasında apar topar bir düğünle milletin ağzını kapamanın, hanımefendi gibi görünmeyecekse, şu “gibi” sözcüğünden kurtulamayacaksa, niye babası yaşında, hayır, babasından büyük adamla…

“Aman, sen de!”

Münevver Hanım ne derse desin, artık beşinci katta oturuyor. İstediği fondötenden istediği kadar sürebilir. Necdet gelmeden…

Eli makyaj kutusuna gidiyordu, vazgeçti, saatine baktı. Beşi on geçiyor. Kapının çalmasına daha var. En azından iki saat. Saçlarını bol bol tarayabilir. Ne kadar çok tarasa kâr. Küller o kadar çabuk tükenir…

… mi, babasının parmaklarındaki is, çocukluğunda saçını okşayan ellerdeki siyahlar, diğer çocukların, üst katlarda oturanların, Selin’in, Pelin’in, Ece’nin babalarının elleri beyazdı, bembeyaz ve nasırsız, serinler mi kazan dairesinin pis sıcağı, beşinci katta pencereleri ardına kadar açınca, deniz kokusu aşağı da iner mi, annesi de iyotu içine çeker mi, geçmiş değişir de ilkokulda sınıf arkadaşlarına yaptığı çarpıtmalar –deniz manzaralı bir apartmanda oturuyoruz, yeni elbiseler almış annem, Pelin’le komşuyuz- gerçeğe döner mi, Pelin dudağını bükmüş, “O kapıcının kızı” demişti, şimdi dili tutulur mu, yine aynısını söyleyebilir mi, “Babamın yeni eşi kapıcımızın kızıydı” diyebilir mi, “Babamın yeni eşi ilkokulda sınıf arkadaşımdı” der mi, Necdet’e tekrar “baba” diye hitap eder mi, kendisi bir Pelin olabilir mi, bir Selin olabilir mi, Ece olabilir mi…

Küller tükenmek bilmiyor, her seferinde çoğalıyor. Fayanslarda öbek öbek tepeler oluşmaya başladı. Gülperi bir an durdu, onlara baktı. Necdet gelmeden süpürse fena olmayacak. Görmesin. Belki bu masalın evvel zamanını hatırlar. Ne gerek var.

Ama yerinden kıpırdamadı. Necdet’i, saati, evi unuttu, taramaya devam ediyor. Aynadaki yansıması bulanık. Yeşilçam filmlerindeki maziye dönüş sahnelerini hatırlatıyor. Gözlerini kırptı, birer damla yaş aktı, görüntü netleşti. Makyajsız hâline bakıyor. Şu anda gamzesi yok. Kendini zorlamayacak. Evde tek başınayken güzel olmak zorunda değil. Zaten saçları da…

Parmaklarının ucuna baktı. Simsiyahlar. Tırnaklarının arasına is doluşmuş. Oje sürmemiş olsa sokak çocuklarına dönecek. Tarağı kafa derisine bastırdı. Neredeyse kanatacak kadar. Bir delik açsa, iki yana doğru yırtarak genişletse, içinde ne var ne yok etrafa tek seferde saçılsa da kurtulsa… Daha sert bastırdı, sonra kafasından çekip baktı. Dişlerde hiç kan yok. Sadece is ve aralarında kül.

“Allah belanı versin e mi!”

Tarağı ortasından kırdı, yerde oluşan tepeciklere attı, kapağını kapayıp klozete oturdu. Sağ elinin başparmağını dişliyor. Necdet’in gelmesi yakındır. Etrafı süpürmesi, bu yığınlardan kurtulması lazım. Bakıyor. Az sonra kapı çalınacak, adam gamzelerini öptükten sonra elini yüzünü yıkamak için banyoya girecek, külleri görecek. Sonrasını kestiremiyor. Beyefendi ağzına asla sigara sürmez, evde içilmesine de tahammül edemez. Kendisine koyduğu tek kural. Böyleyken durumu nasıl açıklayacak, bilmiyor. Gerçeği söylese… İnanmaz, delirdiğini düşünür. Veya daha kötüsü, inanır, karısını nereden aldığını hatırlar ve tüm büyü bozulur. Gamzeleri bile durumu kurtarmaya yetmez artık. Sonrası…

Başparmağını ağzından çekti, serçe parmağını dişlemeye başladı. Hâlâ bakıyor. Külleri gizlemeyi şimdiye kadar iyi kötü başarmıştı. Onları ilk fark ettiğinden bu yana her sabah erkenden kalktı, yastığını silkeledi. Etrafa dökülmemeleri için bandana takmayı tarz haline getirdi. Ne olur ne olmaz, her akşam loş ışıkta oturdu, öyle sevişti. Bunu da fantezi diye yedirdi. Ama yerde birikenler baş edebileceğinin fazlası. Üstelik canı istemiyor. Hem yorgun, bir şeyleri düzeltmeye uğraşamayacak kadar. Nefesini saldı, omurgası çöktü. Elini indirdi, kollarını önünde kavuşturdu, bakmaya devam ediyor.

Nereye kadar gidecek böyle? Günün birinde kendini mutlaka ele verecek. Gerçek bir hanımefendi olmadıktan sonra… Olamayacağına göre… Başka apartmana taşınsalar… Kimsenin onu önceden tanımayacağı bir semte. O zaman dökülmeyi bırakırlar belki. Hem lokmasını çiğnerken ağzında gürültü kopmaz, çatalı bıçağı doğru düzgün tutabilir. Ağzını da yerli yersiz açıp pot üstüne pot kırmaz. Sihirli bir değnek dokunmuş gibi her şeyiyle değişiverir. Necdet’in de eski karısını özlemesi için sebep kalmaz ortada. Sonrası zaten peri masalı. Ve hep mutlu yaşamışlar…

İrkildi. Dışarıda asansörün kapısı açıldı. Zil sesi. Yerinden sıçrayıp kül yığınlarına baktı. Fondötensiz yüzüne. Üzerindeki dandik penye elbiseye. Ne yapacak? Şimdi süpürmeye kalksa hepsi mümkün değil yetişmez. Bir bahaneyle adamın banyoya girmesini önlese… Çamaşır suyu döktüm falan… Olmaz, beyefendi işten gelince ne yapar eder yıkanır. Zil tekrar çaldı. Donup kalmış vaziyette. Kaçıp gidesi var. Nereye olursa… Adam bu gerçeği gördüğünde yanında olmasın, yeter. Annesinin kollarına atsa kendini… O, kızından tiksinmez. Öper, okşar. Gamzesini değil, küllerini. Kadının ellerinin soğanlı kokusu burnunda tütüyor. Ocakta kaynattığı tarhananın fokurtusu, demlediği acı çaylar… Kaç haftadır yanına gitmediğini düşününce göğüs kafesinde külçe gibi bir yorgunluk duydu. Bu evi, koltukları, hanım hanımcık giysileri bırakma isteği. Gamzeleri çıksın diye gülümsemeyi, hep makyajlı gezmeyi, kemirmemek için elini ağzından çekmeyi bırakmak… Kardeşleriyle “Ekmeği kim daha fazla kopardı” kavgasına tutuşmak istiyor. Tüm gün sokaklarda sürtüp bakkalın oğluyla fingirdemek. Ağdacı Necla’yla çene çalmak…

Zil üçüncüye çaldı, kapı açılmayınca anahtar yuvasına girdi, iki kere döndü.

“Gamzelim! Orada mısın?”

Necdet Bey’in sesi telaşlı. Ayakkabılarını çıkarmadan koridora daldı, gamzelisi banyodan çıktı, kocasına çarpıp yanından geçti, ayağına dolanan kediye tekme attı, hayvan köşeye savruldu, orada pıstı kaldı, adam terliklerini arayan karısına bakakalmış,

“Gamzelim! Ne oldu, nereye gidiyorsun?”

karısı merdivenlerden patır patır iniyor,

“Aşağıya. Benimkilerin yanına…”

üçüncü kattan sesi duyuluyor,

“Tabii ki aşağıya, nereye gidebilirim ki başka…”

edebiyathaber.net (10 Ağustos 2021)

Yorum yapın